Pişmanlık mı, düşmanlık mı?


Dijital çağ bu: Yıllar artık koparılan son takvim yaprağı gibi vedalaşıp yerini birbirine sıkı sıkı sarılmış,  henüz tombul bir takvim ailesine bırakmıyor. Elde, cepte, telefonda, duvarda, bilgisayarda; hiçbir şeyin değişmediğini gözüne sokarcasına; her güne ayrı bir yemek tarifi, ayrı bir umut, ayrı bir renk vermekten dahi aciz; aynı sakil, aynı ruhsuz, aynı tekdüzelikte rakam tıklaması. Elektronik rendeye uğramamış hayaller haneden haneye uçuşur da, birbirine daha mı çok karışırdı eskiden? Belki. Ya da öyle sanmak bizim tesellimiz. Daha iyisini gördük, demek için.

***

Oysa “Güzel günler göreceğiz çocuklar”ı duyduğumuzda “çocuklar” bizdik. Her kuşak, çocukları kandırmış, dolandırmış gibi. İtiraf etmeli… Çok çocuklara dair hayallerimiz; “kendi çocuklarımız”a dair gerçekçiliklerimiz, telaşlarımız, umutlarımız, endişelerimiz, sevinçlerimiz arasında kayboldu çoğu zaman… Ve yine de içimizde bir yerde, artık daha yaşlanmış olsa da, aynı heves: Güzel günler göreceğiz çocuklar!

***

Fakat lanet olsun! Rakamları sadece tek bir hazne içinde kırpıp ekleyip değiştiren dijital soğukluk, sanki çocukları da öyle, aynı hissizlikle toplayıp eksiltiyor. Öyle çok çocuk, “Güzel günler göreceğiz” hayalinin şöyle uzaktan kokusunu dahi duymadan, hızla düşüp süratle uçuyor ki… Kendi çocuğun için kurduğun hayallerden de gizli gizli utanıyorsun. Başı ağrıdığında dahi, zaten bitkin düşmüş tüm duygularını, tüm endişelerini ve bedenini seferber ettiğin evladının alnına her el koyuşunda… Akıl almaz bir hoyratlığın kör kuyusuna toplu halde atılmış çocuklar; gözlerinin içine içine bakar gibi, ruhunun derinine derinine işler gibi, biz hayattakilere “neden, neden, neden” diye sorar gibi oluyor.

***

Hiçbir yıl, sadece adı yeni diye, yeni meni olmaz. Biz ne katabileceğiz ona? Pişmanlık mı düşmanlık mı? Hayal mi hayaletler mi? Kendi ezberimiz, kendi hayatımız, kendi öfkemiz, kendi korkumuz, kendi neşemiz, kendi nefretimiz, kendi safımız, kendi ötekimiz kendinden biraz vazgeçebilme cesaretini pek bulabilecek mi?

Biz, ölümlü olduğunu unutan hayattakiler… Bir hayatı olmasını umarken yok ettiklerimizin öteki dünyası üstüne de çok ahkâm kesiyoruz.

Hiç aklımıza gelmiyor… Toprağın üstünde bir diğerine düşman belletilmiş, bir diğerine öfkelensin, nefretlensin, bilensin diye alınlarına tarihin yükleri yazılmış çocuklar… Ya aynı toprağın altında kardeş iseler? Ya hepsi aynı uğursuzluğun, aynı umursamazlığın, aynı hoyratlığın onları sürükleyip döktüğü başka bir nehirde, başka bir mertebede buluşmuş iseler? Hakikaten bilmediği, hakikatini bulmadığı onca şeye kör gözüm inanan biz faniler… Bilmesek de görmesek de, bir de buna inanmayı denesek!



Bi-linç!

Yaş ilerledikçe, her inancın, her öfkenin, her haklılığın, her mücadelenin, her eylem ve düşüncenin harcında bulunması gereken “zorunlu madde”nin “mertlik” olduğunu daha iyi öğreniyor insan. Mertlik, kıstırmaya gelmez. Pusuya gelmez. Kalleşliğe gelmez. Güçsüz ve zayıf olana vurmaya gelmez. Kalabalık olup bir kişiyi halletmeye gelmez. O yüzden; kim olursa olsun, ister kaymakam, ister bîmakam, en acılı, en öfkeli anınıza dahi denk gelse; tek bir kişinin bir kitle mengenesinde kıstırılıp hırpalanması mertliğe sığmaz; kalleşlik olur. Tabii şu da var: Mertlik; işine geldiği gibi cımbızlamak da değildir. Nice linçe fiilen veya zihnen katılıp sonra bir başkasına söylenmek de değildir.
Katliamda çoluk çocuk 35 cesedin üstüne basıp da, sadece tekme tokat bir şiddete, bir linç girişimine söylenmek de değildir. Mertlik; güçsüze asla kıyamamaktır! Kalleşlik etmemektir. İster orada ol, ister şurada!

Umur Talu
Habertürk
Tags

Yorum Gönder

0Yorumlar
Yorum Gönder (0)