Cahiliye çukurunda ölüme oturmak!..


Yağmur hiç bu kadar hüzünlü yağmamıştı... Rüzgâr albenisini yitirmiş bir serinlikte yağmur damlalarını genç kızın saçlarına savuruyor; hüzün, kanatları ıslanmış bir kelebeğin sersemliğinde yolunu arıyordu!.. Hava soğuktu ve o, toprak zeminde otururken ayakları çıplak, elleri bağlıydı...

İçinde korkunun dev dalgalarıyla boğuşan bir endişe vardı ve bu giderek yok olmaya hapsedilmiş bir paniğe dönüşüyordu...

Kürekteki toprak başının önünden savrulurken o, hem soğuktan hem de biçareliğin ürkekliğinden titriyordu... Kazma toprağa her değdiğinde alçakça hazırlanan sona bir adım daha yaklaştığını hissediyor, tutulmuş dilinden yırtık bir haykırışı koparmaya çalışıyor, ne yazık ki başaramıyordu!..

Sanki gökyüzünün bütün bulutları; nefesini gözün gözü göremediği bir sis dalgasına dönüştürüyor ve bağırsa da kimsenin duyamayacağını sanıyordu!..

Hani baş gövdede dursa da, akıl başka yerdedir ya!.. Hani yaşamı boğan bir karabasandan kaçayım derken bir belirsizliğin derinliğinde yol alır ya insan?.. İşte öylesine kayıp, öylesine çaresiz ve öylesine kimsesizdi!..

Niye dünyanın bütün kahpelikleri ikiyüzlülüğün ortasında; bir kandilin ömrü kadar namus taşırdı da!.. Niçin onun yalnızca mum ışığının görebildiği körpe bedenindeki asalet ahlaksızlıkla suçlanırdı?..

Niçin ahlak abidesi olduğunu sananlar kirli bedenlerini kucaktan kucağa transfer ederken, o platonik bir bakış yüzünden barbarlığının en masum mahkûmu olabilirdi!..

İnsanlık izindeyken!..

Ölümü beklerken o zavallı kız, aklından “suçum ne?” diye geçirdi... Bir insana biçilmiş kısa ömrün aceleciliğinde ne kadar çok canlı görebilirim diye baktı çevresine ve ne kadar çok nefes alabilirim diye isyan edip durdu!..

En çok da annesini aradı gözleri, civcivlerle oynayan tavukları izlerken... O da yoktu ve ihtimaldir ki, törenin prangasıyla bir köşeye hapsedilmişti!..

Kazma ve kürek bir tarafa atıldığında o, Nemrut Dağı’ndaki devasa heykeller kadar donuktu ve sürmeli gözlerindeki kara öfkeyi merhametin izne çıktığı iki suratın tam ortasına kilitlemişti!..

Cellatlar hiç de yabancı değillerdi... Şeklen insandılar ama belli ki kalp yerine taş, kan yerine öfke taşıyorlardı!.. İki yaratık kümesin kerpiç duvarına yaslanmış o çaresiz kızı kollarından tutup 2 metrelik çukurun önüne getirdiler!..

Hiç ama hiç kimse yoktu çevrede ve belli ki sadece merhamet değil, insanlık da gitmişti dönüşü belli olmayan izinlere!..

Yağlı bir ilmiğin en acı merhabasına muhatap olacak suçu belirsiz bir adam, kurşuna dizilmeyi bekleyen esir bir asker ve giyotinin paslı ışığına son bakışını fırlatan çaresiz köleler gibiydi artık!..

Son kez cellatlarının yüzüne odaklandı... Suçsuzluğunu kanıtlayamayan biçareler olur ya hani... Pis uğruna giderken ölüme bir umut, o an bir kurtarıcı arar ya insan!.. İşte öylesine çaresiz, öylesine mazlum, öylesine aciz baktı feodal canlıların kan çökmüş yüzlerine!..

Kara toprakta çığlık!..

İki yaratık kollarından tuttukları gibi attılar genç kızı o ölüm çukurunun çamurlu zeminine!..

Genç kız çukura düşer düşmez, yaşarken ölmenin ne olduğunu anlayıverdi... İşte o an... kahrolmanın yüreklerde acı gazellere dönüşüverdiği o an, bir tek şey düşündü; ben niye bu coğrafyada doğdum ve niçin bir kadın olarak dünyaya geldim?..

Toprak bulaşmış saçları rutubetin titreten zeminine bulaştığında, birbirine sarılmış kınalı ayaklarının balçığa bulaşmış kızıllığına baktı... Dehşete kapılmış gözlerini yukarıya kaldırmaya fırsat bulamadı ki, küreklerden topraklar savruldu duvarlara vurduğu başına!..

“Anaaaa!..” diye işte ancak o zaman bağırabildi ama artık çok geçti!.. İki kişi işlerini çabucak bitirme telaşındaki canilerin acımasızlığıyla ardı ardına savurdular kara toprağı çukurdaki canın üzerine!..

Toprak çukura doldukça kanadı zifte bulaşmış bir martının telaşıyla çırpınıp durdu genç kız!..

Artık gözyaşları ve haykırışı o iki metrelik çukurun içinde toprağın eziciliğine yenik düşüyor, bağlanmış elleri, takatsız kalan canın son çırpınışına sitem ediyordu!..

Çukur yarıya kadar dolduğunda ve de toprak altında kırmızı entarisinin son parçası göründüğünde, candan bir belirti de yoktu artık garip ölümde!..

Barbarlığın son adresi!..

Bu trajik olay kız çocuklarının diri diri gömüldüğü “cahiliye dönemi”nde değil, 21. yüzyılda; Kommagene Uygarlığı’nın merkezi olan Adıyaman’ın Kâhta ilçesinde yaşanmıştı...

Medine Memi adlı 16 yaşındaki genç kız, kırk gün önce gizemli biçimde ortadan kaybolunca yurttaşlar olayı polise bildirmiş ve 2 Aralık 2009’da bir kümesin altında yapılan kazıda genç kızın cesedi oturur vaziyette bulunmuştu!..

Herkes bunun artık sıradanlaşmış bir töre cinayeti olduğunu sanmıştı... Polis genç kızın vücudunda darp izine rastlamayınca soruşturmayı derinleştirmişti.

Medine’nin cesedine, Malatya Adli Tıp Kurumu’nda mikroskobik inceleme yapılınca gerçekler tüm çarpıcılığıyla ortaya çıktı. Medine’nin elleri bağlı ve canlı olarak toprağa gömüldüğü belirlendi!..

Adli Tıp uzmanları, mide ve ciğerlerinde toprak olduğu saptanan genç kızın kanında ilaç veya uyuşturucuya rastlamadı. Medine’nin gömüldüğü sırada bilincinin de açık olduğu anlaşıldı!..

Medine’nin babası Ayhan Memi ile dedesi Fethi Memi cezaevinde... Genç kızı “erkeklerle konuştuğu” iddiasıyla canlı olarak toprağa gömmekle suçlanan zanlılar, bu barbar eylemle ilgili konuşmaktan kaçınıyor!..

Laikliğin son yıllarda hiç olmadığı kadar hırpalanması, şeyhlik ve ağalık kurumunun politik rant uğruna kışkırtılması, gericilik ve bağnazlığın hortlatılması, tarikat ve cemaatlerin Doğu ve Güneydoğu’da ısrarla büyütülmesinin de bu vahşi cinayetlerde çok büyük payı bulunuyor!..

Söyler misiniz, acaba bu ülkenin, son 6 ayda 359 kadının öldürüldüğü, 21’inin asitle yakıldığı, 7’sinin de “canlı olarak gömüldüğü“ Pakistan’dan ne farkı kalıyor?.. (5 Şubat 2010)

OKURLARA: Bu öyküyü 2 yıl aradan sonra niçin mi yayımladım?.. Çünkü yine Kâhta yine Aralık ayı yine vahşet!.. Aile içi şiddet nedeniyle polise sığınan 21 yaşındaki Hacer, 28 Aralık 2011 günü Kâhta’da, 3 polisin arasında koruma altındayken, iki kardeşi tarafından bıçaklanarak katledildi!

Mehmet Faraç
Aydınlık

Yorum Gönder

0Yorumlar
Yorum Gönder (0)