20. Yüzyılın En Büyük Lideri Mustafa Kemal kitabından naklen


Fransız gazeteci -yazar Berthe Georges Gaulis 1921 yılının Aralık ayında Ankara’ya gelmiş ve Mustafa Kemal’le bir kaç görüşme yapmıştı.

Gaulis daha sonra gördüklerini ve izlenimlerini “Çankaya Akşamları” adındaki kitabında anlatmıştı.

Şimdi bu ilginç, ilginç olduğu kadar önemli tanıklık ve izlenimlerle dolu olan bu kitaptaki değirlendirmeler çok önemlidir.
Bu ilginç tanıklık, izlenim ve değerlendirmeleri Genelkurmay eski Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un “20. Yüzyılın En Büyük Lideri MUSTAFA KEMAL” adlı kitabından sizlere aynen aktarıyorum:
“Çankaya’da büyük büro-salonun kırmızı maroken koltukları arasında ciddi bir konuşma içine girmiştik.

İngiltere, sanki müzakere istiyor, bu yolda bazı uvertürler yapıyordu. Mustafa Kemal, buraya kadar Ankara ile İstanbul’un duruma eşitlikle bakılması şıkkını konuşmak istememişti, Çankaya’da dahi hiç kimse, onun barıştan sonra ne söyleyeceğini tam olarak bilmiyordu.

İngiltere ile anlaşma olursa, Yunanlılar haliyle Anadolu’yu, İzmir’i, Trakya’yı boşaltacaklardı. İşte o zaman kurtulmuş Türkiye’nin anayasal rejimi acaba nasıl olacaktı? Bu yeni düzenleme içinde saltanat ve halifeliğin konumu ne olacaktı?
Daha önce söylemiştim: Mustafa Kemal beklemesini bilir, hiçbir şeyi tesadüfe bırakmaz. Ağır ağır inşa eder, arada bir bilinçli olarak derbe vurur. Her olay, kendi saatinde oluşur, hatta en yakınlarına, sırlarını paylaştığı kimselere bile tam fikrini açmaz. Günü gelir, o zaman, insanı baştan başa saran, kendine özgü bir mantıkla, durumu ortaya koyar.

Bizim Esas Teşkilat Kanunumuz’u bilir misiniz diye sormuştu bana.

Hakimiyet Kayıtsız şartsız milletindir

Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir. Milli Meclis, milletin tek temsilcisidir.
Mustafa Kemal, bana bunları hatılatırken buradaki öz fikri de iyice vurguluyordu. Yarın, bugünün devamıdır. Temel kanunlar tüm genişlikleri ve kapsamlarıyla uygulanacaktır. Milli Meclis, milletin bağrından çıkmış olmakla, ülkenin temel taşı olacaktır. Türk milletinden doğmuş olan hükümet, Ankara’da çalışacak.

Ya İstanbul?

O anlatılamaz tebessümü, belirsiz eğlenmesinden ve kuvveti hissetmesinden doğan gülümsemesi, şimdi beliriyor ve şöyle diyordu:
İstanbul, her zaman Batı ile Doğu arasında büyük rolünü oynamıyor mu? O bizim sanat şehrimiz, ticaret şehrimiz, alışveriş merkezimiz değil mi?

Sonra, tekrar ciddileşti:
Halife, dini lidere, padişah tüm milletten saygı görür. Şimdilik, hilafeti ve saltanatı yerinde bırakıyoruz. Osmanlı ailesini yerinde tutuyoruz, yabancı entrikası karşısında da savunacağız dedi.

Ben panislamist değilim

Hayır, bizimkiler arasında ciddi karşı koyma görülmeyecektir. Birkaç kişi itiraz eder, o kadar. Ben Anadolu’yu toplamadan önce halkın gönlünü kazanmak zorunda kaldım. Bu da oldu.

Az sonra, benim ağzımdan İslam kelimesi çıktığı için Mustafa Kemal yeniden konuşmaya başlıyordu.

Ben Panislamist değilim. Bu sömürülen halkların kullandığı belirsiz bir formül. Biz Türk’üz. Hepsi bu kadar. İyi Müslümanlar olarak kalmak bize yeter.
Arada bir, daha hafif, farklı konulara da değinmiştik. O sıralarda gelen misafileri de tartışmaya sokuyorduk. Sonra onlarla birlikte sofraya oturuluyordu. Masa, çok şirindi, çok sadeydi.

Nasıl oldu bilemem, bu hal bizi ebedi konuya çekiverdi: Kadın konusu. Bu derece değişen Türkiye’de kadının kaderi nasıl olacaktı?
O beklenmedik tınılarla dolu sesiyle, bir anda gözleri parlayarak şu karşılığı verdi:
Tam eşitlik! Bizdeki hakların hepsine sahip olacak. Kadınlarımız kurtuluşlarını gerçekten hak etmişlerdir. Bir milletin yarısının, onun sosyal yapısı dışında tutulması kabul edilemez.”
Gaulis’in meclis izlenimleri

“Toplantı salonu dopdoluydu. Şimdi Paşa gelmiş bulunuyordu. Hızlı adımlarla, herhangi bir yere, basit bir mebus gibi gitti oturdu, dinledi, notlar aldı.
Sonra, kurşun kaleminin tersiyle önündeki sıraya üç kere vurdu. Bu söz istediğinin işareti idi. Başkanlık eden zat kalem darbelerinin farkına varmamıştı. Paşa, bu hareketi aynı jestle tekrarladı. Bu sefer bir işaret ona cevap olmuştu, o da ayağa kalkıyor, toplantı salonunu, kendini simgeleyen yürüyüşü ile geçiyor, konuşmacılara ayrılmış yerin merdivenlerine çıkıyordu. Kürsüye gelince önüne birkaç küçük tabaka kâğıt koydu ve başladı. Bu kâğıtçıklara çok az bakacak, hep irticalen konuşacaktı.
Çok kısa bir arayla tam beş saat, bu topluluğa hitap edecekti. Öyle bir topluluk ki, çok farklı unsunlardan oluşmuştu ve bir kez tökezlemeyen, sürtüşmeyen sözlerinin egemenliği onu ilgilendirecekti.

O ölçülü ton bugün medeni bir biçimde çınlıyordu. Düşüncelerine tam anlamıyla hakim bir halde konuşuyordu. Sözlerindeki şiddet tesadüfi değil, bilinçliydi. Zarif kalpağı altında, profili bir madalya gibi hareketsizleşiyordu. Sivil kıyafetliydi, her zamanki gibi çok güzel giyinmişti. Öteki mebuslarınki ile onun elbisesi arasındaki farkı görebilmek, ondaki kusursuz elbise kesilişini fark edebilmek için, alışmış gözlerin şöyle bir bakması yeterdi.

Bununla birlikte, ne kadar sade kalmak isterse istesin, hareketi, yürüyüşü, anlatılmaz bir itibarlı durumu, önderi derhal belli ediyor, bütün topluluk da onu, davranışıyla, öyle tanıdığını gösteriyrdu. Topluluk, inanılmaz bir dikkat yoğunluğuyla fakat asla bir aşağılık duygusuna kapılmaksızın bazen de heyecandan titreyerek, yürekten dinliyordu. Bir ara şöyle demişti:
Burada herkesin konuşmasını dinledim, onlardan yararlandım.

Sonra, benzersiz bir ustalıkla, sözcünün ortaya koyduğu kanıtları, ayrı ayrı çürütüyor, ardından da, birdenbire şiddetle vuruyordu: Ülkeyi felakete götürmüş bir Kanun-i Esasi vardı. Onu parçalara ayırıp gösteriyor, onun tüm zayıflıklarını ortaya koyuyor, buna karşı yeni hükümeler öneriyor, ona kanuni ve hukuki yönlerden hak verdirerek, her zaman kendine egemen fikri ortaya atarak, bir güven meselesini meclis önüne getiriveriyordu.

Sonra soruyordu:
Bizim devlet şeklimiz nedir? Onu ne ile kıyaslayabiliriz? O diğerlerinin hiçbirine benzemez, o milli iradeyi, milli hâkimiyeti temsil eder, sosyal görünüşü ile anlatmak gerekirse: O halkın devletidir deriz.
Meclis, bunları bütün kalbiyle dinliyordu. Arada, birtakım sesler yükseliyor, bazı itirazlar geliyordu.

Mustafa Kemal konuşmasını şöyle bağlıyor ve bitiriyordu:
Şayet bütün bu sözlerden sonra, sizeleri bir gerçek ya da bir anlayış üzerinde aydınlatabildimse, kendimi mutlu sayacağım. Size ifade etmeye çalıştığım o hakikat şudur:
Millet yolunu seçmiş, o yolun sonuna gelmiştir. Millet ışığı görmeye başlamıştır. Bu, onun mutluluk güneşidir. Onu geri çevirecek hiçbir kuvvet mevcut değildir.
Mustafa Kemal’in sesiyle, bakışıyla, tüm kişiliğiyle, dayanılmaz bir kuvveti daha vardı.

Bu, üstünde milyonalarca insanın gözü olan, onun en ufak sözünü bekleyen, ona ümitler bağlayan insanları sevk edebilme yeteneğidir.

Mustafa Kemal, aynı çevik adımlarla, yüz çizgilerinde hiçbir yorgunluk belirtisi görülmeksizin, kendisini topluluktan ayıran birkaç basamağı indikten sonradır ki, birden gevşedi ve işte ancak o anda, konuşmasının saatlerce sürdüğünü fark etti.”
Gaulis, yine burada bir hitabet ustasının yürüyüşü, davranışı, kıyafeti, bilgisi, ikna kabiliyeti ve en önemlisi de, kendisinin deyimiyle toplumları sevk ve idare yeteneği ile sivrilen bir liderin portresini çok ustaca çizmiştir.

Çankaya’da son yemek

“Çok samimi geçen yemek sırasında, şimdi hâlâ en küçük ayrıntılarını daima hatırladığım o atmosfer içinde, dostça ve heyecanla konuştuk hatta tartıştık.
Paşa’nın tavrında o akşam rastladığım şüpheciliğe üzülüyordüm. O iradeli, konsantre olmuş sesiyle zorlukları tuzakları sayıp duruyordu. Yanılıyorsunuz diyordu.
İngiltere, hiçbir zaman, bizi yok etmeyi bugünkü kadar düşünmemiştir. Casusları hâlâ Ankara’da karıncalar gibi koşuşuyorlar.

Barışı ne kadar arzu ettiğini, bunun uğrunda ne kadar uğraştığını ama onu bir türlü elde edemediğini söylüyordu.

Birkaç hafta sonra dönüşümde, onun sözlerindeki doğruluğu, haber alma işlerindeki emin halini kabul etmiş olacaktım.

Şimdi burada büyük bir sadelikte anlattığınız bu gerçekleri, kendi insanlarınıza anlatabilme yolunda, kimbilir ne kadar zorlukla karşılaşacaksınız demiştim.
O, hayır diyordu, her şey bitmiş değildir. Daha dövüşmek, insan kaybetmek, işgallere maruz kalmak gerekecektir. Ancak kuvvetli olmak sayesinde hedefimize varmış olabileceğiz.

Sonra birden; ama bu sizin akşamınız, alaturka müziği sevdiğinizi biliyorum demişti.
Subayları ve her birinin elinde udu bulunan benim dostlarımı, genç kadınları içeriye çağırdı. Onlar söyledikçe, Paşa da bana güftenin anlamlarını tercüme ediyordu.

Onu askerleri arasında görmek gerek

Az sonra, saatin biri geçtiği bir anda evime gidecek ve yine bavulumu hazırlayıp kapatırken Mahmut Bey’e:
Eh, şimdi Paşamızı iyi tanıyorum diyebilirim.
O ise: Hayır, siz onu askerleri arasında görmüş değilsiniz. Onu silahların konuştuğu zaman görmelisiniz. Ancak o zaman onu kesinlikle ve gerçekten tanıyabilirsiniz. O, ancak o zaman odur, diyecekti.”

Yorum Gönder

0Yorumlar
Yorum Gönder (0)