30 Ağustos sizin değil bizim bayramımız gerekirse yüreğimizde kutlarız O’nu



Vay anasını sayın seyirciler, 30 Ağustos Zafer Bayramı, bir bahane uydurularak gene iptal edildi, iyi mi!
Amaç, Atatürk’ü ve yaptırımlarını unutturmak... Ne hakla? Kim veriyor size bu yetkiyi?
“Amerika” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Bu kez Abdullah Bey’in kulağı ağrıyor. Yahu ağabeycim, koy yerine Cemil Çiçek’i, vekâlet etsin. Yok, fırsat bu fırsat... Türkiye Cumhuriyeti’nin önünü kesmece... Diğer bayramlarımıza da yaptılar aynı şeyi; 23 Nisan, 19 Mayıs, 29 Ekim...
Üstüne üstlük, kutlayamadığımız bu 30 Ağustos’un çok özel de bir anlamı var. Nedir biliyor musunuz? Balyoz davasından tutuklu generallerimiz, amirallerimiz ve diğer subaylar, askeri kıyafetleri sırtlarından çıkaracaklar. Bugün onların görevlerine son verildi. Onlar, askeri cezaevlerinden, Silivri toplama kampına sevk ediliyorlar. 30 Ağustos, bu kahraman askerler ve aileleri için dönüm noktası olacak.
Suçları henüz kanıtlanamadan tutuklu oldukları için, askerlik hayatları sona eriyor. Ne büyük bir dram, tabi anlayana... 30 Ağustos Zafer Bayramı, ayrıca böyle bir anlamla yüklü. Bu arada Genelkurmay Başkanlığı; “Güçlü Ordu” sloganlarını afişlerden kaldırdı. Evet, bayram geçen yıl da sudan sebeplerle iptal edilmişti. Bakalım önümüzdeki yıl kim üşütüp nezle olacak...
Sıbyan mektebi
Silivri’de, T.C. FURKAN MEDRESESİ, 4-5-6 yaş çocukları, ağaç yaşken, büküp eğitiyor ve bunu T.C. başlığı altında yapıyor. Yani bu yaşlardaki çocuklar daha şimdiden “Din” başlığı altında Osmanlı eğitimi alıyorlar, ilerde molla olacaklar. Bildiğiniz gibi şeriat düzeni, molla sınıfı olmadan olmuyor. Ayrıca yurdun her köşesindeki okullar, vatandaşın rızası olmaksızın İmam Hatip okullarına dönüşüyor. “Ben çocuğumu bu okullarda okutmak istemiyorum”, diyenlere ikametgâh sorunu çıkarıyorlar. Geriye kalan okullar da, kolejler ve paralı okullar... Eninde sonunda kapitalizm kazanıyor ve bu okullarda para babalarının çocukları okuyor. Bu sistemin adı da 4+4+4...
Hüseyin Çelik
Efendimiz buyurdular ki, üç-beş Mehmet için meclis toplanmaz... Öyle ya, mebusların maaşları için toplanan meclis, şehitleri ne yapsın?... Üstelik üç-beş tane, hele bir beş-on bin olsun, düşünürüz. Yahu Hüseyin Çelik dua etsin ki, Olacak O Kadar programı yayında değil. Yoksa onu bir oynardım ki, bir daha insan içine çıkamazdı...
Gaziantep’te cenaze töreninde toplanan halk başlamış slogan atmaya... Ne diyor? “Hüseyin Çelik baksana, kaç şehit oldu saysana”. Toplam 9 şehit acaba meclisin toplanması için yeterli mi? Yoksa biraz daha mı artmasını beklemek lazım?
Pek Sayın Çelik’in bastırması üzerine Savcılık, soruşturma açıyor, polis de “halkı kışkırttıkları” gerekçesiyle gençleri karakola toplayıp ifade alıyor. Genç bir kardeşimiz ifade verirken, taşı gediğine oturtuyor; “Asıl Hüseyin Çelik bu söylemiyle halkı kışkırtıyor”.
Neydi bir hatırlayalım; “Üç-beş Mehmet şehit oldu diye meclis toplanmaz”. Artık Mehmetçik, Mehmet oldu, Türkler de Türkiyeli oldu. Sebep; teröristler alınıp üzülmesin... Ayrıca, hükümet istifa, diye bağırmak suç sayılıp yasaklandı. Bu tarz bağıranlar, ifade vermek üzere merkeze götürülecekler. Olur böyle vakalar, Türk polisi yakalar... Gerisini siz getirin...
“Azınlık” Silivri’deydi
Önce Akçay’da oynadık. Binlerce insan izledi. Oyunun ardından, deniz kenarında bir yerde, belediye başkanları yemek verdi bize. Biz de yedik... Rüzgâr tatlı tatlı esiyordu; Atatürk rakılarından da içtik... Atatürk de ağzının tadını biliyormuş hani...
Diğer başkanlar, en başkanla ilgili bir şey anlattılar; en başkan da rakısını içerken, başını sallayarak onayladı.
Hep birlikte Rusya’ya gitmişler. Şereflerine verilen yemekte, başkan kalp krizi geçiriyor ve onların anlatımıyla ölüyor. Sandalyesi sırt üstü devriliyor yere, öbür başkanlar salavat getirirken, Rus kadın koruma görevlisi atlıyor yerdeki başkanın üzerine; önce onu yan çeviriyor, sonra ağzını açıp dilini çekiyor dışarı, hafifçe bir kalp masajı, başkan Rusya’ya dönüyor, yani dünyaya... Ambulans o dakika kapıda, götürüyorlar hastaneye, baypas oluyor ve kurtuluyor. Çok şükür diyelim, o da öyle diyor zaten...
Bu olay, burada, Türkiye’de bir restoranda olsaydı, başkan yere yıkılır yıkılmaz, hemen herkes başına üşüşür; kimi hayat öpücüğü vereceğim diye dudağına yumulur, kimi sara krizi geçiriyor diyerekten hayalarını burar, belki de tansiyonu düştü diye ağzına kesme şeker sokmaya çalışırlardı. Sonra adamı altı okka kucaklayıp kaldırdıktan sonra, ayak tarafındakiler başka, baş tarafındakiler başka başka hastaneler önerdikleri için, muhteremi çekiştirir dururlardı.
Her olayda olduğu gibi, bunda da ambulans zamanında gelmeyecek, hatta hiç gelmeyecek; başkan tesadüfen hakkın rahmetine kavuşamayıp da uyanırsa, çok şükür diyecek. Bu arada çalınan kol saati ve cüzdanını fark edip, ona da bir “şükür” çekecek, başka çaresi mi var?
Allahtan Rusya’daymış da, hem canını hem malını kurtarmış...
Silivri’deki oyun
Azınlık oyunu için Silivri’ye geldiğimde yedi saat araba kullanmıştım, yorgundum. Sahnenin arkasında bir yerde oturdum, dostlarla çay içiyorum, seyirciler yavaş yavaş gelmeye başladılar. Geldiler geldiler, 5000 kişi oldular. Dayanışma Gecesi malum... Başta Şule Perinçek olmak üzere pek çok sanatçı oradaydı. Ben de büyük bir onurla oynadım oyunu... Oyun muhalif bir oyun, politik bir oyun, Atatürk’ten yana, cumhuriyetten yana bir oyun, veryansın eden bir oyun...
Her yerde olduğu gibi orada da ayakta alkışlandı. Yurtsever aydınlar bol bol anıldı ve gecenin geliri, nöbetçi çadırları için Hıdır Hokka’ya verildi. Ben de mutlu oldum, göğsümü gerdim. İnanır mısınız göğsüm hala gergin... 30 Ağustos’ta birileri Atatürk’ü gömerken, ben baş tacı edip övüyorum...
Uğur Dündar
Eski arkadaşım, sevgili dostum... Devlet televizyonunun ilk yıllarından tanırız birbirimizi... Aramızda bir elektriklenme oldu, yani günün tabiriyle elektrik aldık birbirimizden. Son derece dürüst, işinin erbabı bir insandır Uğur, seçmecidir... Çok zaman benim yanımda geri çevirmiştir para dolu çantaları ve paralı teklifleri... Örnek alınacak bir dürüstlüğü vardır.
O kadar severim ki onu, bir ricasıyla Atv’den KanalD’ye geçtim. O haberciydi, ondan sonra Olacak O Kadar başlardı, reytinglerimizle kimse baş edemezdi. Şimdi ikimiz de işsiziz. Ben tiyatromu oynuyorum, o da gazetesinden yazısını yazıyor lafını esirgemeden...
Azınlık oyununun orta yerinde görüntüsü düşüyor perdeye, arkasından bir alkış tufanı, birlikte bir anımızı anlatıyorum, arkasından da şöyle bitiriyorum ona ait sahneyi; “Uğur’lar ölür mü, ölmez! Uğur’lar ölürse, ortalığı uğursuzlar basar. O, Türkiye’nin Uğur’udur.”
İftihar ediyorum dostumla, örnek alıyorum onu. Yolu açık olsun, onun da, Türkiye’nin de...
Ah Amerika, sen yok musun
Yahu ne karıştırıcı şeysin sen, her şeyin altından-arkasından sen çıkıyorsun. Biz burada, Gaziantep’te kim koydu o bombayı derken, onun da arkasından sen çıktın. Zaten başka bir ihtimal yoktu, ben bir önceki yazımda da yazmıştım bunu. Yani beni yanıltmadın. Meğer senin Washington’da hazırladığın bir savaş oyunuymuş bu. Bizi Suriye’ye kışkırtmak üzere kurgulanmış bir oyun.
Artık memedeki bebeden, ölümünden gün almış dedeye kadar herkes ne mal olduğunu biliyor senin. Hükümet hariç... Aslında o da biliyor da, işine gelmiyor. Bayrak değişebilir diyor Ertuğrul Özkök. Marş da değişsin değişmişken diyor; ama Türk halkı, Atatürk halkı öyle demiyor. Türkiyeli değiliz, Türk’üz, diyor. Hiçbir şey değişmeyecek ve Türkiye bölünmeyecek, diyor. Demiyor, haykırıyor, bağırıyor bunu...
Bu uğurda ölüyor, şehit oluyor Mehmetlerimiz değil Mehmetçiklerimiz... Ateş, Kurtuluş Savaşı’nda top taşımış analarımızın bağrına düşüyor gene... Gene ağlarsa, anamız ağlıyor... Hükümet ve muhalefet el ele, tamam da, bu vatanı bölmek zor. Sessiz kalanlar, sanatçı arkadaşlar, şarkıcılar, türkücüler, reklamlarda boy gösterip para cukkalayanlar; ne zaman çıkacak sesiniz? Yeri geldiğinde sormayacak mı oğlunuz, torununuz? Baba sen neredeydin, demeyecekler mi benim gibi?
Cevabınız şu mu olacak?
“Para kazanıyordum çocuğum, ilgilenemedim, işime gelmedi”
Pişman olmayacak mısınız? Utanmayacak mısınız?
Son söz
“Bir gün, Birinci Cihan Harbi’nden sonra Ortadoğu’da kurulan suni devletlerin halkları ayaklanacaktır...
O gün geldiğinde, yeni kurduğumuz cumhuriyetimizin yöneticileri, bu halkların değil, emperyalist güçlerin yanında yer alırsa, aynı akıbete kendileri uğrayacaktır.
Ve Kurtuluş Savaşı’nda yedi düvele haddini bildiren Türk halkı, onların da hakkından gelecektir...”
(Atatürk’ün 1923 yılında Amerikalı Gazeteci Isaac F. Marcosson’la yaptığı röportajdan)

Yorum Gönder

0Yorumlar
Yorum Gönder (0)