Malta Sürgünleri ile Tunceli İsyancıları Arasındaki Fark Nedir?

CHP eski genel başkanı Deniz Baykal’ın Silivri’de tutuklu bulunanlar için ‘Malta Sürgünleri’ benzetmesi bizi oldukça etkilemişti. Konuyu araştırmış ve Malta sürgünleri konusunda epey bilgi edinmiştik ve sizlere burada duyurduk: Bakınız: http://www.ilk-kursun.com/haber/83097 .
Bu açıklamanın hemen ardından Başbakan Erdoğan’ın, ‘Siz Malta derseniz ben de Dersim derim’ ya da ‘Çete görmek istiyorsanız, Dersim’de olanlara bakın’ gibisinden sözlerini duyunca, merakımız daha da arttı. Çünkü bir yanda ana muhalefet partisi başkanı Malta sürgünlerini, kurtuluş mücadelesini veren kahraman aydın ve askerlerin İngilizlerce gözaltına alınıp susturulması olarak görüyor ama öte yanda iktidar partisi başkanı, Malta’yı görmezden gelip Tunceli’de yaşanmış trajediyi bir ‘çete işi’ olarak algılatmaya çalışıyordu. Hangisi doğruydu? İşin aslı, biz ne Dersim’i biliyorduk ne de Malta’yı… Açıp okuduk sizler için, çocuklarımız için, gerçeğin ortaya çıkması için…
Malta’yı biliyoruz, hangi şartlarda kimlerin işi olduğunu da biliyoruz. Gelelim Dersim’e. Dersim, şimdiki adıyla Tunceli ilimizdir. Doğusu Bingöl, kuzeyi Erzincan, batısı Malatya, güneyi Elazığ’dır. 1930 yılı itibariyle için için kaynamaktadır. Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey, 2 Şubat 1926 günü İçişleri Bakanlığı’na vermiş olduğu raporda olacakları sezmiş gibidir;
“Cehaletin, geçim darlığının, iç ve dış aldatmaların, Kürtlük eğilimlerinin, son irtica hareketinin tedipten doğan intikam hislerinin, dini ve içtimai devrimler vesilesiyle kara kuvvetlerinin uyandırdığı kötü telkinlerin etkisi altında bulunan avam halk; reis, şeyh, bey ve ağanın esir ve oyuncağıdır. Şekavet bunların kışkırtması ile olmaktadır1…”
Vali Cemal( Bardakçı) Bey, Hamdi Bey kadar sert değildir. Cemal Bey, Dersim Alevileri ile dostluk kurmayı başarmıştır;
“ Alevi ve halis Türk olan Türkmenler, Yavuz zamanından beri müthiş Basklılara maruz kalmış ve on binlercesi merhametsizce öldürülmüşlerdir. Dersim kargaşalıkları, büyük-küçük memur ve mutaassıp hocaların tahrik ve teşviki ile cahil Sünni ahali tarafından haklarında reva görülen muamelelerden doğmaktadır. Baskılar son bulur ve şuurlu bir şekilde hareket edilirse, Cumhuriyet’in sadık ve fedakâr hadimleri olabilirler…”
Aslında Vali Cemal Bey, bu işin aslını derinden derinden araştırmış bir devlet adamıdır. Sorunun kökü tarihin derinliklerinde yatmaktadır. Osmanlı Türk’tür, Türk olmasına karşın ‘ben Türk’üm’ dememiş, “Osmanoğulları” adıyla yola çıkarak bir dünya imparatorluğuna soyunmuş, farklı milletleri bünyesinde barındırmıştır ama aslını unutmuştur. Vali Cemal Bey’in hu konudaki tespitlerine katılmamak mümkün değildir;

“…Dersim seyahatimde Türkçe bilmeyene ve Kürt tipine rastlamadım. Sünniler Alevilere Kürt, Aleviler de Sünnilere Kürt derler. Kürtlere komşu Dersim Alevilerinde Türk’ten başka bir millet oldukları kanaati olmakla beraber, memurlar da bu hataya düşmüşlerdir… Dersimliler öldürülme ve sürülmeden korkuyorlar… Dört yüzyıldan beri, Dersim’e hükümet girmiş değildir. Her Dersimli hayatını, malını muhafaza duygusuyla silah bulundurmak zorunda kalmıştır…”
Elbet bu yazılanları ‘can nedir’ bilenler anlar, ‘can korkusu nedir’ görenler anlar. Alın bu satırları 2011’in Türkiye’sine götürün, bakın bir doğuya, ne görüyorsunuz; devlet içinde devlet olmuş bir eşkıya, üstelik devlet eliyle devlet yapılmış bir eşkıya! ‘Efendim kendini makarnaya satmasın’ diyenleri duyuyor gibiyiz, mesele makarna değil ki doğuda, candır can, devlet canı korumazsa ne yapsın vatandaş! Başbakan’ın koruma ordusuyla gittiği Van’a, Hakkâri’ye, Şırnak’a, Şemdinli’ye, vatandaş nasıl gitsin korkmadan, korku nedir bilmeden!
Vali Cemal Bey iyiydi, iyi niyetliydi, iyi şeyler düşünüyordu;
“ Çare neydi? Okul açmak, yol yapmak, yöreye bayındır hizmetleri götürmekti. Bir de Seyid Rıza’nın Elazığ’a yerleştirilmesi gerekiyordu. Bu önlemler alınırken mezhep ayrımları aşağılama konusu olmamalıydı…”
Bugün ülkemizi yönetenler Vali Cemal kadar olamadılar, dini mezheplerimizi bir ayrım gibi gördüler, bazılarını aşağılama bazılarını ise yüceltme yoluna gittiler, ama bu davranışlarıyla bize hizmet etmediler, İsrail’e hizmet ettiler. Bakınız İsrail’in ‘dini mezhep ve etnik köken temelinde ayrıştırma stratejisine’2…
Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak, Dersim olayı ile yakından ilgilenmektedir. Aldığı raporlar ve kendisine ulaşan bilgiler sonucundaki bu mesele için görüş ve önerileri şudur;
“ Dersim asırlarca nüfuz edilmemiş, hükümete önemli sorunlar çıkarmış, eşkıyalığı alışkanlık haline getirmiş mütecaviz ve soyguncu unsurları taşıyan bir adadır… Kuzeyden güneye, doğrudan batıya yollar yapılsa Dersim halkının şehirlere teması kolaylaşır, bu suretle fikren de gelişmeye hizmet edilmiş olunur…”

Mareşal Fevzi Çakmak, Dersim’in ıslahı için ilk aşamada yapılması gereken işleri de belirtir;

“Ana yolların inşası. Silahların toplanması. Reislerin, bey ve ağaların, seyitlerin bir daha gelmemek üzere Batı Anadolu’ya gönderilmeleri. Reisler alındıktan sonra halkın da en şerir olanlarının Dersim’den uzak ovalara sevki ve öz Türk köyleri içine dağıtılmaları. Dersim’de kalacak olanların da aşiret reislerinden alınacak olan araziye bağlanması…”
Aslında bütün mesele, Orta Çağ’dan kalma feodal yapının nasıl yok edileceği meselesine kilitlenmiştir. Osmanlı devleti içerisinde güç ve otoriteye sahip olan her kişi, her topluluk, her aşiret başkaldırmaktadır. Tek amaçları vardır; güç ve otorite olmak! Bu düşünceden doğan hareketler, Osmanlı’nın zayıfladığı her dönemde, Genç Türk Cumhuriyeti’nin de yeni kurulduğu bir dönemde Türk devleti ve milletinin karşısına hep çıkmıştır. Balkanlarda zayıflayan Osmanlı’ya Tepedelenli Ali Paşa isyan etmiştir, yeni bir güç ve otorite merkezi olmak için. Ardından, Mısır’da, Kavalalı Mehmet Ali Paşa isyan etmiş, onu Botan Emiri Bedirhan Bey izlemiştir. Üstelik Bedirhan Bey, kendi güç ve otoritesi kanıtlamak için, Hıristiyan küçük bir topluluk olan Nesturileri yok etmekten de çekinmemiştir.
Bedirhan Bey gitmiş, ardından şeyhler, şıhlar, seyitler, mollalar, hocalar gelmiş ve Osmanlı, ilk kez, dini bir otorite olan Şeyh Ubeydullah isyanı ile karşı karşıya kalmıştır. Bu savaş hiç bitmemiştir; aynı şeyh ve ağa sülalesinin çocukları, torunları bugün Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni esir almak istemektedir. Bakınız Bedirhan Bey’in torunlarına, hepsi Barzani bölgesinde gezinmektedir, bakınız Seyit Taha’nın torunlarına, hepsi güncel siyasette gezinmektedir…
Dersim’i karıştıran Seyid Rıza’dır. Şeyh Hasenan aşireti reisi, Ocak sülalesinden Seyid İbrahim oğlu Seyid Rıza, Yukarı Abbas Uşağı aşiretinin reisidir. Seyid Rıza, Hayderan, Kureyşen, Yukarı Abbasan, Ferhadan, Kara Baliyan, Bahtiyaran, Yusufan ve Kalan aşiretleri ile sıkı bir işbirliği içindedir. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya Seyid Rıza’dan yakınmaktadır;
“Seyid Rıza’nın günden güne nüfuz ve hükmünü artırdığı biliniyor. Yağma ve hırsızlıkların en çok istifade ettiği ve hükümet de en az ehemmiyet verdiği için, diğer aşiret ağaları görünüşte onu tel’in etmekte, fakat gerçekte ona gıpta eylemekte ve gittikçe nüfuz ve üstünlüğünün artmasını-istemeyerek de olsa- kabul etmektedir. Arz ettiğim hal ve manzara şahıslardan ziyade bir sistem ve o sisteme karşı idaredeki ihmalin neticesidir. Bu vaziyeti doğuran sistem, aşiret hayatı ve gelenekleridir. Bu sistemi muzır ve tehlikeli yapan sebep ise aşireti silahlı olasıdır…”

Dersim aşiretleri silahlıdır. O dönemde bu bölgede 15-20 bin silahlı olduğu değerlendirilmektedir. Bu silahların toplanması, devletin, Genç Türk Cumhuriyeti’nin güç ve otoritesinin tesisi için şarttır. Bölgenin silahtan arındırılması, cumhuriyet değerlerinin yerleştirilmesi için yeterli görülmemektedir. Orta Çağ’dan kalma feodal ağalığın, şeyhliğin, şıhlığın ve mirliğin de ortadan kaldırılması, cumhuriyet değerlerinin ülkenin en ücra köşesine kadar ulaştırılması gerekmektedir. Toprak reformu şarttır; ağayı ağa yapan toprak mülkiyetinin ağadan alınarak, toprağı işleyen köylüye verilmesi şarttır. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya bu amaçla hazırladığı bir ıslahat raporunu Başbakanlığa sunar;
“Halkı toprağa bağlamak. İdari teşkilatı yeniden düzenlemek. Gönüllü, ideal sahibi ve iyi memurları Dersim’e tayin etmek. Yerli memurları havaliden uzaklaştırmak. Adliye mekanizmasını mutlak surette adilane ve seri bir suretle işletmek. Yollar yapmak. Mektepler açmak…”

İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın talebi doğrultusunda, Batı illerine doğru yer değiştirmesi istenen ağalar ve beylerin listesi hükümete sunulur. Buna göre 347 aile yer değiştirir. Bunlardan 76’sı Tekirdağ, 38’i Edirne, 56’sı Kırklareli’ne, 65’i Balıkesir’e, 73’ü Manisa’ya, 34’ü İzmir’e gönderilir…
Yıl 1932’dir. O günden bugüne değişen bir şey, ne yazık ki, olmamıştır. Alın bu yılları, getirin günümüze; ağalar yine ağadır ve toprak sahibidir, şeyhler, seyitler yine dini otoritedir ve halkımızı peşleri sıra sürüklemektedir. Yerel memurlar yine yerel memurlardır ve masum halkımızın devlete olan güvenini kuruş kuruş harcamaktadır. Adliye yine aynı adliyedir, hakkınızı almak için size yıllar gerekir, adalet duygusu yine yoktur. Hal böyle iken, Başbakan Erdoğan’ın ısrarla “Dersim, Dersim” demesinin altında sizce ne yatmaktadır…

Aynı yıl İskân Kanunu çıkarılır. Bu kanun göre nüfus düzenlemesi ve yayma yetkisi İçişleri Bakanlığı’na verilir;
“Türkiye’de Türk kültürüne bağlılık dolayısıyla nüfus oturuş ve yayılışının, bu kanun uygun olarak İcra Vekillerince yapılacak bir programa göre düzeltilmesi Dahiliye Vekilliği’ne verilmiştir3…”
Bu yasayla aşiret ayrıcalıkları kaldırılmıştır, ağaların masum halkımız üzerindeki egemenliğinin kırılması hedeflenmiştir. Ama Atatürk devrimlerinden beklenen hedeflere ulaşılamamıştır, hala da ulaşılamamıştır… Aradan yıllar geçer. 1960 yılı 27 Mayıs’ında Demokrat Parti’yi devirerek yönetime el koyan ihtilalciler, ‘2510 Sayılı İskân Kanunu’na Ek 105 Sayılı Kanun’u kabul ederek, aralarında şeyh Sait’in yakınlarının da bulunduğu ‘55 Ağa’yı’ Doğu ve Güneydoğu illerinden Batı Anadolu’ya sürerler. Yasanın amacı; sosyal bakımdan feodal sistemin izlerini sürdüren ve ‘teokratik geriliğin zararlı karakterini temsil eden’ ortaçağ temsilcileri ağa, bey, şeyh adları altındaki ‘mütegallibe’nin ortadan kaldırılması, sosyal, demokratik, hukuk nizamının hâkim olmasını sağlamaktır…
Ama bu amaca ulaşılamaz, çünkü göç ettirilen ağalar, beyler, şeyhler ve şıhlar eski yerlerine geri döner. Bu durumda ‘ceza yasası’ devreye girmesi gerekmektedir ama yasaya karşı hile yollarıyla bunlar aşılır, eski tas eski hamama dönülür. İskân Kanunu ile Türkiye’ye 247 bin 295 göçmen gelmiştir. Bu göçmenlerden çok azı Doğu illerine gönderilmiştir. Rumeli göçmenlerine ise, Doğu’da yerleştirildikleri yerlerin tapuları verilmemiştir. Onlar da on –on beş yıl sonra, gerisin geriye, Batı Anadolu’ya geri göç etmişlerdir…

Aradan üç yıl geçer. Dersim’in ıslah planı, bu üç yıl içinde uygulanmaz. Konu İsmet Paşa tarafından ele alınır. Askeri bir harekât şarttır. Feodal ağalığın yıkımı için sürgün planları hazırdır. Tunceli Islahı ile ilgili ilk adımlardan biri ‘Gizli Nüfusların Sayımı Hakkındaki Kanun’ ile atılır. Kaydı olmayanların nüfusa kaydı ile ölüm, doğum, boşanma gibi medeni bilgilerin nüfusa kayıt edilmesi zorunluluğu getirilir. Ardından Soyadı Kanunu, Efendi, Bey, Paşa Gibi Lakap ve Unvanların Kaldırıldığına Dair Kanun ve ve derken Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair Kanun yürürlüğe konur. Artık ‘Ağa, Hacı, Hafız, Hoca, Molla, Efendi, Bey, Beyefendi, Paşa, Hanım, Hanımefendi ve Hazretleri’ gibi unvan ve lakaplar da kaldırılmıştır. Türkiye yeniden oluşmakta ve biçimlendirilmektedir4…
Bu hedeflenen amaçlara ulaşmak ve ortaçağ kalıntılarını, tıpkı Bedirhan Bey’in ortadan kaldırıldığı gibi, temizlemek için Tunceli Kanunu adı ile ‘Tunceli Vilayeti’nin İdaresi Hakkındaki Kanun’ çıkarılır. Başbakan İsmet İnönü, ‘ilmi tetkik mahsulü’ olduğunu belirttiği bu kanunu şu sözlerle savunur;
“Kendilerini bir takım ağaların, mütegallibelerin nüfuz tesirlerinden korumaya muktedir olmayan, hatta cehaletleri yüzünden bu gibi kimselerin, içlerinde meydana gelmesine bilmeyerek, istemeyerek dolayısıyla sebep olan bu zavallı halkı, hükümet daha yakından vesayet altına almayı ve olgun vatandaşların kanunları anlayarak onlara mütekabilen riayet ederek, kendi kendilerine koruyabildikleri haklarını buralarda hükümet cihazlarıyla kesin, kati ve yakından koruyacak tedbirler almaya lüzum vardır…”
Tunceli Kanunu’nun, TBMM Genel Kurulu’nda tartışılmadan, kabul edilen birinci maddesi ise şudur;
“Tunceli Vilayeti’ne ordu ile irtibatı baki kalmak ve rütbesinin selahiyetini haiz bulunmak üzere korkomutan rütbesinde bir zat, vali ve komutan seçilir…”
“…Korgeneral Abdullah Alpdoğan, ‘Tunceli Valisi, 4. Umum Müfettişi ve Kumandanı’ olarak atanır. Kendisine verilen görevleri ve kendinden beklenen görevleri de bilmektedir. Alpdoğan, Koçgiri ayaklanmasını bastıran Merkez Ordusu’nun Kurmay Başkanı’dır. Ayaklanmacılar Alpdoğan’ı, Korgeneral Alpdoğan da ayaklanmacıları çok iyi tanımaktadır. Korgeneral Alpdoğan 1 Şubat 1936 günü Elazığ’da görevine başlar. Tunceli’de her an ayaklanma beklenmektedir. Bir yandan şeyh Rıza, öte yandan General Alpdoğan, birbirlerinin adımlarını izlemektedir. İlk adımı kim atacaktır5?
Rahmetli Uğur Mumcu’nun Kürt Dosyası adlı kitabı, özü itibariyle burada bitmektedir. Şu ana kadar anlatımlarından anladığımız odur ki, rahmetli Mumcu, 1921 Koçgiri isyanı ile 1937 Tunceli ya da Dersim İsyanı arasında bir bağ kurmuştur. Koçgiri Türkmen aşiretidir, Alevidir ancak Halid-i Nakşî Kürt Şeyhi Seyit Abdulkadir tarafından kışkırtılmış, örgütlenmiş ve Cumhuriyet’e karşı isyan ettirilmiştir. 1991 Körfez Savaşı sonrasında Özal-ABD siyaseti eliyle PKK terör örgütünün silahlı bir güç haline getirilmesi, 1992’de, bu silahlı gücü Irak topraklarında yok etmek isteyen Orgeneral Eşref Bitlis’in bir kaza(?) sonucu aramızdan ayrılması ile yine bu siyasetin Irak’ta ‘Bir Kürt Devleti’ kurmayı planladığını açık açık anlatan Uğur Mumcu ile yine aynı düşüncelerdeki Binbaşı Cem Ersever’in, 1993’te, öldürülmesi olaylarını yan yana getiriniz.
Ardından yapılan Özal-PKK ateşkesi, Bingöl’deki 33 er olayı ile çatışmaların Türkiye’ye çekilmesi ve hemen ardından Madımak ve Başbağlar’daki Alevi kardeşlerimizin katledilmesi olaylarını da yan yana getirdiğimizde, ortaya çıkan gerçek şudur: Bir yandan İsrail’in ‘etnik-dini temelde ayrıştırma planı’ hayata geçirilmekte, öte yanda da ‘etnik-dini temelde çatıştırma’ senaryoları yürürlüğe konulmaktadır…
Seyit Taha oğlu Şeyh Ubeydullah’ın oğlu Nakşî Halid-i Kürt Kürt Şeyhi Seyit Abdulkadir’in, Alevi Türkmen kardeşlerimizin Koçgiri ayaklanmasında taşıdığı rol, bu çerçevede açık ve nettir; Seyit Abdulkadir, Mustafa Kemal Cumhuriyeti’ni Yavuz Selim saltanatı sanmış ve Kürt İdris-i Bitlisi rolüne soyunarak kardeşi kardeşe kırdırmaya çalışmıştır. Tüm bu araştırmaların ışığında inanıyoruz ki Dersim İsyanı’nda da benzer düşünceler ve kişilikler hâkimdir. Rahmetli Uğur Mumcu boşuna ‘Kürt Dosyası’ kitabını kaleme almamıştır, yine inanıyoruz ki tarih bizi bunu doğrulayacaktır. Dönelim rahmetli Mumcu’nun son satırlarına, bakalım, Elazığ’a gelen General Alpdoğan ne yapmış;

“Söyle Nuri söyle!.. Niçin kendini benden saklıyorsun? Niçin hakikati benden gizliyorsun? Ben seni tanımıyor muyum sanıyorsun? Sivas’ta Koçgiri olayını tertip ve oynadığın roller esnasında ben Nurettin Paşa’nın Kurmay Başkanıydım. Yaptığın planlarla, daha sonra Dersim’e kaçtığını ve orada da yıllarca Dersimlileri tahrik ve teşvik ettiğini, yani bütün melanetlerini tamamen biliyorum. Hala aynı maksat ve emel peşinde koşarak Dersimlilere rehberlik ediyor, şuna buna yol gösteriyorsun6…”
4. Umum Müfettişi Korgeneral Abdullah Alpdoğan, 1 Şubat 1936 günü Elazığ’a trenle gelmiş ve istasyonda halk tarafından alkışlanarak karşılanmıştı. Karşılayanlar arasında ‘Baytar Nuri’ olarak bilinen veteriner hekim Muhammed Nuri Dersimi de vardı. Baytar Nuri, 17 Nisan-17 Haziran 1921 tarihleri arasında yaşanan ‘Koçgiri Ayaklanmasının’ liderlerinden biriydi. General Alpdoğan, Elazığ’a gelir gelmez Baytar Nuri’yi aramış bulmuş ve hemen makamına çağırmıştı. Odada Kurmay Binbaşı Şevket ve adli müşavir Faik Baturay da vardı. Paşa öfkelenmiş bağırıyordu;
“Elazığ’a geldim. Burada olduğunu haber aldım. Vazife başına geçtiğim birinci günün, birinci dilekçesinin senin teşvikinle yazıldığını öğürendim. Ve senin hala aynı gaye ve maksattan vazgeçmemiş olduğuna kanaat getirdim….”
Baytar Nuri(Nuri Dersimi).
Gerçekten de Baytar Nuri, Pehami Köyü’nden Ali Ağa’^ya bir dilekçe yazarak Alpdoğan Paşa’ya göndermişti. Dilekçede; ‘Dersim’deki arazilerin hükümete bırakılması, buna karşılık kendilerine Batı illerinden arazi verilmesi’ isteniyordu. Alpdoğan, dilekçeyi alır almaz hemen olayı araştırmış ve dilekçeyi yazanın Baytar Nuri olduğunu saptamıştı. Ağrı ayaklanması üzerinden henüz altı yıl geçmiştir. Koçgiri Ayaklanması’nın liderleri de Dersim’dedir. Yörede her an bir ayaklanma beklenmektedir…
Umum Müfettişlik 1925 yılındaki Şeyh Sait ayaklanmasının sonrasında kurulmuştur. Tunceli’ye neden bir general, vali ve komutan olarak atanmıştır? Bunun nedeni, Şeyh Sait ayaklanmasından sonra süre gelen ayaklanmaların Tunceli’de de başlayacağı kuşkusudur. Çünkü Şeyh Sait ayaklanmasından sonra ‘Raçkotan ve Raman Tedip Harekâtı’ başlamış, ardından ‘Sason Ayaklanmaları’ baş göstermiştir. Genç Türk Cumhuriyet’i bu ayaklanmalarla uğraşırken, Ağrı Ayaklanmaları başlamıştır. Elebaşısı İhsan Nuri’dir, Yüzbaşı Hilmi Bey’e kurşun atan hainlerden biri…
Derken Beyazıt’ın Muson ilçesinde ‘Yusuf Taşo Ayaklanması’, aynı süreçte ‘Koçuşağı Ayaklanması’, ardından ‘Mutki Ayaklanması’ ve peşinden de, bir binbaşımızın şehit edildiği ‘Alikan Aşireti Ayaklanması’ gelmiştir. Cumhuriyet’in ilk kurulduğu bu yıllarda, bu ayaklanmalarla uğraşılırken, İhsan Nuri yeniden ayaklanmış ve hükümeti ikinci bir Ağrı ayaklanması ile karşı karşıya bırakmıştır. Biri biterken diğeri başlayan ayaklanmalarda, biri için takip, yakalama, kovuşturma işlemleri başlatırken, ardından bir yeni ayaklanma daha çıkarılmaktadır. Ülkemiz ayaklanmalar, bunlara karşı takip harekâtı, tenkil harekâtı, yakalama ve soruşturma harekâtıyla uğraşmaktadır; Bicar Tenkil Harekatı, Asi Resul Ayaklanması, Savur Tenkil Harekatı… Yüzbaşı Hilmi Bey ve askerlerine kurşun atan İhsan Nuri, bu ayaklanmalar karşısında boş durmamış, bir kısmını planlarken, bir kısmına ise doğrudan katılmıştır; 1930 Oramar Ayaklanması… Bu ayaklanmaya Nakşi Halid-i Şeyhi Barzanlı Şeyh Ahmet de katılmıştır. 21 Temmuz 1930’da Oramar yani bugünkü ‘Dağlıca Bölüğü’ isyancılarla kuşatılmıştır, tıpkı 2007’de, PKK terör örgütü tarafından kuşatılmış olduğu gibi… Genç Cumhuriyet’imiz bu isyancıları yok eder, Şeyh Ahmed İran’a kaçar ve isyan bastırılır.
İhsan Nuri, yanında Ermeni Zilan.
Buna karşın Ağrı’da büyük bir ayaklanmanın hazırlığı başlar. Elebaşı yine İhsan Nuri’dir. Yanındaki kişiler ise, 1924’te Bembo’da, Yüzbaşı Hilmi Bey’e saldıran asilerdir. 1924 isyanı başarılı olamayınca İran’a kaçan İhsan Nuri, 1927’de Ermeni-Kürt örgütü HOYBUN’a katılır. Bu örgütün İhsan Nuri’ye verdiği rütbe ise; ‘PAŞA’ olur. Ermenilerle işbirliğine giden Yüzbaşı İhsan Nuri, birden ‘Paşa’ olmuş ve Ağrı isyanlarını yönetmesi için görevlendirilmiştir.
Üç yıl süren Ağrı ayaklanması 14 Eylül 1930 günü bastırılır. İhsan Nuri ve Ermeni Baron Vahan İran’a kaçmayı başarır. İhsan Nuri, 25 Mart 1976 günü, 84 yaşındayken, Tahran’da bir trafik kazası sonucu ölür. Ağrı isyanı bastırılmış ancak Tunceli için için kaynamaktadır. Gözler Seyid Rıza’ya çevrilmiştir. Yanında Hayderanlı aşiret reisleri Hıdır ve Kamer ağalar da vardır. Seyid Rıza, Hayderan Abbasuşağı, Yusufan Demenan, Harderan, Kureyşen ve Bahtiyar aşiretlerini örgütlemiştir. Şeyh Sait isyanına katılmayan ve 1225 baharında hükümet kuvvetlerinden yana tavır alan Dersim’in Alevi aşiretleri bu kez ayaklanmaktadır7…
İsmet Bozdağ:
“…Dersim(Tunceli) çevresi, yıllar yılı kaynayan topraklar haline gelmişti. Çeşitli dış mihraklar, bölgede cirit atıyordu. 1933-1934 yıllarında Türkiye’ye sokulan Ermeni Bogos ve Mehmet Nuri Dersimi(Baytar Nuri namı ile tanınır) Dersim ve çevresinde iki yıla yakın çalışmalar yapmış, buralarda yaşayan sade vatandaşları devlete karşı doldurmuştu. ‘HOYBUN Cemiyeti’ ile işbirliğine girişmişler, bütün yurtta etkileri görülen Kürtçülük hareketini tutuşturmuşlardı. Kürtler ilk kez, İslami sebeplerle değil de Kürtçülük sebebini öne çıkarak ayaklanmaya hazırlanmakta idi. Türk Hükümeti ve onun başındaki Atatürk, Hatay topraklarını Fransızların elinden kurtarmaya ve Türklerle dolu bu toprakları ülkeye katmaya çalışıyor; bu yüzden doğudaki çalışmaları izlemekle yetiniyordu. Fransızlar Hatay, İngilizler Musul yüzünden, doğu illerimizi karıştırıyorlar; güçlü bir ayaklanma ile hükümeti isteklerinden vazgeçirmeye çalışıyorlardı. Baskın, soygun yapma, askeri birliklere silahlı baskın olaylarından başka, doğu illerinde cirit atan Fransız ajanları; aşiretleri kışkırtıyorlar, onlara silah ve para yardımı yaparak ayaklanmalarını sağlamaya çalışıyorlardı. Bu nedenlerle doğu, her an patlamaya hazır bir barut fıçısı hainle gelmişti.
Ankara, gelişmeleri dikkatle izlemekteydi. Doğuya, bir genel müfettişlik kurmaya karar verdi ve kurduğu Dördüncü Genel Müfettişliği’nin başına Abdullah Alpdoğan’ı tayin etti. 21-22 Mart 1937 gecesi, Dersim’deki Kureyşan, Muş’taki Hayderan, Demenan ve Yusufan aşiretlerinden oluşan dört bin kişilik bir kuvvet hükümete başkaldırdı; Darboğaz köprüsü yıktı ve telefon hatlarını kesti…
80 kadar isyancı, Kalan ilçesinin Pah nahiyesine girmiş, 1340 kişi de Şir köyündeki askeri birliklere saldırmıştı. İsyancıların başında Seyid Rıza vardı. Ayaklanma bir buçuk yıl sürdü. İsmet İnönü’nün başbakanlığında başladı, Celal Bayar’ın başbakanlığı sırasında bitti. İnönü askerdi; savaşlar, ayaklanmalar görmüş, yönetmişti. Fakat Celal Bayar, İnönü kadar bu konuda deneyimli değildi. İsyanı bastırmak ve ehliyetini ispatlamak istiyordu. Bu yüzden en çok kan katılan isyan, bu isyan olmuştur. … Bu yazdıklarımın incelenmesinden bir kitap daha yazılabilir… Fakat bu kitabın, okuyucularımın düşünceleri içinde yazılmasını daha yararlı buldum. Hiçbir zaman kabahat, tek taraflı değildir. Bir “anlaşmazlık” varsa, bir gerçek ve iki çıkar var demektir8…”
Yunan ordusunun Ege’de taarruzları ile eş zamanlı olarak çıkarılan Koçgiri ayaklanması, 1921’dedir. 1922’de Özdemir Bey, bir avuç askeriyle İngilizlere karşı Revandiz’de( Musul bölgesi) savaşmaktadır. Şeyh Mahmut Berzenci, İngilizlerin tuzağına düşmüş ve Özdemir Bey kuvvetlerine karşı zaman zaman cephe almıştır. 1923’’te Cumhuriyet kurulmuş, 1924’te Hakkâri bölgesindeki Nesturiler isyan etmiş, Barzanlı Nakşi Kürt Şeyhi Ahmet ve peşmergeleri de bu isyana katılmıştır. Nakşî Kürt Şeyhi Şeyh Sait, 1925’te isyan etmiş ve Musul, 1926’da, kaybedilmiştir. Ardından Hatay sorunu gündeme gelmiştir. 1936’da Hatay meselesi ele alınır. Aynı yıl Tunceli isyanı çıkarılır. Üç yıl süren zorlu bir siyasi mücadeleden sonra, Hatay, 23 Haziran 1939’da, anavatan Türkiye’ye katılır…
Tarihi gerçekler budur. Malta sürgünleri, Mondros Mütarekesi(30Ekim 1918) sonrasında mütarekeye karşı direnen ve direnebilecek karakterde olan Türk askerlerinin, özellikle de cephelerdeki Türk komutanlarının İngilizler tarafından tutuklanması ve savaş esiri olarak Malta’ya sürgüne gönderilmesi olayıdır. İngilizlerin amacı, Türk halkının direniş gücünü, bu gücü yönetecekleri ve bu gücün ileri gelenlerini tutuklayarak kırmaktır9. Tunceli (Dersim) olaylarının bastırılış şekli konumuz ve değerlendirmemiz dışındadır.
Tunceli isyanında kanun gereği yerleri değiştirilenler, feodal ağalardır, ağalar, beyler, şeyhler, şıhlardır. Amaç, demokratik, sosyal hukuk nizamını ülkeye hâkim kılmaktır. Üstelik isyan kışkırtıcıları düşmanla işbirliği yapmıştır. Bugün kimse çıkıp diyemez ki, ‘gerek Şeyh Sait isyanında, Koçgiri isyanında, gerekse Ağrı ve Tunceli isyanlarının ardında Sevr, Musul ve Hatay meselesi yoktur’, diye.
Gerçek bu iken, yeni Cumhuriyet’in Musul ve Hatay’ı almak çabaları varken, bu çabaların etkisiz kılınması için küresel güçlerin Anadolu’da isyan çıkartmış olduğu bilinmekte iken, siz tüm bunları görmezden gelip, ‘Dersim, Dersim’ diyorsanız eğer, siz Cumhuriyet’e karşı düşmanla işbirliği yapanları destekliyorsunuz demektir. Siz ‘Cumhuriyet değerlerine karşısınız’ demektir…

Erdal Sarızeybek

Yorum Gönder

0Yorumlar
Yorum Gönder (0)