Bir başkadır benim memleketim



Ayvalık’tayız. Başka türlü güzel Ayvalık. Bu şehrin ruhu var... Dün gece burada Açıkhava Tiyatrosu’nda, artık dillere destan olan oyunumuz “Azınlık”ı oynadık. 5 bin kişilik tiyatroda 7 bin kişi vardı. Oyun bitiminde ayaklara kalkan seyircinin alkışları dinmek bilmedi. Biz sanatçıları da bu alkışlar kadar mest eden yoktur.
Ayvalık Belediye Başkanı Hasan Bülent Bey, bizi şehir kulübüne davet etti. Sohbet ettik ve Atatürk rakısı içtik. Başkanın bana söylediği şu; “Bizim Açıkhava Tiyatrosu, var oluşundan bu yana hiç bu kadar seyirci görmemişti”.
Böyle bir gece geçirdik Ayvalık’ta.
Sabah uyandığımızda canımı sıkacak bir olay yaşadım, sizinle paylaşıyorum. İki sene kadar önce, bir arkadaşım telefon açtı. “Annemin evine haciz geldi, kapıyı kırıp içeri girmek istiyorlar, ne olur gelsene beni yalnız bırakma” dedi. Konunun benimle hiç bir alakası olmamasına rağmen, kalktım gittim. Arkadaşımın annesinin evinin önünde polisler, icra avukatı, çilingir içeri girmeye çalışıyor. Borç annesinin borcu değil, bir akrabanın borcunu annesinden tahsil etmeye çalışıyorlar (sonuçta icra ile kaldırdıkları malları özür dileyerek ertesi gün getirip tekrar yerlerine koydular.)
Çocukluğumdan bu yana “Haciz” dediğinizde tüylerim ayaklanır. Babam İsviçre’de yaşardı. Öğretmen olan annemin evine sık sık haciz dayanırdı. Böyle bir gençlik dönemi yaşadım.
Nitekim yakın bir gelecekte yasayla bağlanacak ve vatandaş haczedilemeyecek. Çünkü zaten, o vatandaşın evinden kaldıracağınız koltuk, kanepe, yatak, televizyon, buzdolabı gibi eşyalar telef olup yok pahasına satılıyor. Hem borç kapanmıyor, hem vatandaşın çoluğu çocuğu ciddi zarar görüyor bu işten.
Aynı zararı ben de görmüştüm. Hacizdi, icraydı denilince, elim ayağıma dolaşır hep. Neyse, kapının önünde icra avukatına yapma-etme dediysek de dinletemedik. Avukat bana “artistlik yapma” filan gibi laflar etti. Doktor olunca “doktorluk yapma” ya da mühendise “mühendislik yapma” demezler de, artist olunca, ne hikmetse “artistlik yapma” oluyor. Arkadaşımın dayısı da orada... O da benim gibi ricalarda bulunuyor ama avukat ters, lafı tersinden alıyor sinirleniyor... Bana görevimi yaptırmıyorsunuz, diyor. Ben, ne halin varsa gör, deyip bahçeye geçtim polislerle şakalaşıyorum, hatta bahçede kurulu salıncakta polislerden biri beni sallıyor diğeri resimlerimizi çekiyor.
Avukat, herhalde götürdüğü eşyaları tekrar geri getirmesinin moral bozukluğuyla olacak, beni ve arkadaşımın dayısını mahkemeye vermiş “Bana görevimi yaptırmadılar beni engellediler” diye. Ben avukata “Gel seni öpeyim de tatlıya bağlayalım şu işi” demiştim. Şikâyet dilekçesinde; “Kırca beni zorla öpmeye çalıştı” diyor... Derken kendimizi duruşmada bulduk. Beni salıncakta sallayan polisler de avukattan yana şahit olmuşlar. Hâkim soruyor: -Kırca avukatı öpmeye çalıştı mı?
-Evet, diyor polisler.
-Peki, öptü mü?
-Hayır öpemedi.
-Neden?
-Avukat öptürmedi.
-Peki sonra?
-Kırca tutturdu öpeceğim, diye..
-Yani bu öpüşme olayı gerçekleşmedi.
-Hayır efendim.
-Yargıç bana soruyor; “Levent Kırca, avukatı öpmeye çalıştınız mı?”
-Evet efendim.
-Neden öpmek istediniz?
-Efendim, öpüşelim, konuyu tatlıya bağlayalım dedim. Avukat da öptürmem diye tutturdu, ben de vazgeçtim, öpmedim kendisini.
Davanın adı o andan itibaren “öpücük davası” oldu çıktı. Benimle ilgisi olmayan bu dava, sürdü gitti. Nihayet sonlanmış; Ayvalık’taki o muhteşem gecenin sabahı “öpücük davası”nı kaybettiğimi öğrendim. Ne var ki, biz de derhal temyiz mahkemesine gittik.
Her gün onlarca şehit verirken ve pek çok gazete bunu yazmazken, olaya kaza süsü verilmeye çalışılırken; ister misin bizim “öpücük” davası, ülke gündemini sallayıp, ön saflarda yer alsın?
Kısaca siz okurlarımla paylaşmak, hatta dertleşmek istedim. Aman siz siz olun, ne maksatla olursa olsun, kimseyi öpmeye kalkmayın. Yoksa sonunda öpülen siz olursunuz. Yahu ne matrak ülke, bir şekilde karakola düşerseniz, polis işin içinden çıkamaz, size “ hadi, öpüşüp barışın” der. Aman ha, tamam isterseniz barışın ama sakın öpüşmeyin. Ne öpülen siz olun, ne de sizi öpmelerine müsaade edin...
Ağlarsa anam ağlar
Paralı askerlik var ya malum... Bastırıyorsun parayı, kısa bir süre, merkezi bir yerde askerlik yapıyorsun. Yani, yaptın mı yaptın... Parayı biraz daha fazla bastırırsan, askerlik bile yapmıyorsun. Yani durum böyle, hal de böyle olunca; vatanı korumak, şehit olmak, fakir fukaraya kalıyor. Gençlerimiz, analarının bağırlarından koparılıp askere alınıyor, oradan da yurdumuzun savaş alanı haline dönüşmüş bölgelerine yollanıyorlar. Parasız bu insanlar, başlıyorlar vatan borcu ödemeye...
Fukara için vatan borcu kutsal... Parası olana değil... Nasreddin Hoca boşuna dememiş “ye kürküm ye” diye... Allahtan yaşamıyor, yaşasaydı Silivri’de bir hücrede geçirirdi ömrünün son günlerini...
Yanlış politikalar sonucu her Allah’ın günü gençlerimiz şehit oluyor. Bu çiçeği burnunda gençler askerdeyken, henüz şehit olmadan analarına yazdıkları mektuplarda, sanki içlerine doğmuş gibi, şehit olacaklarından söz ediyorlar. Sonra kaçınılmaz akıbet geliyor başa, devlet büyükleri sıra sıra diziliyor cenazeye. Yuhlananlar fişleniyor, panzerle gaz ve su sıkılıyor vatandaşlara. Allah’tan Bakan’ın dediği gibi, gaz doğal, organik... Kimseyi öldürmüyor. Burnuna gaz sıkılanın hemen oracıkta kıvranıp ölmesi tamamen tesadüften ibaret oluyor. Yani öleceği varmış da ölüyor...
Asker şehit oluyor, cenazede namazlar kılınıyor. Bando, cenaze marşı çalıyor. Dini sonradan bütünleşen Ertuğrul Günay, trafik polisi gibi el kaldırıp susturuyor bandoyu. “Susun, halk tekbir getirecek” diyor ve belleklere kazıyor kendisini. Çok güzel yapmış oluyor tabi kendisi için. Bir zamanların devrimci Ertuğrul’u, Başbakan’ın gözüne giriyor. Peki halk ne olacak? Halkı boş ver! Halkı umursayan kim Allah aşkına...
Yolda geliyoruz
Arabayı ben kullanıyorum, yanımda da arkadaşım var. Bana, iPad’inden köşe yazarlarının yazılarını okuyor. Önce, onca şehit varken buna kim cesaret edip yazabilmiş, ona bakıyoruz. Ertuğrul Özkök, bir gün önce içtiği şarabı yazıyor. Fatih Altaylı oralı bile değil. Doğan Hızlan, edebiyatıyla geçiştiriyor mevzuyu. Mehmet Barlas Başbakanını övüyor “Dokunmayın Başbakanıma, yazıktır” diyor. Dolandırıcılıktan hapis yatmış Nail Keçili, Başbakanını yıkayıp yağlayan bir yazı yazmış. İyi bir yağdanlık olursam belki eski paralı günlerime geri dönerim, diye düşünüyor.
Gerçeklerle yüzleştiğimizde, şehit cenazelerinde analarımızın yakınarak ağladıklarını görüyoruz. Şehit mezarlıklarında bir tek zengin aile yok. Yalnızca fakir fukaranın anası ağlıyor. Merasim biter bitmez şehit ailelerinin evine haciz geliyor. Evlat acısıyla yanıp tutuşan şehit anasının eşyaları haraç-mezat kaldırılıyor, insanlar kapı önüne konuyor. Nedir şimdi bu, kader mi? Kader, parayla değiştirilebilir mi? Evet, görüyoruz ki, değişebiliyor. O takdirde, belki de bu bir kader değildir.
Bir kere daha düşünmek lazım...

Yorum Gönder

0Yorumlar
Yorum Gönder (0)