Ahmet Ünal yazdı:"Alevi ve Sünni Aşuresi"

Yıllarca birbirimize hem çok yakın hem de çok uzak yaşadık. Birbirimizi gördük, hatta konuştuk ama birbirimizi pek anlamadık. 12 Eylül’ün iç savaşı hatırlatan sıcak çatışmalı günlerinde ve 28 Şubat’ın basiretleri donduran soğuğunda aramızdaki algı boşlukları âdeta kara deliklere dönüştürüldü. Siyaset ağzımızın tadını bozdu. Algılarımızı yönettiler...
Gençlik dönemimdeki algıları sorgulamaya başladığımda anlamlandıramadığım meselelerle karşılaştım. Yazılı kaynaklar ile söylentiler birbirini tutmuyordu. Evet ortada, acılar, kederler, hüzünler, ağıtlar, yaslar vardı ama bunların din anlayışından değil siyaset tarzından kaynaklandığı ortadaydı. Devrin yöneticileri kendi hükümranlıklarını sürdürecek din adamları bulmuş ve siyasetini farklı bir mezhep yahut ekolle takviye etmeyi benimsemişti. Bu noktada sultanların ve şahların emirlerine göre fetva veya buyruk veren din adamları eleştirilebilirdi, ancak bu hatalardan temel kaynaklara ve inançlara yönelik genelleyici hükümler çıkarılmamalıydı.

***

70’li ve 80’li yıllar kaynaklara ulaşmak açısından daha talihsiz dönemlerdi. Abdülbaki Gölpınarlı’nın “Oniki İmam” ve mezheplerle ilgili kitaplarını okumuştum. Ehl-i Beyt sevdalısı diye bildiğim Gölpınarlı tarafından Türkçeye çevrilen “Kâşif’ül Gıtâ Caferiye Mezhebi ve Esasları” eseri özellikle ilgimi çekmişti. Kâşif’ül Gıtâ, Necef doğumlu bir ’ayetullah’dı. Caferiye (İmamiye) inancı ile Ehl-i Sünnet arasındaki sorunları çözmeye çalışıyordu. İlgi çekicidir, 1932 yılında Kudüs’te toplanan İslam Kongresine gittiğinde Mescid-i Aksa’da hutbe okutturulmuş ve imamlık yaptırılmıştı. Demek ki, kavga etmeden konuşulabiliyor hatta arkasında namaz kılınabiliyordu.
Anlama noktasındaki gayretlerim bununla sınırlı değildi. Bektaşilik inancının Osmanlı’da ne kadar saygı gördüğünü de biraz tarih okuyan herkes bilir. Yeniçeri Ocağının bir ortası aynı zamanda Bektaşi tekkesiydi. Osmanlı Ordusu Hacı Bektaş Veli’nin gülbengiyle, dualarıyla cepheden cepheye koşmuş, Allah’ın adını yükseltmiş ve milletimizin yüceliğini dünyaya duyurmuştu. Kaldırılışının da tamamen siyasi ve idari kaygılarla gerçekleştirildiği ortadaydı. Yıllar boyunca padişahı koruyan yeniçeriler Hacı Bektaş Veli dergâhında dua edip sefere çıkıyordu.
Bugün biliyoruz ki, Şah İsmail ile Yavuz arasındaki sorun da tamamen siyasidir. Timur ile Yıldırım Beyazıt örneğindeki gibi yeryüzü iki Türk şahına dar gelmektedir. Nizam-ı âlem ülküsü çift başlılığı kaldırmıyor, iktidar iştirak kabul etmiyordu. Fatih Sultan Mehmet’in gözünde Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan neyse Yavuz’un gözünde Memluk Sultanı Tomanbay da pek farklı değildi.

***

Acaba günümüzün algılarıyla sorun nasıl görünüyordu. Değerli gazeteci dostum Şahin Ali Şen başkanlığında toplanan Anadolu Fikir Platformu, geçen Salı günü Alevi Enstitüsü başkanlığı da yapan Prof. Dr. Cengiz Güleç’i davet etmişti. Ankara Kocatepe Camii yakınındaki İhtiyaç Akademi’deki programın konusu “Aleviler ve Dersim” olarak seçilmişti. Psikiyatri ve Sosyal Antropoloji konusunda Sivaslı bir uzmandan dinlemek faydalı olacaktı. Sayın Güleç, “Alevi Öğretisi” üzerine kitap yazmıştı, ancak kendisini Panteist olarak tanımlıyordu. Verdiği bilgiler aydınlatıcıydı, fakat ben hâlâ bizzat Alevi dedelerden ve Bektaşi önderlerinden inançlarını öğrenmek istiyorum. Öğrendiklerimi de gönül rahatlığıyla kaynak olarak göstermek arzusundayım.

***

Alevi yahut Sünni, kim yaparsa yapsın Aşure hepimizin sevdiği bir tatlı. Hepsini afiyetle yiyoruz. Anadolu insanı da aslında birlikte olduğu zaman aşure tadında bir millet oluyor. Bu sütunda defalarca ifade ettiğim gibi, bizim “Alevi Sorunu” veya “Kürt Sorunu” muz yok. Alevi ve Kürtlerin ifade sorunu, Sünnilerin de yönlendirmelerden kaynaklanan algı sorunları var. Bunun da çaresi her kesimin kendisini “takiyye” yapmadan net olarak anlatmasıyla bulunabilir.

Ahmet Ünal
Yeniçağ
Tags

Yorum Gönder

0Yorumlar
Yorum Gönder (0)