Onur Aksoy yazdı:"N.Ç. Olayı ve Arınç’ın Sevinç Çığlıkları"

Adalet, eşitlik ve demokrasi. Şüphesiz ki ne görüşten olursa olsun insanca yaşamak isteyen tüm bireylerin ortak istekleri arasında bu 3 kavram yer alır. Daha önemlisi ise vazgeçilemez bu 3 ilkeyi hayatının her alanında ve kaçınılmaz olarak ‘’yasama, yargı ve yürütmede’’ de görmek ister. Demokrasinin 3 temel ilkesi olan yasama, yargı ve yürütmenin ise doğru bir şekilde işleyebilmesi ‘’kuvvetler ayrılığı’’ dediğimiz, 3 kuvvetin birbirine müdahale etmemesini öngören ilkenin meşru kılınmasına bağlıdır.
Az gelişmiş veya bizim gibi kapitalizmin tüm devlet hücrelerine nüfus ettiği ülkelerde kuvvetler ayrılığı ilkesinden bahsetmek zor. Türkiye’de kısa bir döneme kadar, tipik olarak 2 kuvvetin, yani yasama ve yürütmenin birlikte hareket ettiğinden söz etmek mümkündü. Yürütmeye (yani hükümete) talip olan kurumlar yasamada (Yani TBMM’de) yer alacak adayları belirler ve halkın önüne servis ederler! Halka ise sadece seçileni seçmek kalır. Daha sonra da Yürütme, yasama organının içinden çıkar ve sahip olduğu çoğunluk sayesinde, o organı yönetir, yönlendirir. Bu kısır döngü böylece devam eder ve sürer.
Burada önemli bir nokta olarak yargı organı karşımıza çıkıyor. Yasama ve yürütmenin hükümet eli ile ne denli kullanıldığını geçmiş dönemlere bakmaya gerek kalmadan AKP hükümeti sayesinde, yaklaşık 9 yıldır görüyoruz ve yaşıyoruz. Yıllardır 2 kuvveti elinde bulundurarak istediği düzeni şekillendirmeye çalışan AKP, önündeki en büyük engelin yüksek yargı olduğunun farkındaydı. Ve artık bu kurumun da ele geçirilmesi gerektiğini biliyorlardı ki kozlarını 12 Eylül referandumunda oynadılar. Demokrasi adına, özgürlükler adına peşlerine yetmez ama evetçileri de takarak sözde reform yaptıklarını anlattılar. Oysaki herkes bu referandumun amacının bahsettiğimiz 3 kuvvetten biri olan yargıyı ele geçirmek olduğunu biliyordu. Bu şekilde; hem önlerindeki en büyük engel kalkacak, hem de o güne kadar yaptıklarından yargılanma ihtimaline karşı kazanılan bu kaleyi ileriki günler için kullanacaklardı. Bir nevi yargılayacağız dedikleri darbecilerin kendilerini güvenceye alması gibi bir şeydi bu. Halka ise tam tersi gibi lanse edilip yutturulmak istendi.

Peki yargı neden ele geçirilmeliydi? Bu isimler size neleri çağrıştırıyor?
Erdemir, Tüpraş, Galataport, İETT arazisi, ETİ Alüminyum, Şeker A.Ş, Mayınlı araziler, Kreşler ve Bakımevi Kararı, Engelli yasası, GDO’lu gıdalar, Tekel kararı, Fazla Mesai kararı, Telefon dinlemeleri, Belediyelerde kadro kararı, Madencilik yasası, Eczane kararı…
Sanırım gayet açık ve net örnekler oldu ki uzatmak da mümkün. Tahmin ettiğiniz gibi bunlar 9 yıllık süreç içinde AKP eli ile uygulanmak istenen ancak yüksek yargı tarafından engellenmeye çalışılan hamleler ve kararlar. Bunların bir kısmında AKP mutlu sona ulaşsa bile verilen iptal ve yürütmeyi durdurma kararları her zaman kurulmak istenen tezgahta, AKP önünde bir set olmuştu. Görüyoruz ki, kör de olsa, topal da olsa AKP’nin peşkeş çekmek istediği kurumlara karşı yargı büyük bir savaş vermiş ve dengeleyici bir rol üstlenmişti. Tabii ki bertaraf edilmesi gerekiyordu!
Kollar sıvandı, referanduma odaklanıldı ve 12 Eylül’de ‘’evet’’ kararı çıktı. Önce Meclis’e iri ve besili neoliberal bir ‘’Torba Yasa’’ getirdiler. Torba Yasa’nın 93. maddesinde, 4046 Özelleştirme Uygulamaları Hakkında, kanuna bir geçici madde ekleyerek ‘özelleştirmeleri’ yargı denetim kapsamından çıkarıp tamamen yürütmenin tasarrufuna geçirmek istediler.
Ardından Anayasa Mahkemesi’ne ‘’Süper Temyiz’’ adı altında olağan üstü yetkiler vermek istediler. Buna göre Anayasa Mahkemesi, Danıştay’ın vermiş olduğu İptal kararlarını ve Yargıtay kararlarını temyize götürüp kararı bozabilecekti!(Bu yetki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde bile yoktu!)

Düne kadar en nefret ettikleri ve sürekli olarak ‘’görev yetkisini’’ aştığını söyledikleri Anayasa Mahkemesi’ne, 12 Eylül referandumunun ardından, kendine bağladıktan sonra, hayal bile edilemeyecek yetkileri kendi elleri ile vermek istemeleri gerçek amacı gösteriyordu aslında.
Bu uygulamaya da ilk tepkiyi Yargıtay eski başkanı Hasan Gerçeker verdi. AKP, tasarıdaki ‘’Kıyak emeklilik’’ uygulamasından vazgeçmek ve bazı değişiklikler yapmak zorunda kaldı.
Ancak bunların hiçbiri uzun sürmeyecekti.
Hatırlayın, referandum sonrası ilk iş yüksek yargı organlarındaki daire ve üye sayıları arttırıldı. Açılan kadrolara iktidar yanlısı yeni üyeler atandı. Bu üyeler yavaş yavaş yüksek yargıyı ele geçirirken son olarak seçimlerde ‘’Blok’’ oluşturup, tek yürek, tek bilek! yeni Danıştay ve Yargıtay başkanlarını seçtiler. Böylece AKP’nin yasama ve yürütmeden sonra yargıyı da kendi tekeline alma yolunda ilk adım atılmış oldu.
Tüm bunlar olurken de, ne hikmetse! hem Yargıtay hem de Danıştay başkanlıklarına sınıf arkadaşları seçilen Bülent Arınç’ın sevinç çığlıklarını duymuştuk. Ne diyordu beyefendi; “Kurban olduğum Allah’ım verdikçe veriyorsun.”
Peki bu sevinç çığlıklarının bir bedeli olmayacak mıydı? Olmaz olur mu! İşte en yakın örnek N.Ç. olayı. Önce yukarıdaki tüm süreci ele alın, adım adım ilerleyerek AKP’nin tüm yargıyı ele geçirme hamlelerine bakın ve ilerleyen süreçte sanki N.Ç. olayındaki kararın habercisi gibi, tamamı AKP tarafından seçilen HSYK’nın ‘’ tecavüze uğrayan kişinin tecavüzcüsü ile evlendirilmesi anlamına gelen önerisini’’ hatırlayın. Sonrası da malum, Türkiye’yi günlerdir ayağa kaldıran olay.
13 yaşında 26 kişinin tecavüzüne uğradı. Açılan dava 8 yıl sürdü. Mahkeme ‘sanıklarla kendi rızasıyla birlikte oldu’ dedi, Yargıtay da bu kararı onadı.
N.Ç. ile ilgili yerel mahkemenin verdiği ‘kendi rızası ile birlikte olmuş’ kararını onayan Yargıtay 14. Dairesi, AKP’nin Yargıtay’ı da ele geçirme hamlesi olarak yorumlanan, yazıda bahsettiğim daire sayısının arttırılması kapsamında bu yılın başında kurulmuştu. Kararı veren hakim Fevzi Elmas ise 10.03.2011 tarihinde düzenlenen Yargıtay Büyük Genel Kurulu’nda Yargıtay 14. Dairesi başkanlığına getirilmişti. Bu seçimlerde HSYK’nın yeni seçtiği isimlerin toplu oy kullandığı ve daire başkanlıklarına seçilen isimlerin AKP’ye yakın isimler oldukları biliniyor. Yani eskiden 3 kuvvet denince akla yasama, yargı, yürütme yerine kara kuvvetleri, hava kuvvetleri, deniz kuvvetleri gelirdi, şimdi de Okey’e dördüncü arar gibi bu 3 kuvvete onu yöneten bir yenisini eklendi: yasama, yargı, yürütme, cemaat!
Süreç bu şekilde işlerken biz ise N.Ç olayındaki su yüzüne çıkan gerçeklerden her gün bir yenisini daha öğreniyoruz. Kimi görsem, kime sorsam duydukça kahrolduğunu söylüyor. O zaman ben de diyorum ki kahrolma!
Sen değil miydin o meşhur ”her iki kişiden biri”?
Referandumda, sen değil miydin ‘’evet’’ çığlıkları atan?
Sen değil miydin yetmez ama ‘’evet’’ diyen?
Sen değil miydin boykot tavrın ile dolaylı yoldan ‘’evet’’e destek veren?
Biz bile tüm bunları önceden görüp ‘hayır’ diye haykırmamıza rağmen şimdi utanç duyuyoruz. Bu küçücük, tüm umutları çalınmış çocuğun haberini okuyunca kahrolma, sen de utan!
Gerçi utanması gerekenleri de sayın bakanımız Egemen Bağış açıklamış. Demiş ki: “Statükonun en sağlam bekçisi olan yargının durumu ancak son tecavüz kararıyla fark edildi.”
Tüm yargı organlarını AKP’nin ele geçirmesine rağmen suç böylece oldu mu yine ‘’statükocu, ergenekoncu’’ kesimin? Oldu!
Biz bu masalları daha önce de duymuştuk. Hatta aynı ‘’şarkıyı’’ AKP’lilerin çok sevdiği Nihat Doğan ve saz arkadaşı İzzet Yıldızhan da söylüyor son günlerde. İkilinin isimlerinin bir ‘’grup’’ olaya konu olması üzerine Nihat Doğan ne demişti: “Bu statükocu, ulusalcı bir takım medyanın bana karşı faşistçe saldırısıdır… “

Onur AKSOY
İlk kurşun
Tags

Yorum Gönder

0Yorumlar
Yorum Gönder (0)