Tayyip Erdoğan hakkında bilinmeyenler



"Mahkûm başkandan başbakanlığa"

Herkesin bir hikayesi var. Bazılarınınsa binlerce...
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da onlardan biri.
O, bize bakıyor ama biz, ona daha çok bakıyoruz.
Sevgi ya da nefretle, hayranlık ya da kızgınlıkla, kaygı ya da umutla...
Yıllardır ülkenin gündeminde.
Son sekiz yılın da başbakanı. Her yaptığı, her dediği olay.

Ne söylediği, ne düşündüğü, ne yaşadığı hep merak konusu.
90’lı yılların başından beri Başbakan Erdoğan’ın yol arkadaşlarından İstanbul Milletvekili Hüseyin Besli ve şair-yazar Ömer Özbay birlikte bir kitap kaleme aldılar: ‘Recep Tayyip Erdoğan, Bir Liderin Doğuşu’
Kitap, bir döneme ışık tutup olaylara farklı pencereden baktırıyor.
Erdoğan’ın inişli çıkışlı siyasi yaşamında hep yanında olan Hüseyin Besli, kitabı yazmaya sözü edilen merak duygusunu bir nebze de olsa gidermek amacıyla başladıklarını ama o merakı daha da büyüttüklerini ise kitabı bitirirken fark ettiklerini söylüyor.
Besli’ye göre roman tadında yazılan kitap bir ülke, bir insan ve ‘şimdi’nin tarihine dair: “Anlatılan hepimizin hikayesi. Hepimizin hikayesini yazan adamın hikayesi...”
Kendisinin yanı sıra, Abdullah Gül’den Bülent Arınç’a, Cüneyd Zapsu’dan hapishanedeki koğuş arkadaşı Hasan Yeşildağ’a kadar Başbakan’ın en yakınında yer alan onlarca ismin tanıklıklarının yer aldığı kitap, Erdoğan’ın başbakanlık dönemine kadar olan siyasi yaşamının kırılma noktalarını anlatıyor.
TÜYAP Kitap Fuarı’nda Meydan Yayınları’ndan görücüye çıkan kitap, Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olacağı 27 Mart 1994 yerel seçimleri yaklaşırken yaşanan bir ‘suikast’ ihbarıyla başlıyor...

BAŞKANLIĞIN BİTİŞİ

Erdoğan, Siirt’ten aldığı bir davet üzerine 12 Aralık 1997 tarihinde katıldığı açık hava toplantısında bir konuşma yapmıştır. Konuşmasında okuduğu Ziya Gökalp’e ait bir şiirden dolayı, Türk Ceza Kanunu’nun 312. maddesinde belirtilen ‘Halkı din ve ırk farklılığı gözeterek açıkça kin ve düşmanlığa tahrik etmek’ suçunu işlediği iddiasıyla, hakkında Diyarbakır DGM’de dava açılır. Bu arada RP Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmıştır. 5 Kasım 1998 tarihinde Danıştay, Recep Tayyip Erdoğan’ın Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nı da düşürür. 10 ay hapis cezası alan Erdoğan dört yıl yedi ay beş gün başkanlık yaptığı İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’ndan 6 Kasım 1998 tarihinde sıradan bir vatandaş olarak ayrılır. Erdoğan’ın belediyeden ayrılışı sessizce gerçekleşir. Bir-iki yakın çalışma arkadaşıyla beraber, önceden toplanmış ve kolilere yerleştirilmiş olan kişisel eşyasını da alarak makamından ayrılır.

Hapishanede bitireceğiz işini
HASAN YEŞİLDAĞ ANLATTI
(İstanbul’da yaşıyor- ticaretle uğraşıyor)

Hasan Yeşildağ, konsolosluktaki işlerini bitirmiş, çıkmak için kapıya yönelmişti. Güvenlik bankosunda oturan polis memurunu görünce durdu:
“Cengiz Abi burada mı?”
“Yukarıda.”
“Hazır yolumuz düşmüşken, uğrayıp bir selam vereyim” dedikten sonra, polis memurunun bir şey söylemesini beklemeden asansöre yöneldi. Cengiz Bey, Hasan’ı karşısında görünce sevinmişti. Odada asker tıraşlı, koyu takım elbiseli iki kişi daha vardı.
“Hasancığım, hoş geldin!” dedi. “Buyur otur, seni misafirlerimle tanıştırayım. Türkiye’den geliyorlar. İkisi de bizden emekli. Çok değerli ağabeylerimiz!”
Konuşmaya pek hevesli görünmeyen misafirler, televizyondaki haberlere dalmışlardı. Spiker, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’na verilen hapis cezasının onaylandığını söylerken, arka planda Tayyip Erdoğan’ın görüntüleri yer alıyordu.
Cengiz Bey, yüzünü tiksintiyle buruşturarak misafirlerine döndü: “Yahu, kesemediniz gitti şu herifin sesini!”
Misafirlerden yaşlı olanı: “Merak etme!” diye, cevap verdi. “Az kaldı. Hapishanede bitireceğiz işini!”
Hasan Yeşildağ, duyduğu sözlerin dehşetiyle donup kalmıştı. Cengiz Abisi, kendisinin Tayyip Bey’le tanıştığından habersizdi.
“Müsaadenizle” dedi; “Benim kalkmam lazım; gecikirsem trafiğe takılırım.”
Asansöre doğru yürürken, başı zonkluyor, bacaklarının titremesine mani olamıyordu. Tamamen tesadüf eseri olarak elde ettiği bu bilgi, hayati öneme haizdi. Çünkü, Cengiz Alkan, MİT İsviçre sorumlusuydu! Aldığı bilgiyi ilk olarak İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi Üyesi olan kardeşi Zeki Yeşildağ’la paylaştı. Ne gibi önlemler alabileceklerini gözden geçirirken Zeki, kestirip attı: “Abi, uzatmaya gerek yok. Tayyip Bey’le beraber sen de gireceksin cezaevine.”

KENDİNİ İÇERİ ATTIRDI

Hasan Yeşildağ ilk iş olarak bankasına gidip bir çek defteri alır. Amacı, yakın bir arkadaşına çek kesip, vadesi geldiğinde ödemeyerek karşılıksız çek kesmekten ‘içeri’ girmektir. Kendisini mahkemeye vermesi için arkadaşına bir de avukat tutar. Çekin üzerindeki rakam 370 bin liradır. Dava aleyhine sonuçlanırsa dört ay fiilen yatmak zorunda kalacaktır. Duruşmada, yana yakıla hakimden kendisini hapse mahkum etmesini talep eder. Hakim, meslek hayatında ilk defa, böylesine saçma bir taleple karşılaşmanın şaşkınlığı içindedir. Hakimi ikna eder. Sonuçtan haberdar etmek için Tayyip Bey’i aradığında, onu Sakarya’da konuşma yaparken bulur. Doğruca kürsüye varır. Mahkemeden aldığı evrakı uzatıp, tekmili verir: “Ben hazırım!..”

PINARHİSAR’IN TARİHİ KONUĞU

Erdoğan’la hangi hapishanede yatacakları konusunda ihtimaller gözden geçirilir: Erdek, Karamürsel, Çorlu, Akyazı derken, Pınarhisar Cezaevi kesinlik kazanır. Hasan Yeşildağ, önceden gidip cezaevini gezer. Yapılacak işlerin bir listesini çıkarır.
Yönetimden gerekli izinleri aldıktan sonra kendilerine tahsis edilen koğuşu bir güzel temizletir. Duvarları kağıt kaplatır, zemine, boydan boya halı döşetir. Elektrik ve sıhhi tesisatı yeniler. Sıcak su temini için şofben taktırır. Koğuşun bahçeye ve koridora açılan kapılarını boyatıp yalnızca içeriden açılabilen ilave sürgüler yaptırır. Çatıya manyetik bariyerler, bahçeye elektronik sensörler yerleştirir. Gerekli gördüğü kör noktalara kamera sistemi kurdurur.
Sıra mobilya ve beyaz eşyaya geldiğinde keseye davranmak Erhan Şenol’a düşer. Derin donduruculu büyük boy bir buzdolabı, çamaşır ve bulaşık makinesi, toplantı ve çalışma masaları, deri koltuklar, oturma grupları ve büyük ekran bir televizyonla, kalacakları koğuşu ve cezaevi kütüphanesini, sıkıcılıktan uzak bir yaşam ve çalışma alanına dönüştürürler.
Bu arada mahkum ve gardiyanlar da unutulmamıştır. Herkese pantolon, gömlek, ayakkabı ve eşofman takımı alınır. Hasan Yeşildağ, ağalığın ‘vermekle kaim’ olduğunun farkındadır.
Son kez İsviçre’ye gittiğinde, işlerini bir arkadaşına, eşini ve çocuklarını Allah’a emanet edip geri dönmüştür. Dışarıdaki işlerini bitirip, Reis’ten üç gün önce Pınarhisar Cezaevi’ne teslim olduğunda, mahkumlar ve gardiyanlar tarafından krallar gibi karşılanır. Yanında getirdiği hediyeleri dağıtırken, ortalık bayram yerine döner. Koğuşu ve aldığı güvenlik önlemlerini son kez gözden geçirir. Her şey yerli yerindedir. T.C. Pınarhisar Kapalı Ceza ve Tevkif Evi, ‘tarihi misafir’ini beklemektedir.

SABAHA KADAR YATMAYALIM

Tayyip Erdoğan, yanında Ahmet Ergün ve Hayati Yazıcı olduğu halde içeri girmiş, hapishanenin ağır demir kapıları ardından kapanmıştı. Sonrasını, koğuş arkadaşı Hasan Yeşildağ anlatıyor:
Tayyip Bey, Hayati Abi’yle birlikte içeri girdi. Hepimizin gözleri dolmuştu. Yukarı geldi. Yukarıda Erhan Şenol, Zeki Yeşildağ falan var. Yüzbaşı orada, üsteğmen orada, savcı orada... Tanıştılar. Sonra biz ikimiz koğuşa geçtik. Hapishaneye ilk girildiği anın psikolojisini bildiğim için ne zaman boşalacak diye bekliyorum fakat Reis’te tık yok. Etrafa şöyle bir göz attı: “Güzel olmuş!” dedi.
Reis’i beklerken, hapishanede bulunan mahkum ve gardiyanlarla toplantı yapıp, herkesi sıkı sıkı uyarmıştım: Tayyip Bey’in yanında sigara içilmeyecek! Bacak bacak üstüne atılmayacak! Laubali hareketlerden kaçınılacak! Herkes, saygılı olacak!
Yattığımızda saat 02.30’du. Öyle yorgundum ki, başımı yastığa koyar koymaz uyumuşum. Saat 05.00’te bir tıkırtıyla uyandım; baktım, Reis sabah namazı için hazırlık yapıyordu. Uykumu alamadığım için biraz zorlansam da, kalkıp abdest aldım.
Namaza yabancı biri değildim. Önceleri sadece cumaları kılardım. 1978’de cezaevine düşünce beş vakit namaza başlamıştım. Tarih, tekerrürden ibaretmiş ya, işte yine hapishanedeyiz... “Altı üstü dört rekat namaz kılacağız” diyordum kendi kendime. “10 dakika bile sürmez. Sonra tekrar yatar uyuruz, ölüm yok ya sonunda”... Sünneti kıldık. Ben kalkıp kamet getirdim. Reis, imam oldu. Sesi çok güzel, insanı teskin ediyor.
Yasin suresiyle kıldırdığı için, namaz biraz uzun sürdü. Namaz bitti, arkasından Aşr-ı şerif okudu. Saate baktım, tamı tamına 45 dakika! “Mahpusluğunun ilk günü ya, maneviyat ihtiyacı tavan yaptı zannımca” dedim, fazla üstünde durmadım. İkinci gün de ilk günkü gibi uzun sürünce, işkillendim. Fakat bir yandan da, “Duygusallığı geçmemiş besbelli” diyerek, içimi serinletmekten geri durmuyorum. Fakat, o da ne? Üçüncü gün de, sabah namazımızın hitâmı, benim bir saatlik uykuma mal olmasın mı?
Daha duamı bitirip elimi yüzüme sürmeden, kararımı vermiştim: Ya kaderime razı olup susacaktım ya da uykusuzluktan telef olmak üzere olduğumu Reis’e anlatabilecek adil bir elçi bulacaktım kendime. durumu Ahmet Ergün’e açtım. Ertesi gün:
“Şikayetçiymişsin benden” dedi.
“Estağfurullah!” dedim.
“Bak, ne diyeceğim. Sabaha kadar yatmayalım. Sabah olunca namazımızı kılar, öyle yatarız.” Sonraki günlerde, Reis’in önerdiği programı uyguladık.

TİM GÖNDERDİLER!

Bir gece, bahçeden gelen bir çıtırtı duydum. Ses, Tayyip Bey’in de dikkatini çekmişti. Bahçede çıtırtı çıkartabilecek herhangi bir hareketliliğin sensörler tarafından algılanması gerekiyordu. Oysa alarm çalışmamıştı. Bu durumun bir tek açıklaması vardı: Bahçeye kurduğum sistem devre dışı bırakılmıştı.
“Geldiler!” diye mırıldandım kendi kendime: “Önceki teşebbüslerinin boşa çıktığını görünce, bu sefer işi ciddiye alıp, tim gönderdiler!” Yemek yapmakta kullandığım bıçaklardan en cesametlisini kapıp, koğuşun bahçeye açılan kapısında mevzilenmiştim. Çıtırtı şimdi koğuş kapısında başlamıştı. Sanırım kapıyı yokluyorlardı. Öyle gerginim ki, çelik bir yay gibiyim. Son kez, göz ucuyla Tayyip Bey’e bakıyorum, o gayet sakin, kollarını göğsünde kavuşturmuş, arkasına yaslanarak beni seyrediyor. Kapının sürgüsünü usulca geri çektim. Kapıyı aniden açıp, yaratacağım şaşkınlıktan yararlanarak karşıma ilk çıkan, muhtemelen siyah giysili, kar maskeli elemanı haklayacağım. Elinden alacağım silahla da diğerlerine saldıracağım. İçimden üçe kadar sayıp, “Bismillah!” diye haykırarak, hızla kapıyı açtım!
Bu hareketimin şaşkınlık yaratacağı konusunda yanılmamıştım. Karşımda, ne yapacağını bilemez halde donup kalmış bir tarla faresi, gözlerini kırpıştırarak bana bakıyordu. Bacaklarımdaki yayın birden boşaldığını hissettim. Fare ayağımın altındaydı.
Başımı içeri uzatıp, Reis’e seslendim:
“Fareymiş!”
“İyi...”
“Öldürüyorum!”
“...........”
Ayağımı, nasıl bir hırsla bastırdıysam...



Adamınız herifmiş adaylığı hayırlı olsun
AHMET ERGÜN ANLATTI
(İstanbul’da yaşıyor- ticaretle uğraşıyor)

İstanbul İl Teşkilatı’ndan Özel Kalem Müdürü Mustafa Yüce arıyor: “Alo Ahmet Abi, biraz önce adamın biri arayıp 13.00-15.00 arası iki saat boyunca telefon ve elektriğimizin kesileceğini söyledi... Arar da ulaşamazsanız merak etmeyin.”
Akşama doğru Ahmet Ergün’ün telefonu yine çaldı: “Sabahleyin arayıp il binasında telefon ve elektriğinizin kesileceğini söylemiştim. Gördünüz... Ne dediysem o! Sizi uyarıyorum: Adamınız, derhal adaylıktan çekilecek ve bir basın toplantısıyla deklare edecek. Aksi halde... Bir sonraki uyarımız kanlı olacak!”
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı için Recep Tayyip Erdoğan’ın adaylığı, kimleri ve ne için rahatsız ediyordu? Daha işin başındaydılar. Üstelik Bedrettin Dalan, Zülfü Livaneli, İlhan Kesici gibi adayların yanında Erdoğan’ın seçimi kazanma ihtimali şöyle dursun, esamesi bile okunmazdı. Birilerinin, Tayyip Bey’in adaylıktan çekilmesini istemesi için, medyanın ya da kamuoyu yoklamalarının görmediği bir şeyi görmüş olması gerekiyordu.
Yaklaşan tehlikenin adı: Recep Tayyip Erdoğan’dı.
Erdoğan ve arkadaşlarının gün boyu içlerini karartan kasvet, aldıkları acı haberle doruğa ulaşmıştı. Samandıra seçim bürosu bombalanmış, bir kişi olay yerinde hayatını kaybetmiş, yaralılar hastaneye kaldırılmıştı. Olay sonrası Kartal Devlet Hastanesi’ne vardıklarında, Ahmet Ergün’ün telefonu çalıyordu. Telefonun ucundaki ses: “Kan akacak demiştim, kaale almadınız. Bu son ikazım!.. Bu gece bir programınız daha var. Adayınıza söyleyin, vazgeçsin. Yoksa konuşma esnasında vurulacak” diyordu.
Ne yapacaklarını düşünürken, Reis’in sesiyle kendilerine gelirler:
“Arkadaşlar, herkes görevinin başına! Devam ediyoruz!”
Konuşma, bir minibüsün üstünde yapılacak. Gönüllü arkadaşları kendilerini Reis’e siper ederken, içlerinde silah taşıma ruhsatı olanlar, pompalı tüfeklerle, eller tetikte, etrafı kolluyor... Öylesine gerginler ki, kazara çocuğun biri maytap patlatsa, kıyamet kopacak! Kısa tutulan konuşmanın ardından program sona eriyor. Reislerini evine ulaştırmak üzere yola çıkmaya hazırlanırken, telefon yine çalıyor:
“Gece henüz bitmedi!” diyor telefondaki ses: “Eve varıncaya kadar kat edeceğiniz uzun bir yolunuz var... Ensenizdeyiz.”
Reisleri, tartışmaları dinliyor ve nihai kararını açıklıyor: “Korkunun ecele faydası yok... Eve gidiyoruz!”
Dönüş güzergahında, Kısıklı Caddesi’nden eve gidecek yola girildikten sonraki ilk 100 metrelik bölüm çok tehlikeli. Arkadaşları koruma görevini üstlenip, makam aracını ortaya alıyor. Reisleri arkada, Mustafa Erdoğan’ın aracında. Makam aracına Erdoğan’ın yerine başka bir arkadaşı otururken, yol bitmek bilmiyor. Sağ salim eve ulaştıklarında, terden sırılsıklam vaziyette, herkes bulduğu bir iskemleye yığılmışken, odanın sessizliğini parçalayan telefonun öbür ucundaki ses, Ahmet Ergün’e şöyle diyor: “Adamınız herifmiş. Adaylığı hayırlı olsun!”

Kampanyanızı fiilen başlatıyoruz Başkanım!
MUSTAFA ATAŞ ANLATTI
(İstanbul milletvekili)

27 Mart 1994 seçimleri için aday bildirme sürecinin bitmesine sadece bir gün kalmıştır. Tayyip Erdoğan, Rizeliler Vakfı’nın düzenlediği geceye katılmak üzere Florya’da bulunan Mavi Marmara Et Lokantası’na doğru yola çıkar. Yolda telefon çalar. Arayan, genel merkezdir. Araçta bulunan herkes heyecanlanır. Tayyip Erdoğan’ın adaylık haberi beklenmektedir. Ne var ki, telefon ikide bir kesilmektedir. O civarda, Ahmet Çamlı’nın bir arkadaşına ait ofisin telefon numarasını verirler. Genel merkez tekrar arar. Yapılan görüşmede adaylık mevzusunun henüz açıklığa kavuşmadığı cevabını alan Tayyip Erdoğan, burnundan solumaktadır. Öfkesini dışa vurmamaya çalışarak tekrar yola koyulur. Lokantaya varırlar. Fakat Tayyip Erdoğan’ın, orada öylece dikilip ona buna tebessüm ederek ‘geceyi şâd edecek’ hali kalmamıştır. 10, bilemedin 15 dakika oyalanıp kalkarlar. Tam arabaya binip hareket edecekleri sırada, telefon çalar. Erdoğan, teşekkür ederek telefonu kapattığında, arkadaşlarının beklediği müjdeyi verir: “Elhamdülillah!..”
“Tamam mı Reis?”
“Tamamdır, inşallah! Ahmet Tekdal’dı. ‘Hayırlı olsun’ dedi.”
Arabalarına binip, Topkapı’daki İl Merkezi’ne doğru hareket ettiklerinde, aracın deposunda yakıt kalmadığını fark ederler. Yedikule’ye sapıp biraz ilerideki benzin istasyonuna girerler. Araç durur durmaz, başkanın sol yanında oturan Mustafa Ataş, hızla araçtan inip başkanın tarafına doğru seyirtir, sol eliyle ceketinin önünü kapatırken, sağ eliyle de aracın kapısını açar:
“Buyrun Başkanım!”
“Hayrola Mustafa Bey?”
“Büyükşehir Başkan Adayı değil misiniz? Seçim kampanyamızı şu andan itibaren fiilen başlatıyoruz!..”
Tayyip Bey çaresiz, arabadan iner. Mustafa Ataş, benzinlik çalışanlarına seslenir:
“Arkadaşlar! Refah Partisi İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan Adayı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ı sizlere takdim ediyorum. Kendisi, İstanbul’umuzun siz sayın hemşerilerini muhabbetle selamlıyor!”

Yeleğimi giydim çıkabiliriz
MUSTAFA GÜNDOĞAN ANLATTI
(İstanbul’da yaşıyor- ticaretle uğraşıyor)

Tayyip Erdoğan’ın, Pınarhisar Cezaevi’ndeki son günüydü. Dört aylık mahkumiyet gece saat 24’te tamamlanmış oluyordu. Çıkış hazırlıkları başlamıştı. Mustafa Gündoğan, “Başkanım” dedi.
“Hamdolsun bu da bitti. Hiç ara vermemiş gibi yolunuza devam edeceksiniz. Ve inşallah bir gün bu ülkenin başbakanı olacaksınız. Lakin biz o gün yanınızda olmayacağız.”
Tayyip gülümseyerek, “Bak Mustafa” dedi. “İşte sana söz. Eğer bir gün başbakan olursam ilk görüşeceğim kişi sen olacaksın.”
Saatler 12.00’yi gösterirken, hapishane içindeki bütün ışıkların birden söndüğü görüldü. Savcı, Erdoğan’a suikast yapılacağı ihbarı almış, önlem olarak hapishane karartılmıştı. Tayyip Bey’e çelik yelek giydirilmesi ve tahliyenin arka kapıdan yapılması kararlaştırılmıştı. Erdoğan, çıkışın arka kapıdan yapılacak olmasına ses çıkarmadı fakat çelik yelek giymeyi bütün ısrarlara rağmen kabul etmedi. İki rekat şükür namazı kıldıktan sonra, yanında duran Hasan Yeşildağ’a döndü:
“Ben yeleğimi giydim! Çıkabiliriz...”

MUSTAFA SEN KAL

Recep Tayyip Erdoğan 11 Mart 2003 tarihinde milletvekili yemini etmek üzere TBMM salonuna girerken, liderlerini alkışlarla karşılayan milletvekillerinin büyük çoğunluğu ağlamaktadır. Yemin töreninin ardından Abdullah Gül, çok anlamlı bir jest yaparak, kendi yakasından çıkarttığı milletvekili rozetini Tayyip Erdoğan’ın yakasına takar. Gül’ün Cumhurbaşkanı’na hükümetin istifasını sunmasının ardından, aynı gün, Köşk’e çıkan Tayyip Erdoğan, 59. Cumhuriyet Hükümeti’ni kurmak üzere görevlendirilir. Erdoğan, Köşk’ten ayrıldıktan sonra doğruca Ak Parti Genel Merkezi’ne gelir. Ortalık, tam anlamıyla ana baba günüdür. ‘Muhtar bile olamaz’ denilen Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye’nin başbakanı olmuştur. Kutlamalar bitip, ortalık biraz sakinleşir gibi olunca, Tayyip Erdoğan, “Arkadaşlar!” diye seslenir odada bulunanlara:
“Beni biraz yalnız bırakabilir misiniz?”
Sonra Mustafa Gündoğan’a dönüp, eliyle işaret eder:
“Sen kal!..”

Zanlılar makul değil unut gitsin!
İBRAHİM BAYRAM ANLATTI
(Devlet Bakanı Egemen Bağış’ın özel kalem müdürü)

Seçim mitinglerinde en büyük sorun telefonlar... İbrahim Bayram’ın olayı Adana’da geçiyor:
“Adana mitingindeyiz. Miting sonrası, Genel Başkanı polis kordonu içinde arabasına kadar götürüp, sağ salim yolcu ettik. Mücahit Bey’i arayıp, rapor vereceğim fakat telefonumu bir türlü bulamıyorum. Bütün ceplerimi karıştırdım, telefon yok, yerinde yeller esiyor. O sırada Emniyet Müdürü yanımdaydı, ‘Müdürüm, telefonum uçmuş!’ dedim.
“Şikayetçi ol, bakarız” dedi.
“Ya müdürüm!’ dedim, “Şikayetçi olmak kolay da, çevik kuvvet kordonu içinde birlikte yürüdüğüm insanlar, Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, Ömer Çelik! Ben bunların hangi birinden şikayetçi olayım?”
“Zanlılar, makul değil” dedi müdür; “Unut gitsin!..”

Paranı istemiyorum kardeş
CÜNEYD ZAPSU ANLATTI
(Başbakan’ın eski danışmanı- işadamı)

Cüneyd Zapsu, eğitim ve iş hayatını büyük ölçüde Almanya’da geçiren, Türkiye’ye döndükten sonra da TÜSİAD üyesi olan bir işadamıdır. Dernek içindeki tavrı ve yaptığı çıkışlar, o günlerde RP İstanbul İl Başkanı olan Tayyip Erdoğan’ın gözünden kaçmaz ve kendisiyle tanışmak ister. Cüneyd Zapsu, Tayyip Bey’le olan ikinci görüşmesini de şöyle anlatıyor:
“Kendisiyle ikinci yakın temasımız 94 seçimlerinde, başkan adaylığı sırasında oldu. Sekreterim, bir gün Tayyip Erdoğan’ın telefonda olduğunu haber verdi. Aday olduğunu bildiğimden, kampanyası için para isteyeceğini düşünmüştüm. Görüşmek için telefonu kaldırdığımda, sanki ne düşündüğümü anlamış gibi “Cüneyd Kardeş, paranı istemiyorum” demez mi? Utancımdan kıpkırmızı olmuştum.
“Biliyorsun, belediye başkan adayıyım” demişti. Allah’ın izniyle bu seçimi kazanacağım. Senin mahalle, beni kabul etmiyor. Yarın belediye başkanı olduğumda onlar için de benim için de sıkıntı olacak. Beni bunlarla bir araya getir, en azından tanışmış oluruz.” Erdoğan, bu konuda Zapsu’ya bir anlamda açık çek vermiş, iş dünyasından getireceği herkesi Kurucular Kurulu’na alacağına dair söz vermiştir. Cüneyd Zapsu, “Mehmet Öz’e dahi kuruculuk teklif ettim” diyor o günleri hatırlarken.

Cem Uzan’ın bağışını reddetti
FARUK KOCA ANLATTI
(Ankara milletvekili)

Partinin kuruluş aşamasında, para bulmakla görevli ekip içinde yer alan Faruk Koca, o günlerde yaşadığı bir olayı anlatıyor:
“Cem Uzan bir-iki kez telefon açıp Tayyip Bey’le görüşmek istediğini söylemişti. Sonuç alamayacağını anlayınca, kalkıp Yıldız’daki büroya gelmiş. Ciddi miktarda bağışta bulunmak istiyordu. Durumu Tayyip Bey’e ilettiğimde kendisine randevu vermediği gibi bağış yapma talebini de reddetti.”

Hürriyet

Yorum Gönder

0Yorumlar
Yorum Gönder (0)