Barış Zeren yazdı:"Oligark"


Önce, işadamlarından, müteahhitlerden kurulu bir tüccar siyaset partisinin Çalışma Bakanı çıkıyor: "Memurlar Cumartesi günleri de dahil, her gün saat altı buçuktan itibaren çalışmaya koyulsun" buyuruyor. Tersanelerdeki ve tekstil atölyelerindeki esaret düzeninin devlet dairelerine taşınması haberidir. Ertesi gün, adlan 10 yıl öncesine dek duyulmamış bir "işadamları" topluluğu, "Pazar da çalışılsın" yollu ortaya atılıyorlar. Çalışma Bakanı'nın "Çalışın!" tacizi yerini bulmuştur, sözünü düzeltiyor, işadamları ise sözlerini geri alma gereği duymuyorlar. Siyasal ve hukuksal şiddet altında inleyen toplumun önünde, oligarklar ile bakan, "kölelik düzeni" projelerini tartışıyorlar. Toplum bu rahatlığa imreniyor mu, öfkeleniyor mu, bilemiyorum.
Karanlık bir kavram: "Oligarşi", Yunanca oligarkhia sözcüğünden geliyor ve oligos, azınlık ve arkho, yönetim, parçalarından oluşuyor: Azınlığın yönetimi demektir. Bu kavramı 20. Yüzyıl'da çoğunlukla sol terminolojide görmek mümkündü. Özellikle Latin Amerika, ve oradan beslendiği ölçüde, Türkiye solunun sıklıkla kullandığı söylenebilir.
Bu sol, kendini "devrimci" olarak tanımlıyordu ve katı biçimde parlamento düşmanıydı; parlamentonun, oligarşiyi, yani azınlık yönetimini gizleyen bir kılıf olduğu tezi, bu sol devrimci hareketler için raison d'etre olmaktaydı.
Geçtiğimiz yüzyılda, refah devleti, sosyal devlet, bunları koruyan ve besleyen katı hukuksal iskelet, geniş kurumlar ağı; devletin, toplumdaki bütün sınıfların çıkarına çalıştığı izlenimini 20. Yüzyıl boyunca ayakta tuttu. Ne de olsa, işçi haklarıyla, sosyal imkanlarıyla özellikle ilk dönemlerinde Batılıları da büyülemiş olan SSCB'yle rekabet hali, Batı'daki sermaye hırsının gerçekten dizginlenmesini gerektiriyordu. 20. Yüzyıl boyunca solun, bir Batı ülkesinde "oligarşik" egemenliği anlatabilmesi için özel bir entelektüel çaba göstermesi gerekmişti.
Rusya'nın 'korsanlaştırılması'
Bütün bu kompozisyon, SSCB'nin 1991 ve 1993'te iki darbeyle dağılmasıyla bozuldu. Kapitalizmin, tekellerin bütün devlet sektörlerini ellerine geçirdikleri dönemde, bütün dünya "oligarklarla" tanıştı.
Adlarının bu kadar açık konulması, bir göstergedir. Birincisi, bu yeni zenginler, servetlerini öyle büyük bir hızla elde etmişler, öyle geniş bir nüfuz alanına erişmişlerdi ki özelleştirmelerle, özel mülkiyete geçişle başlayan soygun gizlenemez hale gelmişti, ikincisi ve daha vahimi, artık en başta Batı basını, yeni dünyada, "ayrıcalıklıların yönettiği" gerçeğini örtme ve saklama gereği duymuyordu.
Boris Berezovskiy, Vladimir Gusinskiy, Roman Abramoviç Anatoli Çubayis, İgor Haydar bunlardan bazılarıdır ve Rusya siyasetinin en tepelerinde, bürokrasinin kilit noktalarında, dev tekellerin başında, önde gelen medya patronları arasında, Çeçen sorununun göbeğinde bunları görüyorduk; her yerde Rusya devletinden bağımsızlık ve halkçılık namına artık ne kalmışsa çökertmeyi iş bilmişlerdi.
Bunlardan Anatoli Çubayis, Yeltsin dönemi "özelleştirmelerden" sorumlu bakandı. Sovyet ekonomisi yağmalanınca yoksulluktan perişan düşen insanlar, kaldırımlarda, evlerindeki çatal bıçakları satarken yanlarından limuziniyle geçip "İşte Rus halkının kapitalizme olan özlemi" diyebilecek tıynettedir. Bugün Rusya'nın nanoteknolojiden elektrik santrallerine dek uzanan bir tekel ağını yöneten "saygın" işadamıdır.
Bu dönemde yapılanları nasıl betimlemeli? Amerikalılar, "privatizaton", yani özelleştirme sözcüğüne atıfla, "piratization", korsanlaştırma, yağmalama diyorlar; yerinde bir sözcük oyunudur. Marshall Goldman'ın bu süreci anlattığı ünlü kitabının adı da The Piratization of Russia olup Rusya'daki oligarkların eski Komünist Parti yöneticilerinden değil, enformasvon ve blue jean ticareti gibi uluslararası şebekeler gerektiren sektörlerde at oynatabilecek "gençlerden" çıktığını belirtiyordu.
Uluslararası şebeke mi gerekiyor?
Oligarkların Abramoviç, Berezovskiy ile Gusinskiy başta olmak üzere, ağırlıkla Yahudiler'den oluştuğunu Goldman eklemektedir.
Bu anlatılanların, Rusya'ya özgü olmadığına ve sıkça dinlediğimiz, "bakkaldan büyüyen saygın işadamı" masallarına ters olduğuna kuşku yok. Oligark'ın servetinin kaynağı, başkalarının varlıklarına el koymadır ve zor kullanımıdır. Devleti kendi çıkarları doğrultusunda kullanabilmek ise elzemdir. Mafyatiklik, saygın işadamına evrilmede bir yol ve bu oligarşik devletin yeni üslubudur.
Izbandutlar
Bunu en iyi bilenler, herhalde ülkemizde bulunuyor. 24 Ocak 1980 ve 12 Eylül 1980 olmak üzere, iki doğum tarihine sahip Turgut Özal "özelleştirme" adı altında yağma çanını çaldığında başlayan banker ve müteahhit şölenini hâlâ anımsıyoruz; devlet katında yükselen bu asalak sınıfını, sinemamızdan fıkralara kadar her yerde konu ediyorduk.
İlginçtir, benzer bir yaygınlığı ve eleştiriyi 2002 yılından bu yana göremiyoruz. Herhalde, artık iyice semirmiş olmalarındandır. Devletin her bir organındaki konumlarından emin, eğlence sektörüne, medyaya hükmedecek kadar irileşmiş durumdadırlar.
Bitmiyor, türüyorlar. Devletin fabrikaları, depoları yetmiyor, devlet arazilerini, o da yetmiyor, devlet arazilerini, o da yetmiyor, derelerini tepelerini, İstanbul siluetini "ellerine geçiriyorlar". Daha Türkçe'yi doğru düzgün kullanamayan, "kaçak yapı inşa ettiğini" söylemekten çekinmeyen biri, işçilere "Pazar günü de çalışın" buyurabiliyor. O sırada bir diğerinin, dünyayı yatla dolaştığında ne maceralar yaşadığını, yine kendi gazetesinde okuyoruz. Daha dün işadamlığından bakanlığa yükseltilmiş başka birisi, "meslek eğitimini" de şirketlere devredeceğini söylemekten çekinmiyor. Başka deyişle, insanlarımızın alacakları eğitim de oligarklara emanet edilmek üzeredir.
Oligark, artık gizlenme gereği duymuyor. Açıktır, çünkü insanımızın savunmasız kaldığına emindir. Artık düşürülmüş gemiyi yağmalarken kahkaha atan korsanların rahatlığını görüyoruz.
Osmanlıca öğrenirken, çoğu arkadaşım gibi, Divanî yazıda özellikle zorlanıyordum, önümdeki 17. Yüzyıl'a ait bir belgeydi ve bir sözcüğü ne yapsam çıkaramıyordum. Kağıdı evirdim çevirdim, mümkün değil. Sonunda hocaların yardımıyla ızbandut olduğunu anlayınca çok şaşırdım. Muhtemelen İtalyan denizciliğinden öğrenilmişti ve "banduto", İngilizce'de "bandit", yani haydut sözcüğünden geliyordu; Osmanlılar "korsanı" anlatmak için kullanıyorlardı. Gemi batırıp yağmalamak işleridir; yalnızca zenginlikleri değil, ikballeri de buna bağlıydı. Ortaçağ'da, kaptan-ı deryalar akademiden değil, yağmacılıktan çıkarlar. Oligarklarımız batırdıkça semiriyorlar, izbandutturlar.

Barış Zeren
Hakimiyeti Milliye
Tags

Yorum Gönder

0Yorumlar
Yorum Gönder (0)