Başbakan Ahmet
Davutoğlu, Hacı Bektaş-ı Veli Kültür Merkezi'nde düzenlenen "4.
Uluslararası Hacıbektaş Aşure Günü" etkinliğinin açılış töreninde
konuştu. Davutoğlu; “Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin
Başbakanı devlet adına, Dersim dolayısıyla bütün Alevilerden ve
vatandaşlarımızdan özür diledi" .“Çünkü o katliam kime karşı yapılmış
olursa olsun gerçekten bir Kerbela idi. Modern bir Kerbela idi” dedi
Bay Davutoğlu’nun bu
söylemi, karşı devrimci, şeriatçı kafaların, paranoyak beyinlerin
hezeyanlarının dillendirilmesidir. Bu karşı devrimci, şeriatçı kafalar,
paranoyak beyinler, yüzyıllardır yalanlar, iftiralar, çarpıtmalar, hurafeler
üzerine, tarih bilimini iğdiş ederek uydurma bir tarih yaratma çabası içinde
olmuşlardır. Bu kafalar, her dönemde bilimsel tarihle kavgalı olmuşlardır.
Bay Davutoğlu’nun bu
söylemi, Bürüksel ve Washington’u kıble edinen İşbirlikçilerin içine düştüğü
zihin fukaralığının göstergesi olduğu gibi, aynı zamanda gerek Kerbela” ya,
gerekse “Dersim”e şaşı bakışlarının anlatımıdır.
Gerçekte ne olmuştu
Kerbela ve Dersim’de?
Kerbela
katliamı, bizlere
anlatıldığı gibi, basit bir ‘’biat savaşı’’ değildir. ‘Allah Elçisi
Muhammed’den önceki sömürü, zulüm, soygun
düzeni olan eski sistemin egemenleri, şeyhler,
emirler, yani Mervanlar, Hakemler,
Ebü’l- Asi’ler, Ümeyye’ler, Ebu Süfyan’lar ile Allah
Elçisi Muhammed’in kurduğu, sömürü, zulüm, soygun düzenine karşı,
yoksulları gözeten yeni sistem, yani İslam dini
arasındaki kanlı hesaplaşmanın adıdır Kerbela. Kerbela, apaçık ve tartışmasız biçimde İslam
ile Ebu Süfyan’ların savaşıdır.
Emevi
ailesi, Allah Elçisi Muhammed’in İslam dinini
tebliğinden önce Mekke’de elinde bulundurduğu ticari etkinliği ve
ticaret sayesinde elde ettiği zenginliği, elde ettiği siyasal gücü bırakmamak için
önceleri Allah Elçisi Muhammed’e, sonraları ise onun
ardılları ile hep hesaplaşma içinde olmuştur.
Ne yazık ki bu hesaplaşma, Mekke’de ki putperest sistemin nimetleri ile
keselerini dolduran, Allah Elçisi Muhammedin tebliğ ettiği İslamiyet’i
değil sömürü, zulüm, soygun düzenine “İslam elbisesi giydirerek” amacından saptırılmış bir din yaratan Ebu Süfyan’ların torunu Yezid’in zaferi ile
sonuçlanmıştır. Böylece gerçek İslam
gitmiş, yerine İslam elbisesi giydirilmiş bir “putperestlik” egemen kılınmıştır.
Günümüzdeki Tayyipler in, Davutoğlu, Ahmetlerin, Gül Abdullahların sömürü, zulüm, soygun, soykırım,
yıkım ve işkence düzenlerini sürdürebilmek için geniş halk yığınlarının önüne
koydukları din algısı tam da bu İslam elbisesi giydirilmiş “putperestlik” dinidir.
Bu gün iktidarı ele geçirmiş olan “tiran”ların, mezhepçi-ruhbancı, Kuran dışı ve Emperyalizm
ile çelişmeyen bir dine inananların bırakın Spartaküs’ü, ne Kerbela’yı, ne Şeyh Bedrettin’i, ne de Mustafa Kemal
Atatürk’ü, ne de Dersimi doğru anlamaları ve analiz etmeleri olanaksızdır.
Peki, Dersim'de ne
olmuştu?
"Dersim'de
katliam yapıldı!” yalanı Kemalist Türk devrimini daha filizken
boğmak isteyen bazı iç ve dış hıyanet odaklarınca dün kullanılmıştır, bu gün de
kullanılmaktadır.
Dersim
İsyanı ve sonrasındaki Dersim harekâtını anlamak için öncelikle Savaşı
yıllarındaki Koçgiri İsyanına (1921) bakmak gerekir Çünkü "Dersim
sonuçtur; başlangıç Koçgiri İsyanıdır"
İngilizlerin kontrol ve denetimindeki Kürt
Teali Cemiyeti tarafından planlanıp başlatılan Koçgiri İsyanı, Dersim
İsyanı gibi emperyalistlerce ve onların dümen suyundaki işbirlikçilerce
kullanılmıştır/kullanılmaktadır.
Kemalistlerin, Çerkez Ethem'le ve Yunan ilerleyişiyle
iyice köşeye sıkıştığı bir süreçte,
İngilizler kontrol ve denetim altında bulundurdukları Kürt Teali
Cemiyetini kullanarak Koçgiri İsyanını organize etmişlerdir. Böylece
çok olumsuz koşullarda ulusal bağımsızlık savaşını yürüten Milli hareketi
sonuçsuz bırakmak istemişlerdir.
Dersim İsyanının arkasında ise, özünde Misak’ı milli sınırları içinde kalan,
Lozan da çözümlenemeyen, Fransız işgali altındaki ‘Hatay’ın ana vatana
katılmasının tartışıldığı günlerde, Türkiye'nin girişimlerini etkisiz kılmak, elini
zayıflatmak isteyen-Fransız emperyalizminin olduğu artık bu gün belgeleri ile
ortaya konulmuş tarihi bir gerçekliktir.
Gerek
Koçgiri İsyanı, gerekse Dersim İsyanının ortak parolası ‘Bağımsız Kürdistan’dır.
Her iki kalkışma ile Türk devrimini boğmak, Mustafa Kemal’i yok etmek isteyen emperyalist
sisteme, bir kez daha paha biçilmez bir hizmette bulunulmuştur.
Tüm Türkiye’de
gerçekleştirilen ekonomik ve toplumsal devrimlerle, derebeylik rejiminin
kaynaklarının kurutulması nedeniyle çıkarları zedelenen aşiretler ve “seyit” denilen din adamları Kemalist devrimlere
karşı çıktılar. İsyanın
başladığı 1937 yılına kadar Genç Türkiye Cumhuriyeti devletinin Dersim'de
askerlik yükümlülüğünü gerçekleştirmesi ve yasal vergileri toplaması mümkün
olmamıştır. Dersim’in egemen güçlerini oluşturan ağalar, şeyhler, seyitler
yürürlükteki yasalara rağmen, kendi yasa dışı ayrıcalıklarını korumuşlardır.
Dersim
isyanı, işte bu çelişkileri kullanan, Emperyalist batının değnekçisi ve tetikçisi bir derebeyinin, bir dini liderin, bir tarikat şeyhinin,
bir aşiret reisinin Atatürk Cumhuriyeti’ne karşı ayaklanmasından başka bir şey
değildir. Bu anlamda Menemen ayaklanmasından hiçbir farkı yoktur.
Her
devrim hareketinde olduğu gibi Mustafa Kemal’in öncülüğünde gerçekleştirilen
Türk Devrim hareketi de “egemen
sınıfın cennetini kaybetmesi” ile sonuçlanmıştı. Bu nedenle her devrim hareketinin
cennetini kaybetmek istemeyen egemenlerin en vahşi, en acımasız saldırısıyla
karşılaşması işin doğası gereğidir. Bu
nedenle Dersim isyanı, Dersim’in egemen güçlerinin ağalar, şeyhler, seyitler
düzeninin en vahşi, en acımasız saldırısıyla karşılaşmıştır.
Mustafa
Kemal Atatürk, Türk devrimine vahşice
saldıran, onu yerle bir etme ve boğma amacında olan bu isyanları, bu gün iktidarı ele geçirmiş olan Emperyalizmin dümen suyunda
yürüyen “tiran”lar gibi izlememiş, isyancılarla anlaşmamış, isyancıların
ardındaki emperyalistlere teslim olmamış ve Türk milletini bölecek adımlara
izin vermemiştir.
Dersim isyanı; “açılımlar” la ve isyancıların
bölücü emelleriyle uzlaşılarak değil, askeri bir harekâtla bastırıldı. Aynen
Şeyh Sait ve Ağrı isyanı ve diğer Kürt isyanları ve Menemen kalkışmasında
olduğu gibi.
Dün Kerbela da Ebu Sufyan bin Muaviye’nin, Yezid’in, Abdurrahman İbn-i Mülcem’ in
saflarında masum insanları katledenlerin, Seyid Rızanın saflarında Türk
devrimini boğmak için Fransız kurşunu ile Türk askerini vuranların, Şeyh
Said’in, Kürt Said’in izinden giden ihanet erbabının bu millete, tarihine,
kültürüne, devletine gece gündüz sövmeleri bir rastlantı değildir. Çünkü onlar
tarihin her döneminde “cennetini kaybeden” sömürü, zulüm, soygun, soykırım,
yıkım ve işkence kaynağı olan egemenler düzeninden nemalanan, o düzenden
beslenen soysuzlardır. Mülcem Soyunun ‘Yezit ibn-i Muaviye Tugayı’nın
militanları, Kerbela da Yezit,
Kurtuluş savaşında Damat Ferit, Dersim de Seyit Rıza, PKK kalkışmasında katil Apo, Suriye’de IŞID,
Sivas’ta yüzyıllar önce deyişlerinden başka silahı olmayan büyük Ozan Pir
Sultan Abdal’ı asan Hızır Paşa zihniyetinin temsilcileri, Ulusal bilinç yokluğu
ile malul olanlardır.
Türk halkı Kerbalayı, “yezit in” günümüzdeki
müritlerinden, Dersim’i Seyit Rıza’nın izinden gidenlerden daha iyi bilir. Ama
bu halk Sivas-Çorum-Maraş- Madımak katliamlarını da bilir. O
katliamcıların avukatlığını yapanların da bugün iktidarda olan ve “Dersim
modern bir Kerbeladır” diyenlerin saflarında olduğunu da bilir. "Cem
evi cümbüş evi" diyenlerin, "mum söndü yapıyorlar"
diye iftira edenlerin, "sapık
mezhep" diye aşağılayanların amacı bellidir. Aleviler
üzerinden cumhuriyetin kurucularına ve devrimlere saldırmaktır. Ne var ki
Aleviler bu güne değin bu kirli oyuna gelmiyorlar/gelmeyecekler.
Aleviler üzerinden
Mustafa Kemal Atatürk’e saldıran bu soysuzlar, dün Harra'da hunharca öldürülen
binlerce insanın, Talkan ve Curcan'da 80 bin Türk'ün kafasını kesip ağaçlarda
sallandıran, kadınlarını ve çocuklarını köle-cariye pazarlarında satanların
sorumlusu, Ortadoğu’yu kan gölüne çeviren IŞID çetesinin hamisidirler.
Onların;
Seyit
Rıza'nın, oğlunu öldürdükleri zannıyla koca bir köyü yakıp yıktığını, Sadoğlu
aşiretinin kadın-erkek demeden, yaşlı-bebe demeden bütün köy sakinlerini
hayvanlarına varana kadar öldürdüğünü, hızını alamayıp mezarlıktaki ölülere
bile saldırdığını ve mezarları yerle bir ettiğini görmezden gelmeleri,
Yine
Seyit Rıza'nın 1927'lerde "Kürt gençlerine hitabe” sinde, ağzından
salyalar akıtarak "intikam! İntikam!"
diye ulurken kimden “intikamı” alacağından, 1937 nevruzunda isyana kalkışan,
telgraf tellerini kesip, köprüyü yaktıktan sonra karakol basıp 33 askeri katletmelerinden
hiç söz etmemeleri,
Siyasal
ahlak yoksunluğunun yanı sıra, dünya halklarına kan kusturan, Suriye’yi,
Irak’ı, kan deryasına çeviren emperyalistlerle birlikte ve emperyalistlerin
himayesi altında kendi ulusuna, kendi topraklarına, kendi tarihlerine
ihanetteki pervasızlıklarının göstergesidir.
Ne yaparlarsa yapsınlar amaçlarına
ulaşamayacaklar. Çünkü bizler
Emperyalizme başkaldırmayı, yurdu ite uğursuza yem etmeme ülküsünü Mustafa
Kemal Atatürk’ten öğrendik. En kısa zamanda da gereğini yerine getirmekte bir
an bile duraksamayacağımız bilinmelidir.
Mahmut
ÖZYÜREK
(*Mülcem;
661 yılında Hz. Ali'yi
zehirli kılıcıyla öldüren harici. Tam adı Abdurrahman İbn-i Mülcem'dir. Bu adam
zavallı bir tetikçidir. Ali'nin yanına ulaşana kadar çok susamıştır. Ali ise
zehir henüz etkisini göstermeden "bu adama su verin", "eğer
ölürsem, bu adamı doğramayın, sadece bana açtığı yaranın aynısından açın"
demiştir. Ancak Ali vefat edince tek hamlede kellesi uçurulmuştur.)