Metin Günday: Bizdeki sistem Saddam usulü başkanlık


24 Haziran seçimleri öncesinde AKP’liler yeni sistem için “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” diyordu. Seçim öncesinde “Başkanlık” sözcüğünü telaffuz etmeyen Tayyip Erdoğan, 9 Temmuz’daki yemin töreni sonrasında “Size Cumhurbaşkanım mı Başkanım mı diye hitap edeceğiz” diye soran gazetecilere “Başkanım diyeceksiniz” yanıtı verdi. Türkiye’nin yeni yönetim sistemi nedir?

Bir kere “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” tanımlaması hiçbir şey ifade etmiyor. Sistemin kendisiyle adı arasında bir uyum yok. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi diyorsunuz ama bu sistemde hükümet yok ki.

Ama yeni kabine oluşturuldu…

Kabine filan yok ortada, ne kabinesi! Bakanlar Kurulu toplu olarak bir arada bulunan, ortak kararlar alan bir organdı. Şimdi Başbakan, Bakanlar Kurulu ve dolayısıyla hükümet yok. Sadece atanmış tek tek bakanlar var ve onların da bir araya gelip kurul halinde karar verme yetkileri yok. Evvelden yürütme yetkisi ve görevi Cumhurbaşkanı ile Bakanlar Kurulu tarafından yerine getirilirdi. Şimdi ise yürütme yetkisi ve görevi tek başına Cumhurbaşkanında. 16 bakan bir lokantada veya kır bahçesinde toplanıp memleket meselelerini görüşebilirler ama bunun hukuken hiçbir hükmü, değeri yok. Dolayısıyla bir kere “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” kavramından “hükümet” sözcüğünü atalım. Geriye kalıyor “cumhurbaşkanlığı sistemi” kavramı ama ortada cumhurbaşkanlığı da yok. Çünkü cumhurun başkanı olması beklenen cumhurbaşkanı, 16 Nisan’daki Anayasa değişikliğiyle birlikte partili olabiliyor. 1924, 61 ve 82 Anayasalarının tümünde cumhurbaşkanının tarafsızlığına vurgu yapılırdı. Nitekim eğer bir partiyle ilişiği varsa, cumhurbaşkanı seçildiği anda bu ilişiği kesilirdi. O halde “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” kavramından “cumhuru” da atmamız gerekiyor.

TAYYİP BEY “BAŞKANIM DİYECEKSİNİZ” SÖZÜYLE DOĞRUYU SÖYLEMİŞ

Yani ilk sorumuzun yanıtı, “Türkiye’nin yeni sistemi başkanlıktır” mı?

Bizdeki Saddam yahut Suriye’deki Baas usulü bir başkanlık sistemi. Çünkü cumhurbaşkanı aynı zamanda bir partinin başkanı. Tayyip Bey “bana başkanım diyeceksiniz” sözüyle doğruyu söylemiş. Çünkü kendisi hakikaten başkan veya eski tabirle reis konumunda. Yürütme yetkisi tamamen kendisi tarafından, denetimsiz bir biçimde kullanılıyor ve bakanlar onun sadece sekreterleri aslında. Kendi politikasına uymayan veya engel çıkartabilecek bir bakanı derhal görevden alabilir.

Önceki sistemde bu uygulama nasıl oluyordu?

Başbakan tek tek bakanları ve Bakanlar Kurulu listesini hazırlıyor, cumhurbaşkanına götürüyor, atama yapıldıktan sonra Bakanlar Kurulu listesi bu sefer meclise sunuluyor ve ancak güvenoyu aldıktan sonra göreve devam edebiliyordu. Şimdi başbakan zaten yok, bakanları da cumhurbaşkanı belirliyor, atıyor veya görevden alabiliyor. Cumhurbaşkanının, görevini yerine getirirken, yetkilerini kullanırken parlamentoya karşı hiçbir siyasi sorumluluğu olmadığı gibi, atadığı bakanların da halkın temsilcilerinden oluşan meclise karşı siyasi bir sorumluluğu yok.

Neden?

Evvelki sistemde milletvekillerinin, bırakın gensoruyu, en basitinden bakanlara soru sormak gibi birtakım denetim yolları vardı. Fakat şimdiki bakanlar zaten parlamentoda olmayacak. Milletvekilleri ancak yazılı soru sorabilecek. Ona da yanıt alıp alamayacağı meçhul. 24 Haziran’da Tayyip Erdoğan seçildi, değil mi? Ama onun yardımcıları seçime girmedi ki! Cumhurbaşkanı yardımcılığı deyip geçmeyiniz. Cumhurbaşkanı yurt dışındayken veya Allah vermesin ama uzun hastalık dönemleri yaşarsa, atanmış yardımcı, cumhurbaşkanın tüm yetkilerini kullanabilecek. Böyle bir şey olabilir mi!

Oldu ama…

Olamaz da, oluyor. Bakanlar kendi alanlarında birtakım görevler icra edecekler ama haklarında gensoru verilemeyecek, sözlü soru sorulamayacak. Yani Meclis’e karşı hiçbir siyasi sorumlulukları olmayacak. Televizyona çıkıp cahilce “bakanların da cumhurbaşkanının da Meclis başkanına karşı cezai sorumluluğu var” diyorlar. İyi de cezai sorumlulukla siyasi sorumluluk ayrı şeyler. Cezai sorumlulukta bakan hakkında bir suç isnadı, iddia vardır, soruşturma açılır, komisyon kurulur vs. “Bakanın yapmış olduğu görevi beğenmiyorum, görevini yerine getirmiyor, hukuk kurallarını da dikkate almıyor” demek, diyebilmek cumhurbaşkanına, yardımcılarına ve tüm bakanlara siyasi sorumluluk yükler. Mevcut sistemde ise saydığım bu kişilerin parlamentoya karşı böylesi bir siyasi sorumluluğu yok.

CUMHURBAŞKANLIĞI KARARNAMELERİ KHK’LARA RAHMET OKUTACAK


.



Gerçi cezai sorumluluk da 16 Nisan’daki değişiklikle neredeyse imkânsızlaştırıldı. Herhangi bir suç işleyen cumhurbaşkanı hakkında soruşturma açılabilmesi için 300 milletvekilinin oyu gerekiyor. Muhalefet 300 milletvekilinin imzasını toplasa bile, soruşturma komisyonu açılabilmesi için bu sefer 360 milletvekilinin imzası gerekecek. Diyelim ki iktidar partisi milletvekilleri de destek verdi ve 360 sayısına ulaşıldı. 15 kişilik soruşturma komisyonunda iktidar partisi çoğunluk olduğu için bir soruşturma raporu hazırlanması çok zor. Bu aşama da katedilse, cumhurbaşkanının Yüce Divan’a gönderilmesi için 400 milletvekilinin oyu gerekiyor. Ayrıca Yüce Divan görevi yapacak Anayasa Mahkemesi’nin üyelerini de cumhurbaşkanı ve partisinin milletvekilleri seçeceği için, oradan bir ceza çıkması da pek mümkün olmayacak. Dahası, cumhurbaşkanı görevinden ayrıldıktan sonra da ölünceye kadar aynı koşullarda korunacak.

Aynen öyle! Fakat bizim meselemiz cezai sorumluluktan öte siyasi sorumluluktur. Parlamentolu bir rejimde meclisin ana görevi yürütmeyi denetlemektir ama artık bu denetim mekanizması fiilen yok. Binali Yıldırım, öteden beri hükümsüz kılınmış başbakanlığı bıraktı, şimdi de fiilen lağvedilmiş meclisin başkanlığına seçildi. Parlamenter sistemde yürütmeyi de meclis var ediyor, hükümet ve başbakan meclisten çıkıyor. Başkanlık sistemlerinde öyle bir şey yok ama kuvvetler ayrılığı var ve parlamento denge ve denetim mekanizmalarıyla yürütmeyi denetliyor. ABD’deki başkanlık sisteminde parlamentonun denge-denetim mekanizmasının olmadığını düşünebilir misiniz? Bizde cumhurbaşkanı bakanları atıyor da, yahu en azından TBMM’nin bilgisine sunarsın veya meclisten görüş alırsın. Yok öyle bir şey! Dersane, turizm şirketi sahibi birtakım insanlar bakan oldular yahu!

Cumhurbaşkanının çıkaracağı kararnamelerin hükmü ne olacak?

16 Nisan’daki değişiklikle cumhurbaşkanına, yürütme yetkisiyle ilgili kararname çıkarma yetkisi verildi. Bu bizim hukuk sistemimize ilk defa giriyor. Bu kararnameler KHK’lara rahmet okutacaktır. Bu kararnamelerde temel hak ve özgürlükler, siyasi hak ve ödevler, Anayasada kanunla düzenlenmesi öngörülmüş olan konular düzenlenemez deniyor. Keza meclis aynı konuda bir kanun çıkartırsa, daha önce çıkmış cumhurbaşkanlığı kararnamesi hükümsüz hale gelir deniyor. Ama akabinde “şu, şu konular cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle düzenlenir” deniyor.

Ne gibi konular?

Mesela bakanlıklar. Eskiden beri bakanlıklar kanunla kurulurdu. Bakanlıkların görevleri, yetkileri, taşra teşkilatları kanunla düzenlenirdi. Her bir bakanlığın da bir kuruluş yasası vardı. Yapılan değişikliğiyle birlikte bakanlıkların kuruluşu, görevleri, yetkileri, merkez ve taşra teşkilatları cumhurbaşkanı kararnamesiyle düzenlendi. Geçtiğimiz gün yayınlanan 1 Sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’yle bütün bakanlıkların hizmet birimleri vs. düzenlendi.

Yeni sistemin önerilmeye başlandığı andan itibaren AKP’nin temel argümanı, o zamanki mevcut sistemin işleri yavaşlattığı, aksattığı yönündeydi. “Hantallıktan kurtulalım, Türkiye’nin gelişimini hızlandıralım” diyorlardı…

AKP, 2002 yılından beridir bayağı bir çoğunlukla tek başına iktidar. Hatta biraz zorlasa, Anayasa değişikliği bile yapabilecek bir çoğunluğa sahipti. Nitekim en sonunda MHP’nin desteğiyle bunu da çözdüler. Dolayısıyla muhalefet engellemeye çalışsa bile zaten istediği kanunu çıkartabiliyordu. O halde bahsettiğiniz argüman son derece temelsiz. 2002’den beri hangi kanunu istediler de engel olunabildi?

Bazı kanun teklifleri de muhalefetin engelleyebilmesinden değil, ciddi kamuoyu tepkileri sonucu geri çekildi…

Kaldı ki, demokrasilerde meclisteki veya sokaktaki muhalefetin bu kadar da etkisi olabilsin zaten! Yoksa muhalefeti topyekün kapatın gitsin.

Önümüzdeki birkaç gün içinde OHAL’in kaldırılması söz konusu ama Eylül 2016’dan beri çıkarılan KHK’ların hükmünün devam edeceği söyleniyor. KHK’ların hükmünün OHAL’den sonra da devam etmesinin anlamı nedir? Bunun bir yasal dayanağı var mı?

1983 yılında çıkartılmış 2935 Sayılı OHAL Kanunu var. Bu kanun hep yürürlüktedir ama ancak OHAL ilan edildiği zaman ve OHAL süresince uygulanabilir. OHAL geçici bir rejimdir ve kalktığında artık OHAL Kanunu’nda öngörülen yetkiler kullanılamaz. Anayasa’da da OHAL süresince ve OHAL’in gerektirdiği konularda KHK çıkartılabilir, deniyor. İlaveten bazı durumlarda OHAL Kanunu’nda öngörülmüş yetkiler de yetmeyebilir. O zaman OHAL’in gerektirdiği konularda, OHAL süresince ve Anayasa’nın 15’inci maddesinde belirtildiği üzere “durumun gerektirdiği ölçüde” KHK çıkarılabilir. Eskiden meclis, Bakanlar Kurulu’na “şu, şu konularda KHK çıkart” diye yetki verirdi. Bakanlar Kurulu KHK çıkartır, bunu meclise sunar, meclis de bunu kabul veya reddederdi. OHAL KHK’larında ise meclisin hiç dahli yok. Sadece yayınlandıktan sonra meclise sunuluyor. Üstelik bunların Anayasaya aykırılığı da ileri sürülemiyor. Ama buna rağmen OHAL KHK’larıyla ancak belli konular düzenlenebilir.

Anayasada OHAL KHK’ları için konan “durumun gerektirdiği ölçüde” şartı da muğlak değil mi?

Muğlak değil! Bir kere OHAL, FETÖ dolayısıyla ilan edildi. Daha sonra “diğer terör örgütleriyle mücadele” dendi. Peki, ona da eyvallah. Ama demek ki OHAL KHK’larıyla düzenleyeceğiniz konular FETÖ ve diğer terör örgütleriyle mücadele konusunda olabilir. Yahu rektör seçimleri bile OHAL KHK’sıyla düzenlendi!

Kış lastiği uygulaması bile…

Kış lastiği düzenlemesi zaten hukuk tarihine geçer ki, ileride insanlar bununla eğlenirler. OHAL’le ilgisi olmayan buna benzer yüzlerce örnek sayabiliriz. Dahası, az önce söylediğim gibi OHAL KHK’larıyla sadece OHAL döneminde uygulanabilecek, etki ve sonuçlarını gösterebilecek düzenlemeler yapabilirsiniz. Çünkü OHAL Kanunu’nun kendisi ancak OHAL süresince kullanılabilir. Ama OHAL KHK’larına baktığımızda, OHAL sona erdikten sonra bile etki ve sonuçlarını sürdürebilecek düzenlemeler getirildiğini görüyoruz. En tipiği de bir daha kamuda istihdam edilmemek üzere kamudan ihraç edilmek. İlanihaye, hayat boyu adam kamuya dönemeyecek!

KHK’LAR KANUNLAŞTIRILDIĞI İÇİN OHAL KALKSA BİLE HÜKÜMSÜZ KALMAYACAK


.

12 Eylül’den sonra ihraç edilenler nasıl geri dönebilmişti?

Bu çok güzel bir mukayese alanı. OHAL KHK’larına ihraç edilenlerle ilgili “bir daha kamu hizmetinde çalıştırılmamak üzere” deniyor. Evvelden bu, 12 Eylül döneminin 1402 Sayılı Sıkıyönetim Kanunu’nda vardı. Orada da sıkıyönetimin komutanının istemi üzerine, bir daha kamu hizmetinde çalıştırılmamak üzere insanlar ihraç ediliyordu. 1985 yılında sıkıyönetim kalkınca, ihraç edilenler kendi kurumlarına “Biz Sıkıyönetim Kanunu’na göre ihraç edildik ama sıkıyönetim kalktı ve bizim de görevimize dönmemiz gerekir” diyerek başvurdular. Kurumlar bunu reddedince, insanlar dava açtılar. Nihayet 1989 yılında Danıştay’ın çıkarttığı bir içtihadı birleştirme kararıyla şöyle dendi: “Sıkıyönetim döneminde yapılan işlemler ancak sıkıyönetim süresince geçerlidir ve ‘kamuda bir daha çalıştırılamaz’ ibaresi de ‘sıkıyönetim sürdükçe’ olarak anlaşılmalıdır.” Danıştay böylece noktayı koydu. Şimdi ise OHAL kalksa bile cumhurbaşkanına tanınan yetkiler o denli geniş ki, her an OHAL benzeri düzenlemeler yapılabilir. Dahası, OHAL KHK’larının çoğu TBMM’ye sunularak onaylandı ve kanun haline geldi.



Bu ne anlama geliyor?

OHAL kalkacak ama o dönemde yayınlanan KHK’lar KHK olarak kalmadı, kanunlaştı. O zaman denebilir ki, “OHAL kalksa bile o dönem yapılan düzenlemeler kanun haline geldiği için hükmünü sürdürür.” Yani OHAL kalksa bile o dönemde ihraç edilenler açısından sürecek.

Geçtiğimiz gün yayınlanan son KHK’yla kapatılan bir gazetenin çalışanlarının sarı basın kartı iptal edildi. Ayrıca sarı basın kartını veren Basın-Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü de lağvedilerek görev ve yetkileri Cumhurbaşkanlığına devredildi. Bundan böyle gazeteciler sarı basın kartı için Cumhurbaşkanlığına başvurmak durumunda kalacak. Yeni düzenlemeyle buna benzer sayısız kurumun yetkileri devredilmiş oldu. Dolayısıyla aslında OHAL koşullarının daimi kılınması için çok titiz bir hazırlık yapıldığı anlaşılıyor…

Bakın, 2002 yılında AKP iktidara geldiğinde Türkiye’yi demokratikleştireceğini, askeri vesayet sistemine son vereceğini, darbe hukukunu ortadan kaldıracağını, AB’ye girileceğini, AB’de ne varsa bizde de olacağını söylüyordu. Bizim bazı aydınlarımız, bazı entelektüellerimiz, bazı sosyalistlerimiz, bazı komünistlerimiz “Tayyip Bey’i, Abdullah Gül Bey’i, Bülent Arınç Bey’i yanlış tanımışız, bunlar neymiş yahu! Bunlar demokratik devrim yapacaklar” dediler. Bu insanlara baktığınız zaman, her darbede başlarına vurulmuş, hapse atılmışlar. Dolayısıyla askeri vesayetle mücadele edeceğim diyen AKP’ye müthiş destek verdiler. 2010 yılında AKP, askeri vesayetle birlikte bir de yargı vesayeti olduğunu ve anayasada buna karşı değişiklik yapacağını söyledi. Sonuçta ne olduğunu gördük. Keza 2016’da ne olduğunu da gördük. İlk günden beri ben AKP, Milli Görüş, Refah Partisi, Fethullah Gülen kafasından demokrasi, insan hakları, hukuk devleti, uygarlık, çağdaşlık, güzellik çıkmayacağını söyledim. Şimdi deniyor ki, OHAL kalkacak. Ee, OHAL kalkınca demokrasi mi, hukukun üstünlüğü mü, hukuk güvenliği mi gelecek? Hayır! Bir kere yasal hale getirilmiş OHAL KHK’larının hükmü devam edecek. Belki ihraç edilmiş 150-200 bin kişinin yüzde doksanı atılmayı hak ediyordur, bilemem. Ama kalan yüzde on belki de suçsuzdur yahu! Bir hukuk devleti bunu ayıklamak zorundadır. Bunun mekanizmaları da vardır! Açığa alırsın, açarsın soruşturmanı, bitirirsin, kararını verirsin. Fakat ne bir soruşturma, ne bir MİT, emniyet raporu var! Peki niye ihraç ediyorsun? “Kurum kanaatiyle ben bunu FETÖ’yle veya terör örgütüyle iltisaklı diye ihraç ettim.”

BELKİ SUDAN’A, HABEŞİSTAN’A ANLATABİLİRSİNİZ AMA İRAN’A BİLE ANLATAMAZSINIZ

Kurum kanaati ne demek?

Oradaki müdür Ahmet efendinin kanaati! Belki ben o kurumun amiri olsam, bana göre müdür Ahmet efendi sakıncalı gelebilir ve ben onun hayatını karartabilirim. Böyle bir şey olur mu yahu! İnsanların hakkıyla, hukukuyla, ekmeğiyle, nafakasıyla, çoluğunun-çocuğunun iaşesiyle bu şekilde oynanır mı! Bunu hangi ülkeye anlatabilirsiniz? Belki Sudan’a, Habeşistan’a, Etiyopya’ya anlatabilirsiniz ama İran’a bile anlatamazsınız!

Söyleşinin başında yeni sistemi Saddam usülü başkanlık olarak tanımladınız…

Şimdiye kadar “inşallah yanılırım” dediğim hiçbir konuda yanılmadım.

Saddam rejiminde parlamentonun işlevi neydi?

Saddam yüzde 90 ve üstü oyla seçiliyordu. Ama birilerinin de yasa yapması gerekiyordu ve Saddam’ın istediği yasalar çıkartılıyordu. Hoşuna gitmeyen yasa olunca da “olmaz” demesi yetiyordu. Fakat bakın, her şeye rağmen Türkiye toplumu bir Irak veya Suriye toplumu değil. Anayasa referandumu OHAL döneminde yapıldı ve “hayır” diyenler vatan hainliğiyle, teröristlikle suçlandı. Buna rağmen üç milyon geçersiz oy geçerli addedildikten sonra yüzde 50’yi aşabildiler. 24 Haziran seçimleri de OHAL döneminde yapıldı. Medya muhalefete kapalıydı. TRT’nin iktidara ayırdığı zamana bakın, bir de muhalefete ve muhalefetin muhalefeti olan HDP’ye ayırdığı zamana bakın! Buna rağmen Tayyip Bey yüzde 90’la mı, yüzde 80 veya 70’le mi kazandı? Hayır, MHP’nin desteği olmasa yüzde 40’larda kalacaktı. Sonuç yüzde 52’ye karşı yüzde 48 değil mi? Seçime katılım yüzde 80 küsur. Dolayısıyla bizde farklı. Baas veya Saddam usulü benzetmesini toplumsal yapı dolayısıyla değil, cumhurbaşkanına veya Tayyip Bey’in arzu ettiği hitap tarzına göre “başkanımıza” tanınan veya kullanabileceği yetkiler bağlamında yapıyorum. Düşünün, 1 Sayılı Kararnameyle Milli Kütüphane, sarayların yönetiminin tamamı cumhurbaşkanlığına geçiyor. Devlet Opera ve Balesi’nin özerkliği kaldırılıyor, o da cumhurbaşkanlığına bağlanıyor. Basın-Yayın Enformasyon Genel Müdürlüğü, MİT, Diyanet… Her şey oraya bağlanıyor.

Bütün bu düzenlemeler bir kontrol hırsından mı yoksa üzerinde düşünülmüş bir devlet yönetim projesi mi?

Hırsla proje bir arada. Merkez Bankası’nı, hukuku, eğitimi, milli savunmayı, her şeyi en iyi ben bilirim, dolayısıyla her şeyi kendime bağlarım diyor. Bir insan her şeyi bilemez ve yapamaz yahu! Ben hukukçuyum, Avrupa’da okudum, doktorayı orada bitirdim, doçent, profesör oldum. Ama kadastro hukukundan hiç anlamam. O da hukuk ama anlamam! Göz hekimi, kardiyolojiden anlar mı yahu! Ama Tayyip Bey her şeyi biliyor. Devlet Opera ve Balesi’nin, Devlet Tiyatroları’nın özerkliğini kaldırıp kendine bağlamak nedir? Özerklik olmazsa sanat, tiyatro veya bilim olur mu yahu! Talimatla tiyatro mu oynatılır!

MECLİSİN PRATİKTE YAPABİLECEĞİ HİÇBİR ŞEY YOK



Yeni sistemde meclisin kanun yapma yetkisi nasıl işleyecek?

Cumhurbaşkanı zaten kararnamelerle bayağı geniş bir alanda düzenleme yapabilecek. Meclis, kendisine kalan alanda kanun çıkarma yetkisine sahip ama o kanun da cumhurbaşkanının önüne gidecek. Sayın cumhurbaşkanımız “ya, bu iyi değil” deyip iade ettiğinde, Meclis ancak üye tam sayısının salt çoğunluğuyla bir daha kabul ederse o kanun kabul edilmiş olacak.

Yani muhalefetin mecliste bir etkinlik göstermesi mümkün görünmüyor mu?

Pratikte yapabileceği hiçbir şey yok. Anayasa, TBMM aynı konuda kanun çıkarttığında, cumhurbaşkanının çıkardığı kararname hükümsüz kalır diyor. Demek ki Meclis, meclis olsa bütün bunlara rağmen yapabileceği şeyler var. Ama yapabilir mi, hayır!

Yapılan eleştirilerden biri de parlamento seçimleriyle cumhurbaşkanı seçimlerinin aynı anda yapılmasına yönelik. Seçimlerin aynı anda yapılmasının sakıncası ne?

“Sistem uyum içinde işlesin” denilerek bu yapıldı. Demokraside uyum önemlidir tabii. Ama uyum içinde çalışmaktan daha önemli şeyler vardır.

Ne gibi şeyler?

Denge ve denetim.

HİTLER ALMANYA’SINDA MÜKEMMEL BİR UYUM VARDI



Bazen uyum, otoriterleşmeyi daha da hızlandırabiliyor…

Tabii ki. Hitler Almanya’sında mükemmel bir uyum vardı. Sisteminde bir aksama var mıydı! Uyum, denge ve denetimden çıktığında önemlidir, anlamlıdır.

Muhalefetin bir kısmı da “uyumlu” görünme taraftarı…

Ona muhalefet denebilir mi, bilmiyorum. Bir kısmı zaten tam uyumlu. Yeni birileri de meclise girdi ve onlar da “uyumlu” olmaya hevesli. “Sadece öbürüne muhtaç değilsin ki, vatan, millet, devletin bakası için biz de varız” diyor. Devletin bekası için kendi kişiliğimizi, benliğimizi yitirelim, canımızı vatana feda edelim söylemi hep vardı ve hiç bitmedi, bitmiyor.

Söyleşimiz boyunca iyimser tek vurgunuz, seçim sonuçlarında muhalefetin aldığı oy oranının iktidarınkine çok yakın olduğu hatırlatmanızdı. Geçen gün bir Twitter kullanıcısı şöyle bir mesaj paylaştı: “Yurt dışında denk geldiğiniz İran diasporası kadınlar vardır. Yüzlerinde ortak bir şey vardır onların. Az önce aynada kendi yüzümde aynısını gördüm.” Çoğunlukla Türkiye toplumunun aksak da olsa bir demokrasi deneyimi olduğu, İran’a, Irak’a veya diğer Ortadoğu ülkelerine benzemeyeceği, dolayısıyla otoriter bir sistemin burada daimi olamayacağı söylenir ama toplum da sabit, değişmez bir yapı değil. Dolayısıyla muhalefetin şu an elde ettiği oy oranının, toplumsal dönüşümün derinleşmesiyle birlikte düşme olasılığı yok mu?

Çok doğru! İran’da kalıcı hale gelen iktidar muhalefeti de ehlileştirdi. En fazla “çarşaf yerine başörtüsü” diyebiliyorlar. Keza 1960’lı, 70’li hatta darbe sonrası 1980’li yıllardaki Türkiye sol, sosyalist, demokrat, liberal muhalefete bakın, bir de şimdiki muhalefete bakın! 24 Haziran’da Tayyip Bey’in karşısındaki muhalefet lideri olan Muharrem İnce, bir TV programında cuma namazına gittiğini söylemişti. Ben hayatımda hiç cuma namazına gittiğini söyleyen bir siyasetçi görmedim. Yahu cuma namazını kıl ve hatta kılmana bir engel varsa, söyle ki inanç özgürlüğüne yönelik bu engellemeye karşı beraber mücadele edelim! Evet, yüzde 52’ye karşı yüzde 48 bir umut kaynağı ama o da sabit, değişmez değil. Dahası, muhalefet liderlerinin “ben cumhurbaşkanı seçilirsem, yetkilerimi bir-iki sene kullandıktan sonra parlamenter sisteme döneceğim” söylemi de pek inandırıcı değil. Nitekim Muharrem İnce de “tek sözümle şunları def edeceğim, tüm yetkileri kullanacağım” diyordu. Bu saatten sonra muhalefetten bir isim bile başa geçse, mevcut sistemin kendisine tanıyacağı sınırsız yetkilerden vazgeçmek istemeyecektir.

İKTİDAR KENDİSİ AÇISINDAN KUSURSUZ BİR SİSTEM KURDU

Yeni sistemde yasama ve yürütme erkleri birleştirilirken yargı erki nasıl bir pozisyonda olacak?

Anayasa yargısı kanunların anayasaya uygunluğunu denetlerken yeni dönemde “başkanın” çıkaracağı kararnameleri de bu çerçevede denetleyecek. Fakat Anayasa Mahkemesi’nin oluşum biçimine, üyelerinin çoğunluğunun cumhurbaşkanı tarafından belirleneceğine bakıldığında ne kadar bağımsız ve etkili bir denetim yapıp yapamayacağını görebilirsiniz. Gelelim adli ve idari yargıya… Burada da Hakimler ve Savcılar Kurulu karşımıza çıkıyor. Burası, adli ve idari hakim-savcıların tüm özlük işleri hakkında karar verecek tek organ. Ayrıca HSK, Danıştay ve Yargıtay üyelerini seçiyor. Peki HSK nasıl oluşuyor? Cumhurbaşkanının atadığı ve istediği zaman görevden alabileceği Adalet Bakanı, kurulun başkanı. Adalet Bakanı’nın yardımcısı kurulun doğal üyesi. Onu kim atıyor, yine cumhurbaşkanı. Böyle oluşan bir kurul, Türkiye’deki bütün adli ve idari hakim ve savcılarının bütün özlük işlerini, atanmalarından tutun da terfilerine, görev yerlerinin değiştirilmesinden disiplin cezası verilmesine kadar, aklınıza ne geliyorsa, her türlü işlem konusunda karar veren tek organ.

Öyle görünüyor ki, yeni rejim konusunda hiçbir açık vermemek üzere çok iyi çalışılmış, değil mi?

İktidar kendisi açısından kusursuz bir sistem kurdu. Bakın, 16 Nisan’daki değişiklikle ilgili uyum yasalarının altı ay içinde çıkarılması gerektiği halde bunu yapmadılar ve erken seçim kararı alındı. Ve cumhurbaşkanının 24 Haziran’da seçilip 9 Temmuz’da yemin etmesinden birkaç gün önce çıkarılan bir kararnameyle bütün mevzuatı uyarladılar! Eski mevzuatta Bakanlar Kurulu’na, başbakana verilen bütün yetkiler cumhurbaşkanına aktarıldı. Bütün bakanlıkların kuruluş yasaları yürürlükten kaldırıldı, mülga sayıldı. 1 Sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’yle bütün devlet teşkilatını bir gecede düzenleyip Resmi Gazete’de yayınladılar. Bu bir gecede, beş ayda, bir yılda değil, yılların birikimiyle yapılmış, mükemmel, kusursuz bir hazırlık! Bakın, Türkiye 27 Mayıs’ta, 12 Mart’ta, 12 Eylül’de, 28 Şubat’ta askeri vesayetin en baskıcı yönetimlerini yaşadı. Bu dönemlerde darbeciler, devleti dönüştürmek değil, var olanı ele geçirip faşizan yöntemlerle yönetmek istiyorlardı. Onlar 1923 yılında kurulmuş devleti yönetmek, şimdikiler ise dönüştürmek, başka bir devlet oluşturmak istiyorlar. Bu çok önemli bir fark. Tayyip Bey hem cumhurbaşkanı hem de parti başkanı olduğuna göre, artık parti devleti ortaya çıkmıştır. Tek partili dönemde valiler, partinin il başkanıydı. Bizde de iş oraya kadar gider, gidiyor.

Yorum Gönder

0Yorumlar
Yorum Gönder (0)