Garip ama gerçek!


Önce Dursun Çiçek, sonra en yakınındaki komutanlar suçlanırken, Başbuğ’un hiç suçlanmaması tuhaftı. Nitekim bunu bizim söylememize gerek kalmadı; önce Çiçek, sonra diğerleri de bunu belirtti. Hepsi emir-komutaya dikkat çekti. Fakat burası Türkiye. Manzara şöyle:

1. 30 yıla yakındır “terörle mücadele ettiği” söylenen TSK’nın en üst kademeleri de “terör örgütü sanığı” oldu. 2. Böylece “terör”ün “sadece terör olmadığı” bir yargı anlayışı resmileşti. Zaten başka taraflarda da çok sayıda “terörsüz” faaliyet de “terör kapsamı”na giriyordu; ama Genelkurmay başkanları bunu asla anormal bulmuyordu. 3. Genelkurmay Başkanı’nı atayan, görevden almayan, ona devletin kozmik sırlarını emanet eden, onu “terörle mücadele”nin başı yapan hükümet ile devlet yetkilileri de; “terör örgütü oluşturan biri”ne “yataklık suçu” işlemiş gibi oldu! Gibi dedim ama! 4. Gece yarısı tüm kanalların ağzında aynı laf vardı: “Cumhuriyet tarihinde tutuklanan ilk (eski) Genelkurmay Başkanı.”. Yani garip olan buydu. Ama, fiilen üç askeri darbenin, çok sayıda askeri müdahalenin, sayısız askeri dayatmanın yaşandığı bir tarihte, bunun ilk kez olmasıydı esas garip olan! Çok sayıda eski Genelkurmay başkanı fiilen darbeci iken, hiç yargılanmamalarıydı. 5. Bence (bildiğimiz kadar) ifadesi ve mahkeme çıkışı söyledikleri “vakur” olan Başbuğ hep “Türkiye Cumhuriyeti’nin 26’ıncı Genelkurmay Başkanı’nın suçlanması”nın üstünde durdu: Ama burası Türkiye Cumhuriyeti’ydi. İstiklal Madalyalı 13’üncü başbakanı da idam edilmişti. Mustafa Kemal döneminin başbakanı, sonraki cumhurbaşkanı; idamdan dönüp müebbede yatırılmıştı, İstiklal Savaşı’nın çok sayıda önemli ismi, paşası da ya infaz edilmiş ya sürgüne gitmiş ya da itibarsızlaştırılmıştı. 6. Başbuğ fiilen bir belgeden ama fiilen olmamış bir darbeden tutuklandı. Oysa fiilen darbeci olmuş eski bir paşa başbakan yeni zırhlı arabasına kavuştu. 28 Şubat’ta fiilen hükümet devirmiş olanların size selamı var. 27 Nisan Muhtırası’nı vermiş olup şimdi o muhtıra değildi diyen de Dolmabahçe’den Fenerbahçe’ye çekildi! Susurluk dönemi Genelkurmay Başkanı ise sanki hiç var olmadı! 7. Burası parantez: Türkiye Cumhuriyeti’nin 27 Genelkurmay başkanı; 61 hükümeti olmuştu. Bkz. Fevzi Çakmak’ın sonsuz başkanlığı.) 8. Görevdeyken çok sık beyan veren Başbuğ’un tutuklanması; yeni Genelkurmay Başkanı’nın da ilk kez ayrıntılı bir beyanla “siyaset” yaptığı, “Meclis’in görevi” dese de, yürütme ve yasama üstüne epey gölge düşürdüğü bir güne denk geldi.

***



Müzik dünyasında şok! Azer Bülbül, otel odasında ölü bulundu...

"Demokrasi için olumlu bir adım" Bakan Günay'dan Başbuğ yorumu

"Yeni TTK acilen geri çekilmeli" Vergi uzmanı Prof. Dr. Şükrü Kızılot, HABERTÜRK TV'de canlı yayında Ece Üner'...

Çalık, Sabah ve ATV için teklifleri topluyor Bir uluslararası banka görevlendirildi. Teklifler 18 Ocak'a kadar toplanacak

Şırnak Valiliği Tugay Komutan vekili için uzaklaştırma istedi Uludere soruşturmasında önemli gelişme...
Bugün HaftalıkAylık


Cumhuriyet tarihinde bir ilk Eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, “İnternet Andıcı” soruşturması...

"Bu suçlama benim için en ağır ceza" İşte Başbuğ'un ifadesi


Hepsi bir yana; ortadaki “militer sorun”un özü kaldıkça, kimi zırhlıda kalacak, kimi parmaklıkta belki. Çünkü; 1. Bu ülkede askeri eğitim, askerin, subayın üstünlüğü üstünde şekilleniyor. 2. Sadece askeri eğitim değil; tüm eğitim biraz öyle. 3. Okullarda ezilerek ezmeyi öğrenen; orta halli, yoksul ailelerden gelip üstün olmayı belleyenlerin kibri, önce kendi altındakini, sonra milleti ve temsilcilerini küçümsemeye varıyor. 4. Tarihin, Kemalizmin, devletin tarif ediliş, öğretiliş biçimleri; tek tip düşünceye yatkınlık, hepsini değil ama subayların çoğunu devletin (ve milletin) asıl sahibi, hamisi, vasisi gibi bir reflekse donatıyor. 5. Rütbe ile hayat boyu kazanılıp maddi, manevi çoğaltılan “imtiyaz” alışkanlığı; her konuda otorite ve otoriter olmayı, dokunulmaz kalmayı doğal saydırıyor. Milletin önemli çoğunluğu da bunu böyle kabul ediyor. 6. Hala Milli Savunma Bakanı’nı Genelkurmay Başkanı’nın bagajına alan; bakanlığı askerlere teslim eden, güvenliğini, tarihini, geleceğini hep askeri terimlerle ifade eden bir sözde sivilleşme mevcut. 7. Demokratikleşme ve hukuk süreci denilen; kimi askere çarpsa da, militarizme, sivillerin militer coşkularına, devletin haki rengine ilişmiyor. 8. Askeri hukuk ve kurallar öylesine anti-demokratik ki, orada keyfi otoriteye alışan bir üstün başka imtiyazsız, eşit, sınırlar çizen şartlara uyum sağlaması zor.

Yani… her askeri refleks “darbe, çete, terör” olmayabilir. Yahut öyle sayacaksanız; sorun kişilerden ziyade, daha derinde, bir sistemde! Bir de, “devlet, hakimiyet savaşları”nı daha iyi anlamak için hepimiz aklımızı, yüreğimizi daha fazla yoracağız!

İçten, içeriden hasbıhal!


Babamın, yatalak yatağından, el yazısıyla, iki ayrı gazeteye elden yazı gönderirken öldüğünü görmüştüm önce. Sonra, onunkini artık aşan ömürde 10’uncu gazetemi ve epey şey gördüm. Bazen umutla bazen mecburiyetten gittiğim; gönüllü veya mecburi istifa ettiğim; gönülle katıldığım, zorla atıldığım gazeteler. Tam ne zaman öğrendim, bilmiyorum. Düşene tekme vurulmaz. Tabuta bir çivi de elinle, dilinle çakılmaz!

***

Acıdır, ayıptır;  öyle böyle bir yerden giden için, iki çift lafı, iki satır yazıyı çok görmek, ıslık çalmak da. Damdan düşünce iyi öğrendim ki, hanede sessizlik çok koyar. Hiç hukukun, muhabbetin, özel sevgin olmasa dahi; düşene o an gözünü, gönlünü kapatmamak iyi şeydir. Kimini çok iyi, bazısını çok cesur, demokrat bildiği nice ağabey, abla, kardeşin; onca yıl yakınlıktan sonra dahi, “sen kovulunca” arazi oluşunun tokadını, kendi iç acımdan da bilirim. Kimi usta ile kardeşin, kovulmanızı sotada bekleyip bekletilip boşaltılan köylere nasıl köşe koşturduğunu da. Hakikaten vurur insana. Zamanla geçer ama unutmazsın. Devrin kısıtlı internet uzayına fırlattığın “kendimi duvarlardan kazıdım” diyen son mektup ile hiç tanımadığın insanların ona iliştirdiği dostluk kalır bir tek.

***

Bu dersi belki geç aldım, belki geç değil. Belki bir manası var; belki hiç hükmü yok. Yine de, yeni başladığım bir gazetede (şu veya bu nedenle) sürgüne gitmişe de, kapı önünde greve çıkan, ama ünlü yazarların önlerinden geçerken dahi görmediği çocuklara da; biz “sıcacık köşeler”de ahkam keserken, işsizliğin ve güçsüzlüğün ayazına atılmışlara da, hak ararken kapı önüne konmuşa da… Biz düşerken tek kelimeyi esirgese ve fikir- sütun atışması yapmış olsam da, damdan düşen ünlü yazara da… Tamamen apayrı uçta sanılsak bile, pek tanımadan da olsa mertliğini takdir ettiğim rahmetliye de… O içine oturan hissizlikleri hatırlayarak iki satır koşturmaya çalıştım. Bunları şundan söylüyorum: Eksik bırakırsan, eksik de kalıyorsun. Ama esas şu: Yanı başında görünenin başına geleni görmezden geliyorsan; gördüğün her şeyi seçiyorsun demektir! “İsimsiz kahramanlar”dan unuttuğum, bilmediğim, görmediğim çok olmuştur elbet. Çünkü muhabirler, yazı işleri çalışanları, teknik, idari personel zaten hep önce kırılacak dal gibi zayıftır; çoğu zaman aynı müessesede bile pek kimse duymaz, umursamaz gidişlerini. Bir arkadaşı sarılır; elbet o da nice naylon saygı ve sevgiye göre daha sahicidir!  

***

Şimdi sütun komşularımdan iki kişi öyle damdan düşerek gitti: Yiğit Bulut ile Ece Temelkuran. Fikren bana epey uzak Bulut ile toplam beş dakika sohbetim olmamıştır herhalde. İki merhaba, o kadar. Fikren daha yakın görünen Temelkuran ile ise, en fazla beş dakikalardan toplam bir, bir buçuk saat olmuş mudur bilemem. (Yani bu yazı “arkadaş” için değil, “meslektaş” için.) Epeydir tercih ettiğim “mesafeler”den kaynaklanıyor bu. Sadece fikrî değil, fizikî! Hani “durduğun yer” filan da diyorlar ya. Belki yanlış ama, “fikrî bağımsızlık, hatta yalnızlık”ı, galiba “fizikî uzaklıklar”la da örmüşüm; sokak hariç. Buraya davet edildiklerine, yazdıklarına, sorumluluk üstlendiklerine göre; ikisi de Habertürk için değerli olmalıydı. Gazeteler; gelişlerini ve varlıklarını okura bir şekil önemle sunduklarıyla yol ayırdığında, onlardan vazgeçtiğinde; okura, izleyiciye, çalışanlara, hele gidene daha etraflı izah edebilmeli. Bunu, 16 yıl uğraştığı gazeteden, kendi bir yana, Bedri Koraman, Turhan Selçuk, Zeynep Oral, Duygu Asena ile hep birlik kovulup gidişleri tek satır haberle duyurulmayan; iki kelime kovulma ilanını mahkemede alan birinin acı hatırasıyla söylüyorum.

***

Zaman zaten parlak değil. Mahkemeden sokağa, hava bozuk! Medya ve gazeteciler de kendini kaybedip sık sık iş, işlev karıştırıyor. Altı oyulan medya, altını oyan gazetecilik, gözü dönmüşçe birbirinin gözünü oyan gazeteciler. Büyük medyanın eski lafı, “Onlar gazetecilikten yargılanmıyor”, artık iktidar ve neo-muhafazakâr medya dilinde. Tutuklu gazeteciye “özgürlük” için çırpınan çoğumuz ise, o gazeteci hak ararken kovulunca tepeden tırnağa sessiz, hissiz kaldığını unuttu bile! Basında “iç” özgürlüğe hiç titizlenmeyince, basın özgürlüğü de “içeri” düşüyordur belki! Sadece basında değil! Bir de şu: Başkasına müstahak gördüklerin üstüne daima nefes alıp bir düşünmek gerekiyor. Çünkü, onu da buluyor, seni de buluyor! Sivilde de askerde de!

Umur Talu
Habertürk
Tags

Yorum Gönder

0Yorumlar
Yorum Gönder (0)