Mine Şenocaklı yazdı:‘Ben artık Kürt değilim!’

ERCİŞ’TE, enkaz başında bir baba- oğulla konuşuyorum. 22 yaşındaki Uğur, Şırnak’ta yapmış askerliğini! “Bizim de ciğerimiz yanıyor şehit olan askerler için” diye başlıyor söze; “Bence Allah bizi uyarıyor. ‘Bu acıları görün, kendinize bir çeki düzen verin. Bu kardeş kavgasını bitirin’ diyor...” Öylece, sessizce... Biraz utanarak, başı önde... Ama daha çok öfkeli...

BU kez ben utana sıkıla soruyorum; “Siz Kürtsünüz değil mi?” “Ben Kürt değilim abla, Erciş’in yerlisiyim!” diyor. Babasına bakıyorum, “Elbette Kürdüz!” diyor. Anlayamıyorum, Uğur anlatıyor: “Ben Kürt değilim, çünkü o kurşun sıkanları sevmiyorum. Benim arkadaşım mayına bastı, ayağı gitti, soruyorum niye?”

Uzun zaman düşündüm yazıp yazmamayı... Acaba yanlış mı anladım diye defalarca dinledim teybi... Yok, doğru anlamıştım... Yine de yazamadım. Ama ‘Niye daha fazlasını konuşmadım’ diye kızdım kendime... Sonra, ‘İyi ama daha depremin üçüncü günüydü. Enkaz altında insanlar vardı. Herkes acılıydı. Nasıl daha fazlasını konuşabilirdim?’ diye avuttum kendimi... İstanbul’a döndüm, aradan günler geçti... Van’da, Erciş’te enkazlar kaldırıldı, yaralar sarılmaya başlandı ve derken önceki gün bir haber düştü ajanslara... “25 askerin şehit düştüğü Hakkari’nin Çukurca ilçesinde PKK’ya yönelik operasyonda ölü ele geçirilen 17 yaşındaki Sezer Arslan’ın ailesi, köyde oluşturulan taziye evini Türk bayraklarıyla donattı” diye... Baba Mehmet Arslan acıyla, “Oğlumu okuması için Hakkari’ye gönderdim. Orada kandırıp dağa çıkardılar. Bizim ordumuz, bayrağımız birdir. Biz vatan haini değiliz. Biz Müslümanız, aynı vatan, aynı bayrak altında yaşamak istiyoruz” diyordu...

Kolay mıydı böyle konuşmak? Hem de 17 yaşında toprağa verdiği bir oğulun ardından... Asla... Ama bu sözleri Erciş’te bulunduğum beş gün boyunca o kadar çok duymuştum ki... Yine de yazıp yazmamakta kararsız kaldım. Sadece, o baba-oğulu zor durumda bırakmamak için. Çünkü, bir yıl kadar önce benzer bir söyleşi yüzünden pek çok insan üzüldü... 12 Eylül referandumundan hemen önceydi. Diyarbakır Sanayici ve İşadamları Derneği Başkanı Raif Türk’le konuşmuştum. “Bu ülkeye tek bayrak yeter” demişti, biz de onun bu sözlerini Vatan’da ilk sayfadan duyurmuştuk. Sonra ne mi oldu? Raif Türk’ün Diyarbakır’ın Hani İlçesi’ndeki maden ocağı PKK tarafından basıldı. Her şey yakılıp yakıldı... Neyse ki cana zarar gelmedi ama güvende olmayacağını düşündüğü için maden ocağını kapattı Raif Türk ve onlarca insan işsiz kaldı... Bir kez daha öyle olsun istemedim, istemiyorum, huzursuzum. Ama bir yol ayrımı var artık önümüzde. Ya şiddet artarak devam edecek ya da silahlar susacak... Silahların susması için, daha fazla insanın tıpkı Raif Türk gibi cesaretle çıkıp içinden geçenleri söylemesi gerek... İşte bu yüzden yazmaya karar verdim...

“Gülsima daha 13’ündeydi...”

Depremin üçüncü gecesi... Erciş’teyim... Yine soğuk, yine acı var... Koca koca ateşler yakılmış enkazların yanıbaşında... Geçmiş olsun deyip ikisi de aşçı olan bir baba-oğulun, 52 yaşındaki Ömer Toprak ve 22 yaşındaki Uğur Toprak’ın yanına yaklaşıyorum. Başlıyor enkaz altındaki yakınlarını sıralamaya Uğur:

“Dayım Mahmut Büyükaslan burada... Eşi Fatoş Büyükaslan burada... Üç çocukları Özkan Büyükaslan, Orkun Büyükaslan, Elif Büyükaslan burada... Diğer dayımın karısını sağsalim çıkardık ama kızları Gülsima’yı kurtaramadık. 13 yaşındaydı daha... Dün defnettik...”

Ben kimbilir ne umutlarla konulan adının anlamını düşünüp, 13 yaşında toprak olan Gülsima’nın yüzünü gözümün önüne getirmeye çalışıyorum. Tıpkı melek gibi... İçim burkuluyor.

“Ölümü veren Allah... Almayan Allah almaz. Mesela o kömür ocaklarında, haftalarca yerin yüzlerce metre altında kalıyor madenciler... Sonra bakıyorsun, canlı canlı çıkıyorlar. Kader bu!” diyor Uğur, devam ediyor; “Nasıl ki 14 günlük Azra bebek sağ salim çıktı o enkazın altından, onlar da çıkar...”

“İnşallah” demekten başka bir şey gelmiyor elimden... Susuyoruz... Öyle bir soğuk var ki, anlatılır gibi değil... İnsanın ayaklarına buzdan çiviler batıyor sanki... Aklımdan geçenleri okumuş gibi bozuyor sessizliği Uğur; “Bazı nankör insanlar var, onlar olmasa devlet şimdiye kadar yardım gönderirdi” diyor.

“İyi ama gönderiyor zaten. Göndermiyor mu? Herkes seferber oldu... Tüm Türkiye’den yardım yağıyor” diye itiraz ediyorum.

“Gönderiyor ama yağmacıların eline geçiyor... Burada bu kadar insan var, hani nerede bunların yemeği, aşı, çadırı? Geliyor yardım ama ihtiyaç sahibi alamıyor. Bir alacak insan, kendinden başkasını düşünmüyor, on alıyor!” diyor.

Araya giriyorum; “Buranın insanı kendi insanına böyle kötülük eder mi?” diye... “Yok, dışarıdan gelen insanlar ablacığım. Burada insanlar zaten düşmüşler can derdine... Depremde yıkılan kuyumcuyu soyan insandan başka ne beklenir? Yoksa kim nankörlük edecek bizden?” diyor, dalıp gidiyor enkazda bir noktaya...

“Niye olan garibana oluyor?”

Jandarmalar bir naylon şeritle girişi engellenen enkaza girmeye çalışanları uyarıyor, “İçeri girmeyin” diye... Bakıyorum yüzlerine, gencecik çocuklar... Uğur’a dönüp, askerliğini yapıp yapmadığını soruyorum. Hem de Şırnak’ta yapmış! Ama aşçı olarak... Ben sormadan, “Bizim de ciğerimiz yanıyor Çukurca’da şehit olan askerlerin her biri için” diyor. Öylece, sessizce... Biraz utanarak, başı önde... Ama daha çok öfkeli...

“PKK’lıları Allah bildiği gibi yapsın! Çocuğun 1 ayı kalmış terhis olmaya. Düğün hazırlığı yapıyor, evlenecek, kör kurşuna gidiyor. Onun günahı nedir? Niye büyüklerin çocuklarına bir şey olmuyor? Niye onların çocukları ölmüyor? Niye onlara kurşun değmiyor? Niye büyük rütbeli biri ölmüyor? Niye olan hep bizim gibi garibanlara oluyor?” diye soruyor ard arda. Bir sürü niye?

“Can şirindir, çabuk kırılır abla”

Ağzından ne Kürt lafı çıkıyor, ne Türk. O garibanlıkta birleştiriyor Türk’ü ve Kürt’ü... Uğur’a, biraz da şivesinden ötürü “Siz Kürtsünüz ama değil mi?” diye soruyorum. “Ben Kürt değilim abla, ben buranın yerlisiyim!” diyor öfkeyle. Anlayamıyorum, o benim anlayabileceğim gibi anlatıyor: “Ben Kürt değilim, çünkü o kurşun sıkanları sevmiyorum. Benim arkadaşım mayına bastı, ayağı gitti mesela, niye?”

Niye? Bilmiyorum, bu ülkede çoğu insan da bu sorunun yanıtını bilmiyor...

Cevap veremiyorum, bu kez utana sıkıla Uğur’un babasına dönüp soruyorum; “Siz Kürtsünüz ama değil mi?”

“Evet... Evet... Kürdüz elbette. Ben doğma büyüme Ercişli’yim” diyor.

Uğur, araya giriyor; “Bunun Kürtlükle, Türklükle alâkası yok ablacığım. İşte bak burada enkaz altında insanlar var değil mi? Kürt-Türk... Can şirindir mesela abla. Çabuk kırılır.”

Ben bu son ‘mesela’lı sözüne takılıp kalıyorum Uğur’un. “Can şirindir mesela abla” sözüne... O devam ediyor; “ Bence Allah bizi uyarıyor. ‘Bu acıları görün, kendinize bir çeki düzen verin. Bu kardeş kavgasını bitirin’ diyor.”

“Neden olmasın” diye düşünüyorum... Aklıma, BDP Başkanı Selahattin Demirtaş’ın, depremin hemen ertesi günü söylediği; “Türkiye’nin dört bir yanından gelen yardımlarda kardeş kokusu, kardeş selamı var” sözleri geliyor... Sonra Türkçe ismi Yaylıyaka, Kürtçe aslı Adır Köyü‘nün meydanında dağ gibi biriken yardımları gösterip, “İşte kardeşliğin fotoğrafı” diyen Bilal Kultas’ın yüzü geliyor gözümün önüne... Bu ülkede Kürt meselesinin çözümünün hiç de kolay olmayacağını biliyorum ama yine de umut ediyorum. Türkiye ve Yunanistan arasındaki düşmanlık bir depremle son bulmuştu, acaba Erciş depremi de Kürt-Türk kardeşliğinin pekişmesine yardımcı olabilir mi diye düşünüyorum yüksek sesle.

“Rabbim merhamet ihsan etsin PKK’lılara...”

O ana kadar daha çok susup, oğlunun söylediklerini dinleyen Ömer Amca, “Ah kızım keşke... Ama benim aklım hiç kesmiyor buna. Aşçıyım diye çağırırlar beni, hep köy düğünlerine giderim yemek yapmaya. O kadar anlatırım gençlerimize; aramızda ayrılık gayrılık yok derim. Ama bakarım, hiç anlayacak gibi değiller. O çocukların beyinleri hep yıkanmış. Rabbim merhamet ihsan etsin PKK’lılara...”

Biz bunları konuşurken bir anda ortalık birbirine giriyor. Millet kaçışıyor, çocuklar korkuyla ağlıyor. Artçı deprem vuruyor. Ömer Amca başlıyor, kelime-i tevhit getirmeye... Tevekkülle... Bakıyorum yüzünde korkudan çok inanç var o anda... Tıpkı “Bizim aramızda ayrılık gayrılık yok, olmaz da kızım” dediği andaki gibi...

İşte kardeşliğin fotoğrafı!

Peki ya Erciş’te bütün Kürtler Uğur ve babası Ömer Amca gibi mi düşünüyor? Elbette hayır, ama benim rastladığım, konuştuğum, hal hatır sorduklarım arasında PKK’ya tepki duyanların sayısı hiç de az değil. Özellikle de Çukurca baskınından sonra... Peki provokasyonlar yok mu, var! Söz gelimi, yine Erciş’te Van Yolu’nda bir ateşin başında, kadınlarla enkaz altında kalan yakınlarını konuşmaya çalışırken, genç bir adam yanaşıyor yanımıza... Önce bizi dinliyor, sonra hiç yeri değilken, ne Kürt ne Türk lafı dahi geçmemişken, enkazın altından “Ben hayattayım, bebeğim de kucağımda” diye mesaj gönderen Funda Sevindirici ve bir yaşındaki kızı Defne’nin sonu çok acı biten hikayesi anlatılırken söze giriyor. “Biz susmaya mahkumuz. Hakkımızı hiç alamıyoruz. Bize hep Kürt diye bakılıyor. Yardım da gelmiyor” diyor...

“Yapmayın, o kadar çok yardım geliyor ki!” diyorum. “Bize bir şey yok...” diyor ısrarla. Sonra sözü Müge Anlı’nın sözlerine getiriyor; “Zaten meslektaşınız ne dedi, onlar hak etmiyorlar demedi mi?”

Allah var yukarıda, bu kadar yardımı beklemiyorduk!

“Haklısınız, çok yanlış, çok kötü, asla kabul edilmeyecek bir şey söyledi. Ama herkes kınadı. En çok da biz meslektaşları kınadık... Hem bu bir kötü örneği büyütmek doğru olur mu? İşte bakın tüm Türkiye seferber oldu! Yardım yağıyor her yerden. Demek ki onun gibi düşünenler çok azmış” diyorum. Yok, kabul etmiyor... Susmuyor da... Enkaz başı kalabalık, olay büyüsün istemiyorum... “Geçmiş olsun, sizin kiminiz var enkazın altında?” diyorum. “Babam” diyor. Etrafımızdaki insanların kafalarını iki yana sallamalarından yalan söylediğini anlıyorum... Fark ediyor, gözlerini kaçırıyor, “Bu enkazın altında değil, arkadaki enkazın altında” diye sözü çeviriyor... Acılı bir kadın dayanamayıp, “Kardeşim madem öyle niye o enkazın başında değilsin” diye söyleniyor... Sözü fazla uzatmıyor, uzaklaşıyor...

Erciş’te kaldığım beş gün boyunca bu tür fotoğraflarla çok karşılaştım. İnsanlar, “Yardım yağıyor, Allah gönderen herkesten razı olsun” diyor, birileri, genelde de genç birileri çıkıyor aradan, “Hayır gelmiyor” diyor... Ortalık karışıyor. Konu, AK Parti-BDP, Kürt-Türk ayrımına geliyor bir anda... Sanki özellikle böyle olması isteniyor. Ama görünen o ki Erciş’teki deprem bugüne kadar sorgusuz sualsiz olanı biteni izleyen Kürtlerin düşüncesini değiştirecek. Yine Yaylıkaya Köyü’nden 69 yaşındaki Mehmet Koltas’ın sözleriyle bitireyim sözümü. “Yok, vallahi biz bu kadar yardımı beklemiyorduk” demişti. Şaşırdığımı görünce eklemişti; “Van’a yardım yağıyor kızım. Kürt-Türk bütün Müslümanlar buraya yardım gönderiyor. İstanbul’dan, Ankara’dan, Antep’ten, Kayseri’den... Allah var yukarıda, bu kadar yardım beklemiyorduk. Şimdiye kadar biz böyle bir şey görmemiştik. Yardım gönderen herkese teşekkür ediyoruz. Allah hepsinden razı olsun...”

O zaman bir kez daha anlamıştım ki, hâlâ Kürdü, Türkü bir arada tutan şey din kardeşliği... Ve özellikle Van’da, Erciş’te din kardeşliği giderek daha da güçleniyor. Merak edip sormuştum dönüş yolunda. Bu köyün oyu kime diye? 300 oyu varmış Yaylıkaya’nın... Son seçimlerde neredeyse yarı yarıya pay edilmiş iki parti arasında, tüm Doğu ve Güneydoğu’da olduğu gibi... Yarıdan biraz fazlası AK Parti’ye, geri kalanı da BDP’ye vermiş oyunu... Ama onların arasında da ortak olan bir nokta var; hemen herkes “Kürt meselesini çözerse Başbakan Erdoğan çözer” diyor...

Sözün özü; deprem sonrası Türkiye’nin dört bir yanından yağan yardımlarla insanlar bir kez daha düşünecek... Ve Uğur’un, “Bence Allah bu depremle bizi uyarıyor. ‘Bu acıları görün, kendinize çeki düzen verin. Bu kardeş kavgasını bitirin’ diyor” sözleri yerini bulacak.

Mine Şenocaklı
Vatan
Tags

Yorum Gönder

0Yorumlar
Yorum Gönder (0)