Şiir bilinçtir, bilinç ise hastalık

EDEBİYAT NOTLARI 7

Prag’da her yıl önemli bir edebiyat festivali yapılır. Konuşmaların, okumaların sadece kapalı salonlarda kalmadığı, okurların caddelerde yazarlardan imza toplayıp koleksiyon yaptıkları bu festivale yakışan bir kültür şehridir Prag.

Geçen yıl festivalin açılışını yapmak onurunu bana vermişlerdi. Bu görevi seve seve yerine getirdim ve sonra çeşitli açık oturumlara, panellere katıldım. Edebiyat panelleri büyük tiyatrolarda yapılıyor ve tıklım tıklım dolu oluyordu.

Konuşmacı olarak katıldığım panellerden birisinin konusu

Nietzsche’nin bir cümlesiydi. “Şu Yunanlılar.. Sahte ve derinlikten yoksun.” Hepsi bu kadardı işte. Değişik ülkelerden yazarlarla sahneye çıkacak ve bu cümle üzerine iki saat tartışacaktık. Ne demem gerektiği konusunda epeyce düşündüm. Nietzsche elbette antik Yunan’dan söz ediyordu ve onun diğer Avrupa entelektüelleri gibi o dönemin hayranı olduğunu diğer yazılarından biliyorduk. O zaman neyi kastediyor, hayranı olduğu bir kültür dönemini niçin sahtelikle suçluyordu.

Kafamda bunun tek bir açıklaması vardı ve panelde o düşünceyi savundum. Nietzsche bence filozoftan çok şairdi, hem de kelimenin tam anlamıyla has bir şair. Şiirle felsefe arasında gidip gelen, şaşırtıcı cümleler kurmayı seviyordu.

Zerdüşt kitabının başındaki “Tanrı öldü!” dizesi de bu ihtiyaçtan, yani okuru sarsmak isteğinden doğmuştu.

Bazı örnekler verdim: Mesela bir aforizmasında “Eğer uçuruma çok uzun süre bakarsan, uçurumun da sana bakmakta olduğunu anlarsın” gibi saf ve derin bir şiire ulaşmıştı.

İçlerinde Nobel ödüllü şair Derek Walcott’un da olduğu diğer konuşmacılar bana hak verdiler. Daha sonra hep birlikte şiir ve felsefe ilişkisi üzerine konuştuk. Zaten şiir ve felsefe, birbirine çok yakın, hatta iç içe geçmiş iki alan değil mi?

Gerçek şiirin her dizesi sanki dünyanın açıklanış anı gibi bir bilinç taşımıyor mu?

Bu noktaya gelince sözü Dostoyevski’nin “Bilinç hastalıktır” sözüne getirdim ve bu derin yargıyı, bu köşeye sığdıramayacağım kadar uzun bir süre tartıştık.

Bu yıl bir Almanya seyahatimde bu panelden bahsederken Alman arkadaşlarım, Nietzsche’nin kendisini zaten filozof değil, şair olarak gördüğünü söyleyerek beni şaşırttılar. Meğer o da kendisinin şair olarak anılmasını istermiş, hatta şair ve besteci olarak. Çünkü Nietzsche’nin beste de yaptığını, bu beste çalışmalarını hayranı olduğu Wagner’e götürdüğünü, bu kibirli adamın “Beyefendi siz beste yapmaya uğraşacağınıza başka bir işe uğraşın” demesi üzerine Wagner’e düşman kesildiğini anlattılar.

Evet, konuya geri dönelim. Gerçek şiiri felsefeye çok yakın bulurum ben. Mesela William Wordsworth’un “Aşırı güzelliğe bakmanın yarattığı acı çekme duygusu”nu bir düşünce olarak okurum (Bu dizeye Coetze de değinmişti).

Ne yazık ki bizde, özellikle son zamanlarda şiir, sanki duygusal güzel sözler söylemek olarak anlaşılıyor. İnternette dolaşan bazı saçmalıkların altına, büyük şairlerin adını yazarak, anılarını kirletiyorlar.

Geçenlerde televizyon ekranında genç bir sunucu, sesini titrete titrete Nazım’a ait olduğunu öne sürdüğü bir şiir okuyordu.

Efendim, Nazım ölecekmiş, sonra onu yakacaklarmış, külünü bir vazoya koyacaklarmış, sevgilisi o vazoyu evinin baş köşesine yerleştirecekmiş ve o vazoyu her okşadığında Nazım’ın külleri sevgilisine koşacakmış.

Zavallı Nazım! Herhalde bu saçma duygusallığın kendisine maledildiğini duysa, sevgilisine koşmaz ama öfkeyle o sunucunun peşine düşerdi.

Şiiri böyle anlayan, böyle sanan kuşaklar yetişiyor.

Onlara birkaç kere şiirin duygudan çok düşünceyle yazıldığını, zaten derin duygu ile düşüncenin bir noktada kesiştiğini, santimentalizm denilen duygusallığın, gerçek duygunun düşmanı olduğunu anlatmaya çalıştım ama pek başarılı olamadım galiba. Orhan Veli gibi büyük şairlerin duygusal değil duygulu olduklarını açıklamakta zorluk çektim.

Çünkü popüler kültür, şiiri bir takım vıcık vıcık duygusal sözlerin kafiyeyle söylenmesi düzeyine indirgedi.

Ne yazık!

Zülfü Livaneli
Vatan
Tags

Yorum Gönder

0Yorumlar
Yorum Gönder (0)