2012’den iyilikler bekleyelim ama 1912 felâketini de hiç unutmayalım


Yeni yılın ilk gününde geçmişin kapkaranlık bir döneminden bahsetmemek için kendi kendime çok direndim ama unuttuğumuz ve bizim için çok büyük dertlerle dolu olan bir seneyi hatırlatmadan edemedim: Bundan tam bir asır öncesini, 1912’yi... 1912 senesi Türkiye’ye çok büyük felâketler getirmiş ve Osmanlı Devleti’nin yıkılışı o yıl başlamıştı...
YENİ yılınız kutlu olsun, herkese sağlık içerisinde iyilikler, mutluluklar, güzellikler getirsin, vesaire, vesaire, vesaire... Ama, Allah 2012’deki kaderimizi bundan tam bir asır önceye, 1912’ye benzetmesin; memlekette o sene yaşananların benzerini bir daha göstermesin ve yaşatmasın... Amiiin! Dikkat ederseniz, tarihimiz boyunca sadece 1912’nin değil, son birkaç asırdan buyana 10’lu ve de 80’li senelerin bizim için hiç de iyi olmadığını, o dönemlerde memleketin başına hep bir işlerin geldiğini ve dertlere uğradığımızı görürsünüz. Şimdilik 10’lu ve 80’li senelerdeki uğursuzlukların ayrıntısına girmeden, sadece bundan bir asır önce, 1912’de yaşadıklarımızı hatırlatacağım... Kısaca söyleyeyim: 1912, başımıza çok büyük sıkıntıların geldiği ve binbir belâ ile boğuştuğumuz bir senedir ve Osmanlı Devleti’nin asıl yıkılışı o sene başlar...
KADERİMİZ BÖYLE İMİŞ
1912’de neler çektiğimizi bu sayfadaki kutularda okumanızdan önce tekrar söyleyeyim: Kaderimizde bu sene tam bir asır önce yaşadıklarımız ile en ufak bir benzerlik bulunmasın da, şahsen başka her türlü sıkıntıya ve derde razıyım...
Uğursuz 1912’de süpürge tohumu yemek bile büyük ziyafet sayılırdı
TÜRKİYE, 1912’ye aylar öncesinde başlayan çok büyük bir dertle girdi: İtalya’nın Libya’yı işgali derdi ile... Osmanlı İmparatorluğu’nun o zamanki hükümetmerkezi olan Bâbıâlî, Libya’nın İstanbul’dan giden valiler tarafından idare edildiği günlerde, 1911’in 28 Eylül’ünde İtalya’dan bir nota aldı. İstanbul’daki İtalyan elçisinin verdiği notada Libya’nın Müslüman nüfusunun İtalyanlar aleyhine kışkırtıldığı iddia ediliyor ve “gerekli tedbirlerin alınacağı” söyleniyordu. Asıl nota beş gün sonra geldi ve İtalyanlar Trablus ile Bingazi’nin 24 saat içerisinde kendilerine teslimini istediler. Roma ertesi gün Türkiye’ye resmen savaş ilân etti ve bundan iki gün sonra da Trablus’a asker çıkarttı. Harbiye Nâzırı Mahmud Şevket Paşa ne akla uyduysa uymuş, Kuzey Afrika’daki Türk ordusunu aylar öncesinden Yemen’e göndermişti ve Libya savunmasızdı...
GÖNÜLLÜ KÖPRÜSÜ
Trablus’ta birkaç bölükten ibaret kalan Türk birliği iç taraflara çekildi, işgale karşı bir direniş başlatmaya çalışıldı ve İstanbul’dan Libya’ya gönüllü köprüsü kuruldu. İşgalcilerle mücadele için gidenler arasında sonralarınMustafa Kemal ve Enver Paşaları da vardı. Başlatılan mücadele işgalcilerin ilerlemesini yavaşlattı ama netice değişmedi; Tobruk, Derne, Bingazi ve nihayet bütün Libya zamanla İtalya’nın eline geçti. 1912, bizimiçin işte böyle büyük bir dertle başladı. Libya’daki ümitsiz direniş devam ederken, İtalyanlar, Anadolu’dan gönderilen yardımı durdurabilmek için bu defa daha yakınlarımıza yöneldiler. İtalyan donanması 1912’nin 24 Nisan’ında başta Rodos olmak üzere Ege’deki 12 adayı işgale başladı ve işgali bir ay içerisinde tamamladılar! Libya’daki savaş devam ederken, Arnavutluk da karıştı! Önceden başlayan isyan giderek büyüdü, isyan bir türlü bastırılamadı ve asıl belâ, 8 Ekim’de geldi: O gün Balkan Savaşı patladı... Türkiye, bütün bu dertlere son derece hazırlıksız olduğu bir anda yakalanmıştı. Öylesine hazırlıksızdık ki, zamanın Hariciye Nâzırı, yani Dışişleri Bakanı olan ÂsımBey Balkan Savaşı’ndan üç ay kadar önce, 1912’nin 15 Temmuz’undaMeclis-iMebûsân’da yaptığı konuşmada “Balkanlar’dan imanımkadar eminim” diyebilmişti... Birkaç cephede birden savaşacak gücü olmayan Türkiye, Balkanlar’ın karışmasından bir hafta sonra, 15 Ekim günü İsviçre’nin Uşi kasabasında İtalya ile barış yapmayamecbur kaldı ve Libya’yı İtalyanlar’a terkettik. İtalya, işgal ettiği Ege Adaları’nı anlaşma gereği derhal tahliye etmesi gerektiği halde sözünde durmadı ve ortaya bu defa seneler boyu devamedecek olan “12 AdalarMeselesi” çıktı!

EKMEĞİ UNUTMUŞTUK

Balkan Savaşı’nın neticesi ise, mâlûm... Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş ve ilk genişleme alanı olan Balkanlar ve hattâ Edirne bir anda elimizden çıktı. 1913’ün 30Mayıs’ında imzaladığımız Londra Anlaşması ile koskoca Rumeli’nin artık bizim olmadığını kabul etmek zorunda kaldık. Edirne’yi ise o senenin Temmuz’unda binbir güçlükle geri almayamuvaffak olabildik, o kadar! Cephelerde böylemağlûbiyet üstüne mağlûbiyet yaşanırkenmemleketin içi de bir âlemdi... Hükümetin biri gidip diğeri geliyor, istikrar bir türlü sağlanamıyor, yenilgilerin neticesindemilyonlarca göçmen İstanbul’a akın ediyor ve halk yoksulluktan iniminiminliyordu... Ekmek çoktan unutulmuştu ve süpürge tohumu bulup yiyebilmek bile artık âlâ bir ziyafet sayılıyordu.
İMPARATORLUK BÖYLE YIKILDI
1912’deki bu felâket dolu tablo, ertesi senenin 13 Ocak’ında bambaşka bir hâle döndü... İttihad ve Terakki’nin ileri gelenleri o gün Bâbıâlî’yi basarak iktidarı cebren ele aldılar. Sonrasını ise bilmeyenimiz yoktur: Birinci Dünya Savaşı’na girdik ve yıkıldık! “Allah 2012’deki kaderimizi bundan tam bir asır önceye, 1912’ye benzetmesin; memlekette o sene yaşananların benzerini bir daha göstermesin ve yaşatmasın” diye işte bu yüzden söylüyorum... Zira, kurduğumuz son imparatorluk olan Osmanlı Devleti’nin tamyıkılışı ve son bir asır içerisindeki en karanlık günlerimiz, 1912’deki bu dertlerle başlar!
Yılbaşı olarak asırlarca 1 Ocak’ı değil, eski takvimle 1Muharrem’i kabul ettik
SOSYAL hayatımızdaki ilk büyük değişikliği 1839’da ilân edilen Tanzimat Fermanı sonrasında yaşadık. Değişikliklerin başında, günlük hayatımıza giren farklı âdetler geldi.Meselâ sandalye ile tanıştık, çatal-bıçak kullanmaya başladık ve kadınlı-erkekli davetler verir olduk. 31 Aralık’ı 1 Ocak’a bağlayan geceye “yılbaşı” dendiğini ve diğer gecelerden daha değişik şekilde, en azından eğlenilerek geçirildiğini de yine Tanzimat sonrasında, başta İstanbul olmak üzere imparatorluğun diğer büyük şehirlerinde yaşayan yabancılardan ve batılıların oluşturduğu kolonilerden öğrendik. Bizde “yılbaşı” kavramını ilk öğrenenler, yabancıların o gece için verdikleri davetlere katılan, bulundukları yerlerdeki Hristiyan cemaatle temasta bulunan Türkler ve imparatorluğun diğer Müslüman unsurlarıydı.
TAKVİM FARKI
19. asırda yabancılar tarafından kaleme alınmış olan seyahatnameler, Galata’da yahut Pera’da verilen yılbaşı davetlerine katılan Türkler’in nasıl bir şaşkınlığa düştüklerini eğlendirici bir üslupla hikâye ederler. Böylesine dar bir çevrede kutlanan yılbaşı, Tanzimat sonrasında edindiğimiz sosyal alışkanlıklar içerisinde en yavaş yayılanı oldu. Bu yavaşlığın iki sebebi vardı: İlki, yılbaşı akşamının ondan bir hafta önce kutlanan Noel gecesi ile karıştırılması, Noel’in uzantısı sanılması, dolayısıyla da bir “Hristiyan bayramı” zannedilerek çekinilmesi; diğeri ise o devirlerde kullandığımız Hicrî ve Rumi takvimlerleMilâdî takvimarasındaki ay ve gün farkıydı...
MUHARREM BAHŞİŞİ
Eski takvimlerimizde yine bir yılbaşımız vardı: Her sene 13 gün geriye giden 1Muharrem... Hicrî takvimde yılın son ayı olan Zilhicce’nin bitip Muharrem’in gelmesiyle beraber yeni yıl da gelirdi ama yeni yıl resmî ve dinî ağırlıklı birmahiyetteydi. Muharrem’in, yani yeni yılın gelişinin halk tarafından eğlencelerle kutlanması diye bir âdet zaten yoktu ve yapılan ufak-tefek resmî kutlamalar da sarayda olurdu. Sadrazam, zamanın vezirleri ve devletin diğer büyükleriMuharrem’in gelişi münasebetiyle saraya gidip padişahı tebrik ederler ve her birinemevkilerine göre “muharremiyye” denilen hediyeler dağıtılırdı. Hediye genellikle para olurdu ve devlet protokolünde yeralanların da yanlarında çalıştırdıklarına aynı şekilde “muharremiyye” vermeleri âdetti.
KANDIRAN KANDIRANA
Hicrî yılbaşında, yani Muharremayının ilk gününde para dağıtılması âdetinin temelinde yeni senenin gelişinin kutlanması değil, eski asırlardan, Dört Halife Devri’nden beri devam eden bir inanç yatardı: Yeni yılın ilk günü alınan parada bereket olduğu, bu paranın uğur getireceği inancı... Bu yüzden o gün hemen herkes akrabalarından yahut yakınlarındanmeblâğı çok az da olsa birmiktar para kopartabilmeye çalışır, hatta bu iş şakaya bile varır, dostlarının istediği azmiktardaki borcu o günün 1Muharremolduğunu unutarak verenler, karşısındakinin “Yeni seneniz hayırlı olsun!” diyerek parayı öpüp cebine atmasıyla hayrete düşerlerdi...
EDEBİYATA BİLE GİRDİ
Muharremayının gelmesi işte bu kadarlık bir eğlenceden ibaretti ama 1 Muharrem’i en fazla bekleyenler, zamanın şairleriydi. O gün hükümdara ve devlet büyüklerine hitâben daha önceden yazdıkları ve ekabirin yeni senesini kutlayan şiirler saraya ve konaklara takdimedilir, okunup takdir görmeleri heyecan içerisinde beklenirdi. Bazıları Türk Edebiyatı’nda seçkin bir yer edinmiş olan bu şiirlere “Muharremiyye” denirdi ve yazılış amaçları, aynı adı taşıyanmeblâğları, yani “muharremiyye”leri alabilmekti. Biz, bugünün “yeni yıl” kavramıyla Cumhuriyet sonrasında, 26 Aralık 1925 günü kabul edilen veMilâdî takvimi resmî takvimyapan kanun sayesinde tanıştık.

Murat Bardakçı
Habertürk

Yorum Gönder

0Yorumlar
Yorum Gönder (0)