Kadri Gürsel yazdı:"Ilımlı İslamcılara 10 puanlık soru"

Geçen hafta sonu düzenlenen 25’nci Abant Platformu toplantısının konu başlığı “Arap Baharı’ndan Sonra Ortadoğu’nun Geleceği ve Türkiye” idi. Toplantının ilk oturumu geçen cuma akşamı "Çırağan Sarayı Oteli”nde yapıldı; tesisin “saray” kısmında... Aynı akşam katılımcılar özel bir uçakla Gaziantep’e geçerek tartışmalarını bu şehirde, Zirve Üniversitesi’nin ev sahipliğinde sürdürdüler.
Değinmek zorundayım; bu toplantı için seçilen mekânlar ile gündem arasındaki simgesel ilişki olağanüstüydü.
Çırağan Sarayı, Meclis-i Mebusan binası iken 1910’daki bir yangında mahvoldu, ardından harabeleri bir seksen yıl kadar futbol sahası, yüzme havuzu ve kum deposu olarak kullanıldı. Ve sonra 1990’da, ayakta duran dört duvarının içine oturtulmuş, kibir ve banallik manasında fevkalade “kitsch” bir arabesk Hollywood dekorunun kılığında hayata geri döndü...
Çırağan Sarayı, imparatorlukla birlikte kül oldu. Osmanlı’nın tu kaka edildiği uzun bir dönem boyunca da “harabe Osmanlı” simgesinin mezbelelikte maddileşmiş hali idi...
Ve nihayet Soğuk Savaş sonrasında Özalcı Neo-Osmanlıcılık fantezilerinin zuhur ettiği bir sırada, zamanın ruhuna münasip kâr amaçlı bir tesis olarak yeniden doğdu.
O artık bir otel ama kendisini hâlâ “emperyal saray” sanıyor; grotesk etki uyandırması bu yüzden. Tıpkı, bugünün Türkiye’sinden “Ortadoğu liderliği” çıkaranların insanda neden olduğu hüzün gibi...
Bu arada, orijinal saray halinin Mağribi bir Barok üslubu vardı. Bugün de yansır.
Abant Platformu katılımcılarını o otelde buluşturan “Arap Baharı” da Mağrip’ten başladı, Maşrık’a yani Suriye’ye uzandı.
Biz de Çırağan’ın Mağribi dekorunu arkamızda bırakıp Türkiye’nin Maşrık sınırına uzandık. Kimlik kakofonisinin pek de yaşanmadığı bir yere. Gaziantep’e, Türkiye’nin Orta-Doğusu’na...
Orada iki gün boyunca tanık olduğumuz tartışmalar öğreticiydi. En başta da çeşitli Arap ülkelerinden gelmiş katılımcıları dinlemek, kimileri için bir “gerçeklik denetimi” işlevi görmüştür diye umut ediyorum.
Arap konuşmacıların hepsi, söz birliği etmişlercesine, doğmakta olan yeni meşru Arap rejimlerinin “Türkiye’nin liderliğine ihtiyaç duymadıklarını ve bunu istemediklerini” söylediler.
İçlerinde bu mesajı en keskin hatlarıyla veren Mısırlı Profesör İbrahim Ganem’di.
Kısaca şunları söyledi:
“Araplar bölgelerinin kaderini kendi ellerine alıyorlar ve dışarıdan bir lidere ihtiyaç duymuyorlar. Türkiye’nin geri gelmesi kabul edilmeyecektir. Türkler ve Araplar arasında hâlâ esaslı meseleler vardır. Araplar ne istediklerini biliyorlar: Onur istiyorlar, dış güçlerle diktatörler arasında kıskaca alınmaktan kurtulmak istiyorlar, sosyal adalet ve kalkınma istiyorlar.”
“Yeni Türkiye”nin Ortadoğu’ya emperyal bir vizyonla yaklaşmasını ciddi ciddi savunanların, ülkenin böyle bir rolü ifa etmeye yeter bir askeri, ekonomik ve entelektüel kapasitesi var mı diye kendilerine sormadan önce “gerçeklik denetimi”ni Arap elitinin algısı nezdinde yapması lazım.
Çetin Altan’ın literatüre soktuğu “Türk’ün Türk’e propagandası”nı iç politika hesabıyla Ortadoğu liderliği bahsinde yapanlar, bu şişinmelerin Arap dünyasında duyulmadığını, alerji yaratmadığını sanmasınlar.
Bu meyanda Cumhurbaşkanı Gül’ün Ortadoğu Başdanışmanı Erşat Hürmüzlü’nün salondaki Arap katılımcıları yatıştırıcı mahiyetteki “zoraki liderlik” formülünü aktarmadan edemiyorum:
“Türkiye rol aramıyor, rol gelip Türkiye’yi bulabilir”.
Artık nihayet liderlikten modellik konusuna geçebiliriz.
Bazı Batılı çevrelerin, Türkiye ve AKP’yi bugünkü halleriyle bir model olarak Arap ülkelerine satmaya çalıştıkları herkesin malumu... Boğaziçi Üniversitesi’nden Profesör Hakan Yılmaz’ın toplantıda söyledikleri onlara ithaf edilmeli:
“Model olmak için, sorun çözme kapasitesine de sahip olmak gerekir. Mesela AB bizim (Türkiye) için bir modeldir; çünkü etnik ve mezhepsel sorunlarını barışçı ve demokratik yöntemlerle çözebilmişlerdir. Türkiye AB perspektifinde ilerlerse bir model olabilir.”
Zaten toplantının sonuç bildirisinde Türkiye’nin modellik iddiasının olmadığı da ima edildi.
Bildirinin bence en ilginç ve en önemli cümlesi şuydu:
“Ortadoğu’da iktidarları devralacak grupların bir an önce farklı inanç, etnik ve diğer bütün grupları eşit ve özgür vatandaş olarak tanıması zorunluluktur.”
Peki, laik demokrasi olmadan, Müslüman, Hıristiyan, Yahudi, Türk, Arap, Kürt, Ermeni vesaire nasıl “eşit ve özgür” olabilir? İşte size “ılımlı İslamcılar”dan tarih önünde cevap bekleyen 10 puanlık soru...

Kadri Gürsel
Milliyet
08.12.2011
Tags

Yorum Gönder

0Yorumlar
Yorum Gönder (0)