Madenleri Kamu İşletmelidir!
Bugün gerek dünyada gerekse
ülkemizde küreselleşmeye bağlı olarak sermayenin tek güç olarak egemenliğini
ilan ettiği, kamusal hizmetlerinin daraltılarak sermayenin talepleri
doğrultusunda yeniden biçimlendirildiği bir dönemden geçiyoruz.
Her şeyin piyasa
koşullarında belirlendiği bu süreçte, artık ekonomik ve sosyal politikalar
toplumsal ihtiyaçlar temelinde değil küresel piyasa ihtiyaçları doğrultusunda
yeniden yapılandırılmakta, Devlet yapıları da küresel piyasa ihtiyaçları
doğrultusunda yeniden düzenlenmektedir. Süreci kalıcılaştırmak için kamu
hizmetleri ticarileştirilmekte, özelleştirme ve taşeronlaştırma uygulamaları
sürekli gündemi oluşturmaktadır.
Öte yandan kamu
hizmetlerinden yararlanan geniş toplumsal kesimler bakımından da durum
sıkıntılıdır. Piyasa hizmetine dönüşen kamu hizmetine halkın erişimi
zorlaşmaktadır. Devletler kamu hizmetini ekonomik bir yük olarak
değerlendirdikçe, başta sağlık olmak üzere en temel ihtiyaçlar paralı hale
gelmektedir.
Ülkemizde ise bu durum daha
karamsar durumdadır. Nitekim OECD’nin hazırladığı raporlarda Türkiye yaşanması
en zor ülkelerin başında gösterilirken, bugün 6,5 milyon işçi asgari ücret
seviyesinde güvencesiz, korumasız ve örgütsüz çalışmaya zorlanmaktadır.
Özellikle sendikal hak ve özgürlüklere yönelik baskılar her geçen gün artarken,
taşeronlarda çalışma devletin temel istihdam politikası haline gelmiştir.
Bu köklü saldırının geçmişi
12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’ne kadar uzanmaktadır. Dönemin Çalışma Bakanı ve
eski Türk-İş Genel Sekreteri Sadık Şide tarafından 2821 Sayılı Sendikalar
Yasası ve 2822 Sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu
çıkarılarak, sendikal hak ve
özgürlükleri engelleyici işkolu ve işyeri barajları ile özgür toplu sözleşme
yapma hürriyetini kısıtlayan grev düzenlemeleri hayata geçirilmiştir.
İşçi ve emekçilerin
örgütlenme iradesine karşı cumhuriyet tarihinin en ciddi saldırısı ise AKP
Hükümeti döneminde yapılmıştır. Öncelikle işverenler istedi diye 2003 yılında
İş Kanunu değiştirilerek esnek çalışma biçimleri getirilmiş ve iş güvencesi
sınırlandırılmıştır.
Ardından da hepinizin
bildiği gibi, sendikal alanda, 12 Eylül hukukunu birkaç makyajla yeniden
önümüze koymuştur. 2012 yılında konfederasyonlar ve sendikaların görüşlerini
dikkate almadan 2821 ve 2822 sayılı Yasalarda değişikliğe giderek, dönemin
koşullarına uygun 6356 Sayılı Toplu İş Sözleşmesi ve Sendikalar Kanunu
çıkarılmıştır.
Bugün sendikal hareketin
temel sorunlarını konuşacaksak, hak ihlallerine değinecekse ve çözüm önerileri
sunacaksak öncelikle 6356 sayılı Yasa ile getirilen yasak ve engellere değinmek
gerekir.
Bu Yasadaki sorunların
başında işkolu ve işyeri barajlarının devam etmesi ve grev hakkının
daraltılmasına yönelik düzenlemeler gelmektedir. İşkolu sayısı 28’den 20’ye
düşürülerek işkollarındaki işçi sayısı katlanarak artarken, işkolu barajı % 1’e
düştü yalanı ile yeni barajlar yaratılmıştır. Örneğin, hava işkolunda baraj 20
kat artarken, demiryolu işkolunda 26 kat, kara taşımacılığın 5 kat artmıştır.
Ayrıca yüzde 1 işkolu
barajının uygulanması ile birlikte de, daha önce işkolu barajının üzerinde olan
ve toplu iş sözleşmesi imzalayabilen 7 sendika yüzde 1 barajının altında kalmış
ve yeni toplu iş sözleşmesi imzalayabilme yetkisini yitirmiştir. Mevcut
sözleşmenin olduğu işyerlerinde bu sendikalar 1 kere mahsus olmak üzere
toplusözleşme yapabileceklerdir. Türk-İş’e bağlı 3, DİSK’e bağlı 3 ve Hak-İş’e
bağlı 1 sendika, toplamda 7 sendika baraj altı kalmıştır. 2009 Ocak ayında
yayınlanan istatistikte yer alan ve tarım işkolunda faaliyet gösterdiği için
baraj şartı aranmayan iki sendika, yeni istatistikte yer almamıştır. Önceki
yasa döneminde toplu iş sözleşmesi imzalayabilen 52 sendika varken, yeni yasa
ve yüzde 1 barajının uygulanması ile birlikte toplu iş sözleşmesi imzalayabilen
sendika sayısı 43’e düşmüştür.
Bir örnek vererek anlatmak
gerekirse, birkaç işkolunun birleşimi ile oluşturulan “Ticaret, büro, eğitim ve
güzel sanatlar” işkolunda bir sendikanın örgütlü olabilmesi için, bu işkolunda
çalışan 2 milyon 565 bin işçinin %1’ini yani 25 bin 650’sini örgütlemesi
gerekmektedir. Bu da oldukça yüksek bir rakamdır ve birçok sendikanın kapanması
söz konusudur.
İşçilerin insanca çalışma ve
insanca yaşama hakkına karşı işverenlerin ‘kölelik düzeni’ne uzanan yolda
dikensiz gül bahçesi yaratmak için Anayasa’yı ve uluslararası sözleşmeleri
çiğnemekten çekinmeyen AKP, sendikal harekete karşı bir darbe niteliği taşıyan
bu düzenlemelerle sadece sendikal hareketi değil, bütün bir işçi sınıfının
teslim alınmasını hedeflediğini göstermektedir
Son istatistiklere göre
Türkiye’de sendikalaşma oranı % 9,9’dur. Fakat bunu toplu iş sözleşmesinden
yararlanan işçiler açısından değerlendirdiğimizde % 5’lere düşmektedir. Bu
demek oluyor ki, işkolu ve işyeri barajları devam ederse AKP Hükümeti’nin
istediği gibi 2023 yılında sendikalı olsalar dahi asgari ücretle çalışabilecek
yaklaşık 5 milyon işçi daha yaratılacaktır ve bu oran da toplam sigortalı
işçilerin % 48,5’ini oluşturmuş olacaktır.
Önemli diğer bir sorun alanı
ise sendikal ayrımcılıktır. Özellikle Hükümete yakın konfederasyonlar ve
sendikaların üye sayıları her geçen gün artarken, diğer sendikaların üye
sayıları düşmektedir. Bu saldırılara maruz kalan konfederasyonların başında da DİSK
gelmektedir. Birçok kez yapmış olduğumuz eylem, gösteri ve yürüyüşler sert bir
şekilde bastırılırken, sendikalarımız almış olduğu grev kararları da Yüksek
Hakem Kurulu’nun kararı ile gasp edilmiştir. Buna karşın Hak-İş’in üye sayısı
AKP Hükümeti döneminde katlanarak artarken, benzer bir şekilde Memur-Sen’in üye
sayısı da yüzde 400 yükselmiştir.
Burada bahsetmek istediğim
son konusu ise maalesef son dönemde sıkça yaşadığımız iş kazaları yani iş
cinayetleridir. Türkiye’de sadece 2014
yılında bin 500’e yakın işçi, çalışma koşulları nedeniyle hayatını
kaybetmiştir. Toplumumuzda travma yaratan bazı önemli iş kazalarını da
hatırlatmak istiyorum:
- 2003’te Karaman-Ermenek (10 işçi- grizu patlaması sonucu),
- 2004’te Kastamonu-Küre (19 işçi-yangın sonucu)
- 2009’da Bursa-Mustafakemalpaşa(19 işçi-grizu patlaması
sonucu),
- 2010’da Balıkesir-Dursunbey(17 işçi- grizu patlaması
sonucu),
- Zonguldak-Karadon’da (30 işçi-grizu patlaması ve göçük
sonucu) ,
- 2011’de Ankara’da Ostim Patlaması (20 ölü- 43 yaralı)
- Afşin-Elbistan (9 işçi- toprak kayması ve göçük sonucu),
- 13 Mayıs 2014’te Soma’da 301 madenci (grizu patlaması),
- 6 Eylül 2014’te İstanbul Torunlar İnşaat ( 10 işçi-asansör
düşmesi)
- ve son olarak 28 Ekim 2014 tarihinde Karaman’a bağlı
Ermenek’te bir maden işletmesinde su baskını nedeni ile 18 işçi gökçük altında
kalarak hayatını kaybetti. Yine 31 Ekim2014 tarihinde de Isparta Yalvaç’ta
trafik kazasında 17 işçi öldü, 28’i yaralandı.
Bu kazalar çökmüş sistemin
sonucudur. İnsan hayatının ne kadar değersiz olduğunun en acımasız ilanıdır.
Bunlara iş kazaları demek artık imkânsız hale gelmiştir.
Türkiye’de işverenlerin
büyük bir kısmı önlem almayı gereksiz maliyet olarak görmekte, devlet ise
denetim görevini yeterince yerine getirmemektedir. Bunun yanı sıra üretimin, yoğun birikim ve
deneyime sahip olan kurum ve kuruluşlar yerine, teknik ve alt yapı olarak
yetersiz, deneyim ve uzmanlaşmanın olmadığı kişi ve şirketlere bırakılması işçi
sağlığı ve iş güvenliği önlemlerinin hızla terk edilmesine neden olmuştur. Buna
bir de taşeronlaştırma, rödovans sistemi eklenince facialar bir biri ardına
gelmeye başlamıştır. Bu tür işletmeler maksimum karı elde etmek için en hızlı
en acımasız üretim süreçlerini yaşama geçirme konusunda hiç tereddüt
etmemektedir.
Bunun içine bir de siyasi
rant girince işin boyutu giderek acımasızlaşmıştır. Örneğin 17 Mayıs 2010
tarihinde 30 işçinin ölümü ile sonuçlanan Karadon Grizu patlamasından sonra
Yargıtay’ca suçlu bulunan Türkiye Taş Kömürü’nde çalışan 3 bürokrattan biri
daha sonra bu kurumun Genel Müdürü olmuştur.
Gördüğünüz gibi, hem siyasi
hem ekonomik hem de sosyal gerçekler, birçok emekçinin canını yakmaktadır.
Biz Türkiye Devrimci İşçi
Sendikaları Konfederasyonu olarak diyoruz ki, Türkiye’de hızla artan iş
cinayetlerini durdurmak için yapılması gerekenler bellidir ve öncelikli olarak
şu önlemler alınmalıdır:
1-Taşeronluk kesinlikle
yasaklanmalıdır. Madenleri Kamu işletmelidir.
2-Rödovans Anayasaya
aykırıdır. Hukuksuz olarak yapılan bu sözleşmeler fesh edilmelidir ve tekrarı
olmamalıdır.
3-Sendikalaşmanın önündeki
engeller kaldırılmalıdır. Maden işçilerinin sendikalı olmasının önü
açılmalıdır.
4-Madenlerin Denetim
Mekanizması bağımsız olmalıdır ve harcamaları kurulacak bir fondan
karşılanmalıdır. Ayrıca devletin denetimi güçlü bir hale getirilmelidir.
5-ILO'nun madencilikle ve
diğer çalışma alanlarıyla ilgili sözleşmeleri ve diğer uluslararası mevzuat en
uygun bir şekilde düzenlenmelidir. Madenlerde yaşam odalarının kurulması hızla
gerçekleştirilmelidir.
6-Madencilikte havza
üretimine geçilmeli ve havza bazlı üretim haritası çıkarılarak bütünlüklü bir
madencilik üretimi kamu eliyle sürdürülmelidir.
7-Enerji ve Tabii Kaynaklar
Bakanlığı, Maden İşleri Genel Müdürlüğünün taşra teşkilatları oluşturulmalı ve
merkezden yönetilmesi anlayışından vazgeçilmelidir.
8-Yapılan denetimlerin
raporlarının birer örneği sendikalara gönderilmesi önemlidir ve bu konuda
düzenlemelerin yapılması gerekmektedir.
9-Eğitim ve uygulama ile
ilgili maden ocağı sistemi geliştirilmeli ve bu ocaklarda eğitim ve uygulamayı
tamamladıktan sonra madenci sıfatı kazanılmalıdır ve üretimde çalıştırılmasının
düzenlemesi yapılmalıdır.
10-İş Sağlığı ve Güvenliği
Konseyi etkin hale getirilmeli; temsiliyetinde eşitlik ilkesi gözetilmelidir.
Bu Konseyin çatısı altında, sendikaların, meslek oda ve birliklerinin ve
üniversitelerin yer aldığı mali yapısı bağımsız, özerk-demokratik bir İSG
kurumu oluşturulmalıdır.
11-Ve son olarak sağlık,
güvenlik ve çevreyle ilgili özerk-demokratik bir kurumsal yapının sendikalar,
meslek oda ve birlikleri ve üniversiteler ile oluşturulması gerekmektedir.
Halkımızı, DİSK’in
mücadelesine omuz vermeye davet ediyorum.
Kani Beko
DİSK Genel Başkanı