İslamcılıklar üzerine


Türkiye’de yayınlanan gazetelerde en azından bir adet din işlerinden sorumlu kadrolu yazıcı bulunur. Ramazan aylarında bunlara yazıcı takviyesi yapılır. Bir de, şu anda tamamı yandaş ve besleme olan laiklik karşıtı gazeteler vardır ki buralarda yazan yazıcıların yüzde 90’ı her gün din işleri konusunda yazarlar. Birkaçı dışında çok sıkıcı insan ve yazıcılardır.
Bir süredir keyfleri pek yerinde, “İslamcılık” sorununu neşe içinde tartışıyorlar kendi aralarında. Hemen hemen tamamı, İslamcılık’ı 20. yüzyılda ortaya çıkmış olan Siyasal İslam’dan ayırmak çabasında.
İslamcılık laik devlete karşıtıdır
Aralarında Descartes’la çarpışanlar, Voltaire, Renan, Kierkegaard, Bergson ve Nietzsche’nin adlarını anarak felsefi “lügat” paralayan malumatfuruşlar bile var. İslamcılık meğer “bir tefekkür yolculuğu” imiş... Modernizm, paganlaşma ve etnik barbarlığın kaynağı imiş... “Akıl” düşünceyi öldüren aygıt imiş... Gene, her zaman olduğu gibi, en harbî yazan Hayrettin Karaman, “İslamcılığın kökü İslam’dadır ve İslamcılık bitmez” (Yeni Şafak, 24.08.2012) diyor. “Bize göre İslam hayatın her alanını kaplıyor, her alanı ile ilgili irşatları, emirleri, tavsiyeleri, yasakları... var” da diyor ki, bu cümlenin tercümesi İslamî ve İslamcı devlet ve toplum anlamına gelir.
Ne halleri varsa görsünler, kozlarını paylaşsınlar, ama kesinlikle laik Cumhuriyetin cebinden harcamasınlar! Ama harcıyorlar! İslamcılık, batı uygarlığı ve modernite karşıtlığı olarak ortaya çıktığı için, sonunda, laik Cumhuriyete bulaşmaması mümkün değil.
İşin aslı
Kendini “İslamcı” olarak tanımlayan bir insan laik bir toplumda yaşamak, laik bir devletin vatandaşı olmak istemez. Bunu asla unutmamalıyız. Günümüz Türkiye İslamcılarının hal ve tavrı, zenginleştikten sonra kendisine soylu bir geçmiş ayarlayan çulsuzunkine benziyor. Hilâl Kaplan da 24.08.2012 tarihli Yeni Şafak Gazetesi’nde “Hz. Muhammed (s.a.v.) İslâmcı mıydı?” diye soruyor. Hz. Muhammed belki günümüz İslamcılarına bakarak, Karl Marx’ın “Hayır ben Marksist değilim” dediği gibi “Hayır ben İslamcı değilim derdi” demeye getiriyor.
Bizim İslamcılar istedikleri kadar kılık değiştirsinler, makyaj yapsınlar, kibarlık dersi alsınlar, duruşlarının gerisindeki devindirici gücü gizleyemezler: 1. İslamcılık, bir düşünsel akım değil siyasal akımdır; 2. İslamın, Batı uygarlığına karşı gösterdiği çatışmacı tepkiden doğmuştur; 3. Düşünce kaynağında, Wahhabilik ile Selefilik’in şefi Muhammed ibn abd el-Wahhab (1703-1792) ile Müslüman Kardeşler’in şefi Hasan el-Banna (1906-1949) bulunmaktadır; 4. Seyyid Kutb (1906-1966) ile dövüşkenlik kazanmıştır; Batı modernitesini mutlaka yok etmek istemektedir; laik düşünce ve düzene, batı demokrasisine karşıdır ve İslam ülkelerinde mutlaka İslamî ve İslamcı bir devlet kurmak istemektedir; panislamist bir ideoloji ve siyaset izlemektedir; Suudi Arabistan ve İran gibi ülkeler tarafından desteklenmektedir; Taliban, El Kaide ve Hamas gibi vurucu silahlı güçleri vardır; Türkiye’de, tanzimat ve meşrutiyet reformlarından başlayarak bütün yenilikçi hareketlerin, 1923 yılında kurulan laik Cumhuriyetin yeminli düşmanıdır.
İşin astarı
Haçlı Seferleri’nden itibaren pusulası bozulan, Selçuklu Veziri Nizamülmülk’ten itibaren devlet güçlendikçe düşünsel erozyona uğrayan İslam dünyası, sanayi devrimi ve modernite karşısında şaşkına dönmüş ve dipsiz bir aşağılık duygusuna kapılmıştır. Bu tepkinin sonucunda kendisine “Ben neden geri kaldım, Hıristiyan âlemiyle neden baş edemiyorum?” sorusunu sorduğu zaman, kendisine kaynaklara dönmeyi tavsiye eden Selefilik ve Panislamizm bataklığına gömülmüştür. Bizimkiler bu nedenle II. Abdülhamid’i pek severler ve ona Ulu Hakan derler.
Beni en çok şaşırtan, günümüz İslamcılarının çoğunluğunun Yusuf Akçura’nın “Üç Tarz-ı Siyaset” döneminde kalmış olmalarıdır. (9, 10, 11, 12 ve 13 Temmuz 2012 günlerinde yayınlanan yazılarımı mümkünse tekrar okumanızı tavsiye ederim.)
1910’ların başlarında zamanın İslamcıları öylesine bir acz içindedir ki suyuna tirid bir Said Halim Paşa’yı üstad ve mürsit bellemiştir. Neden böyle bellemiştir, bunu Hilâl Kaplan açıklamaktadır (Yenişafak, 24.08.12):
“Benzer bir karşı çıkışa İslâm’ın siyasi, içtimaî, iktisadî ve hukukî açılardan bir bütün olarak tecrübe edilmesini Said Halim Paşa’nın “Buhranlarımız” adlı eserinde rastlayabiliriz. Zaten Said Halim Paşa’yı bugün hayırla yad etmemizin en önemli sebeplerinden biri de İslâm’ın ve Müslümanın ontolojisinin parçalarına ayrılmaz olduğunu sarih bir biçimde savunmasıdır.”
Bu cümle, 1923 yılında kurulan Laik Cumhuriyeti ve devrimini A’dan Z’ye kadar reddetmektedir. Hilâl Kaplan ve arkadaşları Said Halim Paşa’ya bu nedenle hayran. Paşa’nın temel düşüncesini birlikte okuyalım:
“Bizim için İslâmlaşmak demek, İslâmiyetin inanç, ahlâk, yaşayış ve siyasete ait esaslarının tam olarak tatbik edilmesi demektir.” (“Buhranlarımız”, S.183-184)
Şeyhülislam Musa Kazım Efendi (1858-1920) de Said Halim Paşa’nın izinden gidiyor:
“Biz Avrupa’nın yalnız ilim ve sanayisini almaya ve kabul etmeye mecburuz. Zira hikmet bizim kaybettiğimiz malımız olduğu için onu bulduğumuz yerde elbette alırız. ‘Hikmet müminin yitik malıdır. Onu nerede bulursa alır.’ Fakat onların bütün adet ve ahlakını, geçim yollarını ve hayat tarzını kabul edemeyiz. Zira sonra zarar görürüz.” (Külliyat, Dini ve İçtimai Makaleler, S.336)
AKP iktidarının Cumhuriyet karşıtlığının kaynağı işte buradadır. Bu karşıtlık, Cumhuriyet’in aydınlık ülkesini her geçen gün cehenneme dönüştürmektedir.

Yorum Gönder

0Yorumlar
Yorum Gönder (0)