Demirtaş, Halep’i anlattığı öykünün ardından yeni bir hikaye yazdı


Demirtaş’ın ‘Kara Gözlere Selam Olsun’ başlığıyla kaleme aldığı öykü, cezaevinde yazdığı ikinci hikaye oldu.

Demirtaş’ın daha önce yazdığı ‘Halep Ezmesi’ başlıklı öyküyü HDP İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder, ‘Selahattin Demirtaş’ın sazı, sözü ve duruşu kadar bilinmeyen bir yönü daha vardır ki o da öykücülüğüdür’ mesajıyla paylaşmış, öykü uluslararası yazarlar derneği PEN’in sitesinde yayınlanmıştı.

Demirtaş’ın kaleme aldığı öykü şöyle:

“Kara Gözlere Selam Olsun

Alarm çaldığında saat sabahın altısıydı. Hüseyin alarmı kapatıp ranzanın üst katından aşağı indi. İnerken, alt katta yatan Cemal’i de ayağıyla dürterek uyandırdı. Cemal ile çocukluktan beri arkadaştılar. Aynı köydendiler. İlkokul üçüncü sınıfa kadar da birlikte okumuştular. Sonra Hüseyin okulu bırakmış, Cemal ise dördüncü sınıfa kadar devam etmişti. Cemal’in arada bir kendisine okumamış, cahil muamelesi yapması bundandı.

Ranzadan inip ayağı yere değer değmez, bugünün öbür günlerden çok farklı olduğunu hatırlayıverdi. Hiç bitmeyecekmiş, ömür boyu sürecekmiş gibi gelen on iki saatlik iş günlerinin ve uykusuz gecelerin sonuna gelmişlerdi işte. On beş aydır bu şantiyede çalışıyorlardı. İş bulma umuduyla köyden çıkalı bir buçuk yıl olmuştu. İlk üç ay İstanbul’da günü birlik işlerle idare etmişlerdi. Sonra şansları yaver gitmiş, bu inşaatta işe başlamışlardı. Yaşları 16 olduğu için başlarda şantiye şefi biraz tereddüt etmiş, sonuçta sigortasız ve düşük ücretle çalışacak olmaları işine gelmişti. Toplam sekiz çocuk işçi vardı şantiyede. Zaten altmış işçiden yirmi altısı sigortalıydı. Geri kalanlar kaçak ve sigortasız çalışmayı kabul etmişlerdi. Çocuk olmak zaten zordu. Kaçak çocuk işçi olmak daha da zordu. Ama bunların hiçbiri, köyde bıraktığı Berfin’in hasretinden daha zor gelmiyordu Hüseyin’e.

Ter kokan yatakhaneden çıkıp, yemekhanede hızlıca ılık çorbalarını içtikten sonra, son on beş aydır her sabah yaptıkları gibi inşaata yürümek yerine, birikmiş aylıklarını almak için muhasebenin önünde kuyruğa girdiler. Uzun, bitkin, mutsuz, perişan bir kuyruk. Ellerine geçecek parayla yeniden İstanbul’a dönüp başka bir iş arayacaklar.

Hüseyin’in Berfin’e olan sevdası da kaçaktı, çocuktu, güvencesizdi. Köyden çıktığından bu yana iki gizli mektup yazmıştı Berfin’e. Aslında mektupları doğrudan Berfin’e yazamadığı için kendi kız kardeşi Zeliha’ya göndermişti. “Zeliha akıllı kızdır, nasıl olsa Berfin’i de haberdar eder…” diye düşünmüştü. Gerçi mektupların hiçbir yerinde Berfin’in adı geçmiyordu ama Zeliha her halde durumu anlayıp abisinin hasretini Berfin’e iletirdi. Ancak mektupta hasret lafı da geçmiyordu. Durumdan kimse şüphelenmesin diye hep üstü kapalı yazmıştı mektupları. Bir tek her mektubun sonuna eklediği ‘Kara gözlere selam olsun’ cümlesine güveniyordu. Gerçi bütün köy kara gözlüydü ama yine de hiçbiri Berfin’in gözlerinin karası gibi değildi. Aslında mektupları Cemal’e yazdırmıştı. Cemal okumuş adamdı ne de olsa. İki mektuba da cevap gelmeyince okul okumamışlığına daha da hayıflanmıştı.

Uzun, sessiz, mutsuz kuyruğun ön taraflarında bir kaynaşma olunca, daldığı karanlık düşüncelerden sıyrıldı ve Cemal’le göz göze geldi. Kaynaşmaya neden olan fısıltı kulaktan kulağa değişip çarpıtılarak kuyruğun ucuna ulaşıvermişti. Muhasebeci ortalarda yokmuş! Şimdi ne olacağı konusunda herkesin bir fikri, bir yorumu var. On beş aydır gıkını çıkartmadan gece gündüz köle gibi çalışanlar, bir anda isyanın eşiğine gelmiş gibi, öfkeyle homurdanıyorlar. Bu bekleyiş aylardan uzun. Sonra yine gergin bir sessizlik çöktü.

Cemal mektupların üstüne kendi adreslerini yazmayı unutmuştu. Daha kötüsü, Cemal zarfların üstüne köyün açık adresini de yazmayı unutmuştu. Köyden bir türlü gelmeyen cevaplar Hüseyin’in uykularına sebep oldu. Her gün on iki saat köle gibi çalışmasına rağmen geceleri uyku tutmuyordu. Ranzada uzandığı yerin tavanına tükenmez kalemle Berfin yazmıştı. Gece karanlıkta bile görebiliyordu yazıyı. İnşaatta sıva yaparken de malanın kenarıyla “Berfin” yazıp yazıp tekrar sıvıyordu. Cemal ifrit oluyordu Hüseyin’in bu hayalet hallerine. Teskin etmeye, moral vermeye çalışmış, olmayınca küfretmiş, hatta bir de tekme atmıştı Hüseyin’e. Ama Hüseyin bana mısın demeden dalıp gidiyordu hülyalara.

Köydeyken Berfin’le gizli buluşmalarında konuştukları geliyordu aklına. O da beşinci sınıfa kadar okuyabilmişti. Sonrasını okumak kız işi olmadığından alınmıştı okuldan. Ne de olsa evlenme çağı yaklaşıyordu. Muş’un küçücük bir köyünde çocuk olmak zordu. Kız çocuğu olmak daha zor, çocuk gelin olmak daha da zordu. Asi bir çiçekti Berfin. Hiçbir zorluğa boyun eğeceği yoktu. Evlendirilmeyi asla kabul etmemiş, ortalığı birbirine katmıştı. O da Hüseyin’e gizliden sevdalıydı. Ama onun gözü daha yükseklerdeydi. Çok yükseklerde. Hüseyin’e de çıtlatmıştı bunu azıcık. Gitmekten bahsetmişti. Aşkının bunca yakıcı, böyle vazgeçilmez, ama bir o kadar da umutsuz olması boşuna değil. Hüseyin bu sırrı Cemal’le bile paylaşmamıştı.

Ustabaşı şantiye ofisinden çıkıp yanlarına doğru yürüyünce kuyruk canlandı. Kulak kesildiler. Adam hiç sesini yükseltmeden ‘İçerde birikmiş maaşlarınızı İstanbul’daki şirket merkezinden alacaksınız…’ deyince önce bir sessizlik oldu. Sonra homurdanmalar başladı. Ustabaşı dönüp gidecekken durup ‘Servis on dakka sonra kalkacak. Bir sıkıntı var mı?’ deyince sesler kesildi. İşçiler boyunlarını büküp sırayı bozarak ağır ağır kendilerini şehre götürecek eski püskü işçi servisine doğru yürüdüler. Hüseyin’in içine ağır bir huzursuzluk, derin bir keder çökmüştü.

Bu dünyada Berfin’i Hüseyin kadar kederle, yakıcı bir hasretle düşünen bir kişi daha varsa o da Berfin’in annesiydi. Hüseyin köyden ayrıldıktan iki hafta sonra Berfin de ortadan kaybolmuştu. “Kirpiğin yere düşmesin kızım…” demişti giderken arkasından. O günden beridir her sabah namazda gözünü yükseklere dikip nazlı kızına, Berfin’ine dualar ediyor.

İşçi minibüsü çamurların içinde ağır ağır hareket ederken Hüseyin başını çevirip arka pencereden son bir kez baktı bitirdikleri binaya. Kapısının tam üstüne kocaman bir tabela asılmıştı: “Edirne F Tipi Yüksek Güvenlikli Cezaevi.” Cemal de dönmüş, aynı yere bakıyor. Bir an göz göze geldiler. Sonra ikisi de suçüstü yakalanmış gibi adeta utançla gözlerini kaçırıp başlarını çevirdiler. Eski püskü işçi servisi çamurlu araziden, otoyola bağlanan yan yola çıkınca, taşıdığı sigortalı, kaçak, yaşlı, çocuk işçileri kucaklayıp hüzünlü bir geçmişten belirsiz bir geleceğe doğru hızlandı. Hüseyin içinden Kara gözlere selam söylüyordu. Cemal içinden Hüseyin’e ve tabelaya sövüyordu.”

Yorum Gönder

0Yorumlar
Yorum Gönder (0)