Türk Dil Kurumu’nun İlk Genel Kurulu


Türk Dil Kurumu’nun ilk genel kurulu 26 Eylül 1932

Mustafa Kemal, okullarda üç ayda yeni alfabenin öğretilmesini ister. Onun bu kararına itiraz eden Falih Rıfkı (Atay) Bey’e; “Devrim ya bir anda olur, ya da hiç olmaz” demiştir.

Dil Bayramı

Yıl 1928, ülkede okuryazar yüzdesi %3,5, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal, okullarda üç ayda yeni alfabenin öğretilmesini ister. Onun bu kararına itiraz eden Falih Rıfkı (Atay) Bey’e; “Devrim ya bir anda olur, ya da hiç olmaz” demiştir.
Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal, dil konusundaki çalışmalara halkın katılması gerektiğini düşünüyordu. Birinci Tarih Kurultayı çalışmalarının sürdüğü 10 Temmuz 1932 gecesi, Çankaya Köşkünde birlikte olduğu dil ve tarih uzmanlarına, “Dil işlerini düşünecek zaman da gelmiştir. Ne dersiniz?” diye sordu. Bu öneri sevinçle karşılanınca Atatürk düşüncesini şu sözlerle açıkladı,
“Öyle ise Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti gibi bir de ona kardeş dil cemiyeti kuralım. Adı Türk Dili Tetkik Cemiyeti olsun.”
Hükümete başvuru yapıldı ve 12 Temmuz 1932’de Türk Dil Kurumu kuruldu. Kurumun başkanı Samih Rıfat, genel yazmanı Ruşen Eşref (Ünaydın) oldu; Yakup Kadri (Karaosmanoğlu)ile Celal Sahir (Erozan) da kurucu üyelerdi
Türk Dil Kurumu’nun Türkçe Kurultay adı verilen ilk genel kurulu 26 Eylül 1932 günü Dolmabahçe Sarayında başladı. Daha önce yapılan çağrının da etkisiyle kurultaya 814 üyeyle birlikte katılanların sayısı 917’ye ulaştı. Birinci Türk Dil Kurultayının toplandığı gün olan 26 Eylül, kurultayda alınan kararla Dil Bayramı olarak kutlanır.
Başkan Samih Rıfat, kurultayın açış konuşmasında, amacın Türkçeyi ulusal dil düzeyine çıkarmak, yazı dili ile halk dili arasındaki ayrılığı gidermek olduğunu belirtmiş, bu amaca da ancak halkın katılımıyla ulaşılabileceğini söylemişti. Dil Kurultayı ile ilgili iki anı;

Doğrunun Aşığıydı

Dil kurultayı toplanmak üzereydi. Kurultayı hazırlayanların ricası üzerine, Hüseyin Cahit de dil davasına dair fikirlerini, yorumlarını yazmış göndermişti. Fakat bu fikirler aşırı kurultaycıların düşüncelerine uymuyordu. Hüseyin Cahit, öteden beri olduğu gibi Türkçeyi sadeleştirmek ve konuşma diline yaklaştırmak gibi, özelleştirme zorlamalarına, hele konuşma dili kelimelerine dokunulmasına taraftar değildi.
Hüseyin Cahit’in bu yazısını Gazi Mustafa Kemal’e de okuyan kurultaycılar zaten bir takım siyasi sebeplerle aralarının açık olduğunu fırsat bilerek:
“İşte dil davasını baltalıyor. Dil meselesine askerlerin karışmaya hakkı yoktur” diyor, şeklinde kışkırtıcı telkinlerde bulunmuşlardı. Bunun üzerine Gazi, kurultaycılarla, Hüseyin Cahit’in karşılaştırılmalarını ve büyük toplantıda, iki tarafında, davalarını savunmalarını istemişti.
Ve o gün, kurultaycıların, Hüseyin Cahit karşısında bocaladıklarını gören Gazi, bizzat kendisinin de benimsediği davanın sarsılır gibi olduğunu görünce, Dolmabahçe Sarayının bir odasında hasta yatmakta olan en kuvvetli taraftarlarından, meşhur dilci Samih Rıfat’ı çağırtarak:
“Bütün kuvvetini toplayıp, cevap vermesini” rica etmiştir. Samih Rıfat da, kendine has kuvvetli konuşmasıyla davayı savunmuş, kurultaycılarda, sürekli alkışlayarak, işin sonunu getirdiklerine inanarak toplantı sonunda da Gazi’ye:
“Paşam, Hüseyin Cahit işte bu gün bitti. Artık öldü. Davayı kaybetti” diye sevinçlerini belirtmişlerse de, Gazi’nin hiç bir sesi çıkmamıştı.
Ancak, biraz sonra, kendi aralarında toplandıkları zaman, Gazi, duvardaki karatahtayı göstererek kurultaycılara hitapla şöyle demişti:
“Hüseyin Cahit Bey ne yaptı, biliyor musunuz? Nasıl sınıfta hoca karatahta üzerine bir şeyler yazar, sonra onları silgiyle siler... İşte, hepimizi böyle silgiden geçirdi.”
Gazi yenilmeyi hiç sevmeyen bir insandı. Fakat doğru karşısında, eğrinin yenilmeye mahkûm olduğunu kabul ederdi. Hatta yenen hasmı olsa bile...

Bir İntikam

Dolmabahçe Sarayı’nda, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın başkanlığın­da dil konusunda özel bir toplantı vardı. Dil uzmanlarımız, profesörlerimiz, gazete başyazarları büyük masanın etrafında oturmuşlardı. Besim (Atalay) Bey ve arkadaşlarının tezi şöyle özetlendi; “Derece derece gelişme bir yana bırakıp türetilen kelimeleri bir hamlede, dilin bünyesine sokmak.”
İlerlemekten büyük bir zevk ve istek duyan Gazi, bu tezi benimsedi ve her­kese sordu:
“Bu olabilir mi?”
“Hay hay” dediler.
Gazi, Yunus Nadi Beye döndü:
“Siz ne dersiniz?”
“Bendeniz olmaz derim” efendim.
Yunus Nadi Bey masadan kalktı. Gazi, Falih Rıfkı Bey’e sordu:
“Sen ne dersin?”
“Bendeniz de olmaz derim” efendim.
“Öyle ise sen de masadan kalk.”
Falih Rıfkı Bey kalktıktan sonra Gazi, Necmeddin Sadak’adöndü:
“İzin verirseniz bende masadan kalkayım efendim.”

Yazımı, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın bir şiiri ile bitiriyorum.
“Unutmuşum ana demesini bile,
Öykünmüşüm türküsünü ellerin
Ağzıma bir kara düşmüş bağışla beni,
Türkçem, benim ses bayrağım.”

Ahmet Gürel

Yorum Gönder

0Yorumlar
Yorum Gönder (0)