Başkan ve Doktorları


Ünlü İngiliz politikacı Davıd Owen’in yazdığı Hasta ve İktidarda kitabı gerçekten yüzyılımızda ‘başkanlık sistemine’ karşı yazılmış en aklı başında kitap.

‘Başkanlık’ tartışmaları başladığından beri ülkemizde eli kalem tutanların ve siyasilerin cehaletine bir kez daha tanık olduk, utandık.

Yüzyılımızın büyük siyasi liderlerinin hatıratlarını hiç okumamışlar gibi ‘başkanlık sistemine’ ilanıaşk eden onlarca siyasetçi ve yazarın varlığına şahit olduk. Hatırlatmak isteriz Hitler’in Mussolini’nin Stalin’in Kennedy’in Mitterand’ın İran Şahı’nın ve en son Bush ve Blair’in siyasi geçmişlerini.

Kardeşlerim, bu yazımı ülkemin medya ve siyasetindeki bu dangalaklara ithaf ediyorum.

Unutmayın, başkanlığın gölgesinde bir saatten sonra Yargıtay, meclis, adalet, bütün kurumlar bir anda bir ‘süs’ haline dönüşüverir.

Önce Bush’un Bokları’ndan bahsedelim, Türkiye’yi ziyaretinde boklarını yanlarında getirdikleri portatif bir klozette sakladıklarını haberlerden izlemişsinizdir. Başkan’a karşı yapılacak biyolojik bir saldırıdan çok bokunu ele geçirenler Başkan’ın ‘hasta olup olmadığı’ bokuna bakarak anlamasın diye, tıpkı At yarışı tiryakilerinin sabah erken saatte atların bokunu ellerindeki bir çubukla didik didik incelemesi gibi.

Blair başkan değil başbakandı ancak göreve geldiği ilk yıllarda sekreterlerini dahi başbakan yardımcısı pozisyonuna yükseltip bakanlar kurulu ya da yardımcılarını demokratik süreç içinde pasifize etti, sonuç, kanlı bir Orta-Doğu coğrafyası.

Bosna katliamlara kasıtlı seyircilikleri bir yana, Bush’la birlikte Irak’a bir trilyon dolar ve beşyüzbin asker döküp sonunda Irak’ı düşman kabul ettikleri İran’ın kucağına bıraktılar, tarihte eşi benzeri görülmemiş bir hezimetle geri çekildiler.

Yetmedi, Irak’ta Saddam’a karşı uygulanan ambargo yüzbinlerce bebeğin ölümüyle sonuçlandı, artık aklı yeten herkes bu insanlık suçu’nun Blair ve Bush’un hatası olduğunu kabul ediyor.

Hatta Bush ve Blair’in kişisel ihtirasları öyle bir hal aldı ki Birleşmiş Milletler yani tarihlerin en büyük uluslar arası kurumu ilk defa bu denli aşağılanarak devre dışı etkisiz bırakıldı.

Neydi Bush’u ve Blair’i bu denli delirten ihtirasları.

Bir ‘Churchill’ olma ya da Napolyonculuk hastalığı mı?

Batı, ağırlığı ve gücüyle ve elinde tuttuğu uluslar arası kurumlarla Saddam’ı süreç içinde kolaylıkla çökertmesi mümkünken insanlığa bu denli felaketler yaşattırarak bir imha savaşına girmeleri ‘delilik’ti, sonuç kan gölüne sürüklenmiş ve kendilerinin de işin içinden çıkamadıkları bir Orta-Doğu coğrafyası.

Düşünün Bush ve Blair’in delilikleri öyle hal aldı ki güya terörizme karşı savaşırlarken ortaçağlarda dahi benzerine rastlanmayacak azılı radikal örgütlerle gizli ittifaklar kurdular. Bu yıkımın maliyeti Batı’ya geri dönüşü yüzlerce yıl sürecek.

Orta-Doğu topraklarının okumuşlarını eğitimlilerini yurttaşlarını ya tuzak kurup öldürecek yok edeceksin ve kendine işbirliği için muhatap, etnik, mezhebi ya da radikal grupları bulup bir büyük savaş oyunu kuracaksın…

Bush ve Blair’in ‘savaşçılık oyunu’ tüm dünyanın sadece Batı’ya değil Batı Uygarlığına karşı güvenini paramparça etti, hatta ortak insanlık kurumlarıyla pamuk ipliğine bağlı incecik ‘nezaketi’ tamamen kaybettiler.

Ve 21. yüzyılın eşiğinde Siyaset Bilimi’ne ‘başkanlık’ koltuğunda oturanların ruh halleriyle ilgili yepyeni bir literatür soktular, artık başkanların kullandığı her ağrı kesicinin yan etkileri dahi bir nükleer bomba kadar önemli hale geldi.

Başkan’ı bu denli kudurtup zıvanadan çıkartan içinde çocukluk günlerinden kalma ya da eğitimi ya da yaşadığı kişisel travmalarla oluşmuş bir ‘mesihçilik’ hastalığı, yani insanlığı kötülerden kurtarma hastalığı.

Ya da basit sıradan hastalıklarla baş etmek için kullanılan ağrı kesicilerin zamanla başkan’ı gerçeklikten kopartıyor mu soruları doz doz miligram öğün öğün sorulmaya soruşturulmaya başlandı.

Başkan bir zaman sonra neden bakanları yardımcılarıyla ‘müzakere’ etmekten sıkılıyor ve fevri kararlar almaya başlıyor, işte burada Siyaset Bilimi’ne ‘meteoroloji’ dahi dahil oluyor.

Çünkü hava durumu dahi başkanın asabını bozabilir, basit bir üşütme, gribal bir hastalık başkan’ın o gün alacağı kararları bir felakete çevirebilir?

Şaka değil, başkanlar için muhalefeti sindirmek belki çocuk oyuncağı ancak hava muhalefetine karşı yapabilecekleri çok şey yok.

Ve asıl önemlisi iktidar koltuğunun her insanın karakterinde travmatik bozukluklar yaptığı bilinen insani bir gerçek, ağır bir kibir hastalığı ya da ağır bir megolamanlık belirtisi göstermeyen tek bir ‘başkan’ örneği bulmak mümkün değil.

Kibir, kendine aşırı güven ve ikazlara asla kulak vermemek.

Hatta bir örneği de yazar Nihat Genç’tir, her Karadenizli aşırı enerji ‘hipomani’ hastasıdır, en sakin bir tartışma anını kavgaya çevirmede üstümüze yoktur, peki ya bu Karadenizli başkan ise. Kan basıncı bu denli yüksek her daim beynine kan sıçrayan başkanı hangi güç hangi kanun hangi merci kontrol edecek.

Hepimiz zaman zaman dengesiz davranır kontrolden çıkar kendimizi kaybederiz, ancak bir karar anı’nda üstelik ülkenin bir kader anı’nda başkan’ın kan basıncını hangi eller düzenleyecek?

Bilmem mideniz kaldırabilecek mi gelin Fransa örneğiyle başlayalım, mesela Mitterand’dan söz edelim. Seçim vaadi olarak geçmişte halkın çokca yanıltıldığını bildiği için en önemli çıkışı hastalıkla ilgili bütün gerçekleri halka açıklayacağı sözüydü.

Daha ilk yılında kanser olduğu anlaşıldı ve iktidarı boyunca hastalık saklandı, uzun tedavi süreçleri profesyonelce gizli tutuldu, gelelim yan etkilerine.

Tarihlerin gelmiş geçmiş en büyük insanlık facialarından sayılan Ruanda katliamlarının baş suçlusu Mitterand’dır, artık herkes biliyor ki Fransa’nın rolü ya kasıttır ya ciddi ihmal.

Bosna katliamlarına Avrupa’nın sessiz kalması için çırpınan ve başrolü oynayan Mitterand’dır ve Sırp kasabı Miloşeviç’i sarayında ağırlayıp pohpohlayan Mitterand’dır.

Ayrıntıya da girelim, bir ropörtajında Miloşeviç’le bu samimiyetinin nedenleri sorulur, Mitterand ilk gençlik yıllarına gider ve Sırplar’ın II. Dünya Savaşı’ndaki yiğitliklerinden bahseder, yani şu soruyu soralım, katliamların ortasında Mitterand’ı yersiz gereksiz bir romantizme sürükleyen ruh haline iten hangi ilaçlardır?

Hepsini geçin Fransa Solu için umut olan Mitterand’ın barışçıl eylemler yapan Greenpeace gemisini batırma kararını hangi ilaçlı bünye verdi ya da Thatcher’in Falkland Adaları Savaşı başlar başlamaz İngilizler’in tam destekçisi yapmaya hangi şırıngalar sebep oldu?

Hastalığını gizleyen bir başka liderden söz edelim, İran Şahı’ndan, ülke için için kaynarken kanser hastasıydı ve karısına dahi söylemiyordu, Fransa’dan getirdiği özel gizli doktorlar Şah’ı sürekli izliyor tedavi ediyordu, işte tam da bugünlerde koskoca ülke elinden uçtu. Halk kalabalığına caddelerde bombayla karşılık verdi. Birkaç yıl içinde hem halkının hem Batı’nın desteğini kaybetti ve ülkeden kaçtı. Bugün herkes biliyor ki Şah’ın sağlığı yerinde olsaydı halkın bir yarısını sakat bırakan işkence örgütü Savak’la netice alacağını asla düşünmezdi.

Siyasi yorumcuların çoğu Şah hastalığını gizlemeyip geçici bir komisyon ya da geçici bir hükümet’e yetki verseydi İran mollaların eline bu denli hızlı geçmezdi diye düşünüyor.

Bugün gelmiş geçmiş tüm dünya siyasetinde üzerinde en çok konuşulan ve üzerine en çok inceleme yapılmış Hitler ve Stalin’e sadece insanlık ‘deli’ diyor, bilim adamı ve siyasi yorumcular akıl sağlığı olarak ne Hitler’e ne de Stalin’e ‘deli’ değildi, diyor. Oysa ‘deliydiler’, işte haklarında milyonlarca kitap yazılmasına sebep de onları ‘delirten’ şey gerçekten neydi sorusunun cevabıydı.

Çocukluklarından rüyalarından sevgililerinden arzularından iştahlarından aksırık tıksırıklarından yedikleri yemeğe ve tüm hayatları boyunca sarfettikleri her kelimeye kadar milyonlarca kez incelendi, tartışıldı.

Ortaya insanı deliliğe sürükleyen bir iktidar hastalığı çıkıyor, kaybetmeme, geri adım atmama. Otoritelerini kurabilmek için yakınlarını dinlememe, gücünü sınamak için her muhalifi yok etme. Ezcümle bu insanları ‘delirten’ iktidar süreci, başkanlık koltuğu.

En masum ifadeyle iktidarlarını ‘koruma’ altına almak için başvurdukları ‘güvenlik’ tedbirleri ve bu tedbirleri hangi araçlarla yerine getirdikleri.

Brejnev’in saçını taradığı taraktaki kıllar dahi büyük gizli örgütlerin en değerli hazinesi haline işte bu yüzden geldi, Hitler’in ve Stalin’in doktorları ve yakınları tarafından öldürülme korkusu işte bu yüzden insanlığın felaketleri haline dönüştü.

Soru şudur, dakika dakika yaşadığınız öldürülme korkusu bir insanın ruh halini ne hale getirir? Bu yüzden tarihin tanık olduğu onlarca kral, padişah, diktatör gibi Hitler ve Stalin de korku nöbetleri geçirmeden boş bir koridordan dahi yürüyüp geçemezlerdi, her an enselerine sıkılacak bir kurşun ya da yedikleri her yemekte zehir araya araya ‘delirdiler’.

Çok uzatmadan birazcık da Kennedy’den söz edelim, çocukluğumdan beri belgesellerini izlediğim bu yakışıklı parlak başkan’ın neden mafyatik karılarla düşüp kalktığını anlayamamışımdır, sebebi, kullandığı ilaçlar, her Karadenizli’de doğal olarak bulunan yüksek enerji şırıngayla veriliyor ve en yakın arkadaşına bir gün kadınsız kalsam kuduruyorum, diyecek hale geliyor.

Kennedy’in elinde o meşhur nükleer düğme vardı ve hastaydı ve hastalığını kimsecikler bilmiyordu, dünyanın bir nükleer mezarlığa dönüşmesi an meselesiydi ve siyasi yorumcular, bu ünlü Domuzlar Körfezi’nden daha sağlıklı olan Kruşçev’in galip çıktığı fikrinde.

Ve dünya karşılıklı nükleer düğmelere basıldı basılacak felaketiyle inşa edilen ‘dehşet dengesine’ işte Kennedy marifetiyle sokuldu.

Tabii ki ilaçlara da güvenmeliyiz, Mitterand ağır kanser tedavilerine rağmen Fransa halkına 1700 defa konuştu 154 defa yurt dışı gezisi yaptı 35 ülkeye de resmi ziyaret yaptı ve yüzlerce kez toplantı masasında müzakereye oturdu.

Her şey ne kadar normal diyeceksiniz, size tanıdık şeyler söyleyeyim vehameti çakızlayın. Mitterand ortada fol yok yumurta yokken madam Mitterand’la Fransız Dış Politikasını da hiç ilgilendirmediği halde birden üstelik Bosna katliamı ortasında Kürt meselesine sahip çıktı, Kürtler’in hamisi oluverdi. Hayırdır? Siyasi yorumcular Mitterand’ın bu gereksiz ilgisini ölüm kalım savaşı verdiği ilaçlarla boğuşup suni şekilde yoğunlaştırdığı ‘romantizmine’ yormaya gayret ediyorlar.

Ki ‘romantizm’ biz edebiyatçıların dünya güzeli besleyici bir hastalığıdır, ancak ilaçla değil, ve şayet en ciddi kader anı kararlar alan bir başkansanız, romantizm bir felakete dönüşür.

Yani romantizmin siyasi dili maceracılık, ölüm kalım meselesi gibi bir şeydir, insanın ölümü çokca düşünmesi, hayata sert sorular sorması, bir halk tabiri insan aklının yoğun şekilde gidip geldiği günlerde ortaya çıkıyor, tabii ki ilaçların etkisiyle.

Unutmayın, Başkanlık sisteminde Bakanlar Kurulu bir şekilde gölgelenir uzaklaşır ve Bakanlar Kurulu’nun yerini artık ‘doktorlar alır’.

Doktorların gizliliğe inançları Hipokrat yeminlerine rağmen tamdır. Bahsi geçen başkanların doktorlarının hiç biri sağlıklarında tek bir kelime konuşmamışlardır. Aksine gizli örgütlerin dahi ulaşamayacakları kadar gizlilik içinde çalışmışlardır. Ve hatta öldüklerinde dahi konuşmamışlar, ancak aradan yirmi-otuz yıl geçip siyasi atmosferin tam olarak dağılmasını bekledikten sonra, hatıralarını yazmaya başlamışlardır.

Kardeşlerim, hemen hemen her savaşın geri dönülmez ortasında birileri ‘bu savaş niye çıktı’ diye sorar ve makul siyasi aklı başında gerçekçi bir cevap bulamaz.

Sebebi kimbilir çoğu kez ‘görünmez ilaçlar, görünmez doktorlardır’.

Nixon’un depresyon ilaçlarını almayı unuttuğu bir anda söylediği ‘nükleer silahla saldırmalıyız’ lafı tarihe geçmiştir.

Kontrolden çıkan dengesizleşen Başkan değil, ülkenin ve insanlığın kaderi, milyonlarca insanın hayatı.

Ülkemizde bugünlerde sanki bu yüzyılın bu büyük felaketleri hiç yaşanmamış gibi birileri tarihin en iyi siyasi rejimi ‘başkanlık’tır diye keyifle naralar atıyor.

Yetmiyor, yüzlerce yazar köşesinden başkanlığın karşısına çıkmaları gerekirken tam tersine bütün başkanları delirten hasta eden ‘mistifikasyon’, yani yoğun abartmalar, yoğun övgüler, yoğun anlamlar vermeye çalışıyor, her şeyi unutun, bir başkanı delirten işte bu, siyasetin tek insan üzerinde ‘yoğunlaştırılmasıdır’ ve ülkenin kaderi gerçekte başkan’a değil doktorların ve ilaçların eline bırakılmasıdır.

Ne demişti başbakanımız Pakistan’da, kızım sana söylüyorum, gelinim sen işit.

İşte Osmanlı’nın çöktüğü 19. yüzyıl, binlerce hatıra araştırma tarih ortada, hala kimsecikler ülkeyi padişahlar mı yönetti mabeyinciler mi anlamış değil.

Nihat Genç
Odatv

Yorum Gönder

0Yorumlar
Yorum Gönder (0)