Cazim Gürbüz yazdı:"Etnik Bölücülüğün Siyasi ve İdeolojik Yanı (1)"

PKK, 30 yıldır kendisine yazılan senaryoyu oynuyor
Pamukoğlu: Aynı sahnede 30 yıldır kendisine yazılan senaryoyu oynamaya devam eden PKK’nın başını çektiği Kürt şovenlerinin dışında, Kürt vatandaşlarımız dahil, hiç kimsenin ülkesi ve bayrağıyla bir sorunu yok.
Cazim Gürbüz
Etnik bölücülüğün siyasi ve ideolojik yanını HEPAR lideri Osman Pamukoğlu ile konuştuk:
Soru: Paşam, Batı’nın bir "oynak yer" politikası var, biliyorsunuz. İnsanın oynak yerlerine, yani dirsek ve dizlerine sopa ile vurulduğunda, bir süre kollar ve bacaklar hareketsiz halde kalıyor ve o insanı evire çevire dövebiliyorsunuz. Ülkelerin de oynak yerleri var; günümüzde böylesi durumlar daha çok etnik ve dinsel kışkırtmalar yoluyla oluyor. Batı, bizim oynak yerimiz olarak zaman zaman alevi-sünni ayrılığını, dinsel gericiliği, ama daha çok da Kürtleri görüyor. 150 yıldır bu böyle. Çok gerilere gitmeye gerek yok. Bugünkü PKK Hareketinin temeli, ülkemizde 1965’lerde TİP’in doğu mitingleriyle "Azadi Kürdari (Kürtlere Özgürlük", "Doğu’da Milli Zulme Son" sloganlarıyla başladı, önce sol fraksiyonlara yapışık olarak giden Kürtçülük, daha sonra ayrılarak Devrimci Doğu Kültür Ocakları’yla (DDKO) sürdü. 12 Eylül İhtilali’ne yakın günlerde bu hareketin içinden o günkü deyimle "Apocular" çıktılar. Seri cinayetler işliyorlardı ama çok fazla etkili değillerdi Kürt hareketi içinde, sonra 12 Eylül oldu, yanlış işler oldu, bu yanlış işlerin kucağında PKK adlı örgüt büyüdü, boy attı, Suriye’ye giderek orada yuvalandı ve baş belası oldu. Paşam, önce buraya kadarını sorayım, buraya kadar biz, bizim devletimiz, ne yaptı. -İşin asayiş boyutunu sormuyorum- Bu sorunun özünü kavrayıp buna göre, kısa, uzun ve orta vadeli politika ve senaryolar üretebildik mi? Yani bir Kürt politikamız oldu mu? Olduysa neydi Tanrı aşkına? Bunu şunun için de soruyorum, başımız döndü devletimizin zikzaklarından; önce "Kürt yoktur, Kürtler Türk’tür" dedik, Kürt demeyi suç saydık, Kürtçe’yi yasakladık Sonra silahlı eylemler Doğu’yu sarınca "Kürt realitesini tanıyoruz" dedik. PKK’ya "üç beş eşkıya" diyen Turgut Özal, "Federasyonu tartışmalıyız" diyecek konuma geldi. Sonra gün oldu, TRT Şeş’i açtık, o Kürt realitesi, Türk realitesini inkâr edecek, ettirecek boyuta geldi...
Cevap: Her ülkenin de oynak yeri var. Üzerine gider güçlü bir mali destekle propagandayı yoğunlaştırır, parayla çalıştırdığınız sivil toplum kuruluşlarını da o ülkenin etnik ve mezhep yapılarına odaklarsınız, zaman içerisinde sonuç almamanız mümkün değil.
Milliyet ve din, dünyanın tüm coğrafyalarında istismara, sömürülmeye en açık duygulardır. Damlanın sabırla taşta delik açıp sonunda onu çatlatması ne ise, bu konu da aynıdır. Dünyanın her yerinde rejimlerin ismi, monarşi, aristokrasi, demokrasi, ne olursa olsun, nasıl hâkim kuvvetler varsa; ekonomik ve askeri güç olarak yükselen devletlerin de ulusal çıkarlarına fayda sağlayacaklarını düşündükleri coğrafyalarda menfaat girişimleri kaçınılmazdır. Bu ihtiras karşısında, ne hukuk ne de rejimin şu veya bu oluşunun bir anlamı yoktur. Ulusal çıkar her şeydir, onun dışında hiçbir şeyin zerrece kıymeti yoktur. Bu hep böyle mi oldu? İnsan düşünce kültürü ve gücü arttıkça değişir mi? Hayır! Hiçbir şey değişmeyecektir. Çağlar değişir de, insanın doğası değişmez. Dünya, oldum olası, kaynak neredeyse, onu paylaşmanın türlü dalavereleriyle uğraşıyor. Sebebi tek ve basittir. İnsanın kötü huylarının ilk sırasında ikiyüzlülük ve açgözlülüğün yer almasıdır.
"Devlet" ve "devlet adamlığı" bir ulus için hayatidir. Çıraklıktan itibaren sanat, kültür, bilim, tarih ve doğa yasaları gibi alanlarda yetiştirip hazırlanmaları şarttır. Başka örneklere gerek yok; kendi tarihimize bakalım. Osmanlı şehzadeleri Amasya, Manisa, Trabzon gibi şehirlerde zamanın en kültürlü, her biri kendi alanında üstat hocalar tarafından felsefe, edebiyat, fizik, astronomi, siyaset, savaş sanatı, dünya tarihi, yabancı diller konularında altı yaşından itibaren yetiştirildikten sonra, devletin başına zamanı geldiğinde geçmişlerdir. 1595 yılına kadar da, daima ordularının başında generallik yapmışlardır. Hem siyasi, hem de askeri liderdirler... Politika iflas ettiği zaman savaş kaçınılmazdır. Dün aynıydı, bugün aynı, yarın da böyle olmaya devam edecektir.
Bunları neden anlattım. Sorunuzun cevabının asıl sebepleri bunlar da onun için. Sezgi yok ön alamıyor, cesaret yok üstüne gidemiyor, entelektüel değil, neyin nasıl olduğunu kestiremiyor. Ülke olarak eksik bir şeyimiz mi var? Kesinlikle yok... Ama zihin ve ruh olarak güçlü hissetmedikleri için kendilerini, boyun eğmeye, "yabancılar ne diyecek?" diye dokuz doğurmada üzerlerine yok... Türkiye’de devlet yönetim sistemi, acemi nalbantın devlet harasında öğrenmesi gibi... Konuşmalarına bakın, "çıraklık, kalfalık" laflarını görürsünüz.
Devleti insanoğlunun var etme sebebi, güvenlik ve adaletin sağlanmasıdır. Devletin gücü; siyasi, mali ve askeri unsurlardan oluşur. PKK meselesi, devletin siyasi ve güvenlik konuları içerisinde en başta gelenidir. Sorunuzda da belirttiğiniz gibi aşama aşama, beceriksizce, bir sivilcenin önce yaraya, sonra da kangrene doğru yol almasına neden olmuştur. Soruna içeriden önce, dışarıya bakmaları gerekiyordu. Her şey orta doğuda söz sahibi olmak ve siyasi yapıları etkilemekten geçiyordu. Tanım basitti; Türkler, Araplar, İran ve İsrail bölgenin güçleridir. Dördünün de aralarında dolaylı dolaysız, açık kapalı ihtilaf ve çıkarları mevcuttur. İsrail hariç, dördünde de bir etnik halk yaşamaktadır. Batı, Türkler, Irak ve Suriye Arapları ile ve İran’la hiçbir dönemde, kendilerine göre, güvenli bir siyaset yürütememiştir. Sonuç: PKK sahnededir... 30 yıldır da aynı sahnede kendisine yazılan senaryoyu oynamaya devam etmektedir.
İşler "Türk realitesini inkâr edecek, ettirecek boyuta geldi" ifadesine gelince. 6-7 yıl önce Türkiye’de etnik meseleleri saplantı haline getiren ülkelerden birine ait kurumun yaptığı araştırma aynen şöyle:
Türkler 50 milyon, Kürtler 12 milyon, Çerkezler 2 milyon, Boşnaklar 1.700 bin, Arnavutlar 1.300 bin, Gürcüler 870 bin, Araplar 805 bin, Çingeneler 700 bin, Lâzlar 80 bin, Ermeniler 60 bin, Yahudiler 20 bin, Rumlar 15 bin. Türkiye’de 8 ile 10 milyon arasında da Alevi mevcut. Tablo net ve su götürmez. Üstelik yapanların niyeti de belli. Kaldı ki PKK’nın başını çektiği Kürt şovenlerin dışında Kürt vatandaşlarımız dâhil hiç kimsenin ülkesi ve bayrağıyla bir sorunu da yok. "Hak ve eşitlik" konusundaki alacak ve hesap sormalarına gelirsek, bu tüm yurttaşlarımız için zaten temel mesele. Çenebazları, demagogları ve şaklabanlarıyla yaşamaya çalışan yozlaşmış demokrasi; rüşvet ve talanla yürütülmeye çalışılan devlet düzeni, bu topraklarda yaşayan bütün insanlarımızın sorunu.
"Türkiye" sözcüğünün nereden geldiğini de bir kere daha herkese anlatmakta yarar görüyorum: Bu söz ilk kez 1090 yılından itibaren Anadolu’ya giren Haçlı Orduları tarafından kullanıldı. Üst üste 11 kez bölgeye girdiler. Geldiklerinde de karşılarında Müslüman Selçuklu Türklerini buldular. Haçlıların başlarına gelenler tarihte bellidir. Haçlı orduları geçmek zorunda kaldıkları Anadolu coğrafyasındaki halkı tanımlamak için, Türkçe konuşan insanların yaşadığı alanlar anlamında "Turciye" adını verdiler. 1908’e kadar pek kullanılmayan bu sözcük, o tarihten itibaren "Türkiye" olarak günlük yaşama girdi ve halkın her kesiminin dilinde yer aldı.
Soru: Paşam Devlet Planlama Teşkilatı 1984 yılında yayımladığı bir raporunda "Ülkemizde genel ve yaygın kültür birliği ve bütünlüğü sağlanması şarttır. Ulaşım ve haberleşme imkânlarının sınırlı ve gelişmemiş olması yüzünden, çeşitli yerlerde birliği bozucu mahiyette kültür farklılıkları baş göstermiştir" diyor. Antoine Roger adlı Batılı bilim insanı ve yazar ise:
"Toplumsal hareketlenme ile toplumsal benzeşiklik(asimilasyon) arasında ’optimal bir denge’(critical balance) bulunmalıdır. Toplumsal benzeşiklik yeteneği en azından toplumsal hareketlenmeye denk olmalıdır. Ulusal kimlik billurlaştığında toplumsal benzeşiklik toplumsal hareketlenmeden büyük yahut buna eşittir. Homojen ve kusursuz biçimde eşgüdümlü bir ’haberleşme ağı’ tedrici olarak oluşur. Etnik milliyetçilik, bu ağların birbirine engel oldukları ve akışkan bir iletişime izin vermedikleri zaman ortaya çıkar. O zaman toplumsal hareketlenme toplumsal benzeşmeyi aşar" diyerek ölçüyü veriyor. Sizce, biz, Kürtçü bölücülük açısından bu ölçüyü kaçırdık mı, yani etnik hareketlenme, toplumsal benzeşikliği aştı mı? DPT’nin 1984’teki tesbit ve teşhislerine acaba neden kulak verilmedi? Siyasal iktidarlar kulaklarının üzerine yattılar diyelim peki o ünlü "derin devlet" ne yapıyordu o sıralarda?
Cevap: İletişim, ülke yurttaşlarının kültürel anlamda kaynaşmaları, sorunlarını birbirine aktarıp çareler aramaları, kaderde ve kıvançta bir olmaları için elbette şarttır. Ama Türkiye Cumhuriyeti 90 yıla yaklaşan yaşıyla henüz fidedir ve ağaç olup köklerini güçlendirmesi için zamana ihtiyacı vardır. Şu unutulmasın: 10 yıl aralıksız savaşmış bir ulus, eğitilmiş gençlerini cephelerde kaybetmiş, okuma-yazma oranı konuşulmaya değmeyecek ölçülerde; bankaları, madenleri, limanları yabancılarda, tarlalarını yarı aç yarı tok işlemeye çalışıyor, sanat kollarının nerede ise tamamı Hıristiyan ve Musevi tabanın elinde, Yunanlılar nerede ise Ankara’ya girmek üzere... Bütün olumsuzluklara rağmen Birinci Dünya Harbi galiplerinin kaybeden ülkelere dayattığı antlaşmaları reddeden ve boyun eğmeyen tek ulus biziz... Her çağ, her devir onu yaşayan nesle en iyi gelir. İnsan hafızası işte budur. Bilmez ki, bir sonrakiler de onu eleştirecek, hatta yerden yere vurabilecektir. Buna düşük ve zayıf bilinç denilebileceği gibi, nankörlük dense de yanlış olmaz. Bakınız benim babam 101 yaşında. Önce Osmanlı delikanlısı, sonra Cumhuriyet vatandaşı... Her gün ilk işi, halen nedir biliyor musunuz? Kendisinin "ajans" dediği haberleri tv’den izlemek ve değerlendirme yapmak. İmparatorluğun nasıl çöktüğü, kurtuluş savaşının çileleri, Atatürk dönemini, 10 Kasım 1938’den bugüne kadar da bu ülkede olup biten her şeyi kıyaslayarak, haberleri, yüzünü buruşturarak öfkeyle izlemeyi sürdürüyor. En sık kurduğu cümleler şunlar: "Bu adamlarla devlet olunmaz, memleketi batırdılar", "Her gün askerlerin ve polislerin şehit edildiği topraklarda hükümet yoktur".
"Derin devlet" lafı, ütopik bir kavram... Şöyle de denilebilir: "Demek ki yokmuş". Şayet hükümet dışında birtakım kişiler, illegal yapılar, çıkar çeteleri kastediliyor ve faaliyet gösteriyorlarsa, bu, hükümetlerin acizliğidir. Ülkenin güvenliğinde bir başıbozukluk olduğunu gösterir. Siyasi kararlılık göster, mahkemeleri hızlı çalıştır, sonunu getir... Devletler de ikiyüzlüdür. Her hükümetin bir "örtülü ödeneği" vardır. Ne işe yarar bu para? Birbirlerinin menfaat alanlarına çomak sokmaya... Para tek başına ne yapsın? Örgüt kuracaksın, ajan besleyeceksin, adam satın alacaksın, silah ve teçhizatla donatacaksın. Önüne derin lafı konacaksa, devletin değil hükümetin önüne konularak "Derin Hükümet" yapılmalıdır. Çünkü bu faaliyetleri sadece hükümetler planlar, yürütür ve finanse ederler. Devletin diğer unsurları, başta halk olmak üzere hiçbiri bilemez. “Derin Hükümet” i PKK işine bağlarsak; ne derini! Sığ ki ne sığ... Gelinen yere baktığımızda her şey ortada değil mi?

Türkiye’de devlet yönetim sistemi, acemi nalbantın devlet harasında öğrenmesi gibi... Konuşmalarına bakın, “çıraklık, kalfalık” laflarını görürsünüz.

Çenebazları, demagogları ve şaklabanlarıyla yaşamaya çalışan yozlaşmış demokrasi, bu
topraklarda yaşayan bütün insanlarımızın sorunu...


Cazim Gürbüz
Yeniçağ

YARIN: Bunlar akıllı, koca millet aptal!
Tags

Yorum Gönder

0Yorumlar
Yorum Gönder (0)