Feza Tiryaki yazdı:"Mert, Yavuz, Yiğit"

Hanginiz Yavuz? Babacan doktor hem çocuğun başını sıvazlıyor hem de babaya soruyor. Baba gururla gösteriyor: Bu Yavuz. Bebeğin adı Yiğit. Bu da Mert. Kaş Devlet Hastanesi muayene odası. Doktorun kapısı açık. Yiğit bebek hemşirenin kucağında, eşyaları muayene yatağında. İşlemeli kundağı, başlığı, örtüsü…Ayakta bir oğlan çocuğu. Üç- dört yaşlarında. Yavuz. Etrafı merakla inceliyor, gülüyor. Bebek kırkının içinde olmalı. Minicik. Beyaz tenli, kara gözleri kalemle çizilmiş gibi. Aileyle dışarıda konuşuyoruz Doğu şivesiyle konuşuyor baba. Aksanlı. Esmer, karasaçlı bir genç adam… Anne de öyle. Mert daha düzgün bir Türkçeyle konuşuyor ama yine de aksanlı. Sekiz dokuz yaşlarında olmalı. Denize özlemle bakıyor. Karşıda Meis adası görünüyor. Bir kişi oraya doğru yüzüyor. Kıyıdan epey uzaklaşmış. Seyredenler aralarında, mülteci mi, kaçak mı bu yüzen kişi tartışması yapıyorlar. Nereye gidiyor diye merak ediyorlar… Arkasında bir çanta gibi bir şey çekiyor. “Sen denizde yüzdün mü?” diyor bana Mert. “Yüzülüyor mu şimdi? Soğuk değil mi? Üşümez mi bu adam?” Sonra ekliyor: “Ben hiç denizde yüzmedim.” Annesi güzel, sevimli, güleç yüzlü bir kadın. Aralarında hepsi Türkçe konuşuyorlar. Bebeklerini de Türkçe, canım, Yiğidim diye seviyorlar. Yiğit güneşin altında esniyor, geriniyor, hayatından memnun… Gözlerini açamıyor güneşten. Annesi endişeli başını açtık, örtüsünü aldın, üşümesin diyor babaya. O arada içerden babaya sesleniyorlar. Reçetesi mi yazısı mı hazırmış… Baba kucağındaki Yiğit’i annesine uzatıyor. Sen gelme, bebeği içeri getirme, ne olur ne olmaz, hastalık almasın bebem… Bu arada öğreniyorum ailenin nereden geldiğini, ne yaptıklarını. Hava değişimi çocukları hasta etti, diyor baba. Gaziantep’ten geliyoruz. Kınık’ta seralarda çalışmaya geldik. Çocuklar hastalandı… Anne çekingen öyle susuyor. İşlemeli gömleği, altında uzun eteği. Başında eşarbı. Siz hiç seralara girdiniz mi bilmem. Ben serada iki dakika bile duramıyorum. İçeri girince bir iki dakika içinde nasıl çıkacağımı bilemiyorum. Havası insanı boğuyor. İçersi ilâç kokuyor, bitkiye verilen hastalık ilâcı, tarım ilâcı, naylon kokuyor, havasızlık kokuyor… İçersi sıcak, bir başka sıcak… Dışarsının iki katı sıcak. Yirmi dereceyse dışarsı içersi kırktan aşağı olmaz. Hem de havasız bir sıcak… boğan sıcak… Böyle bir ortamda çalışmaya gelmiş ailemiz. Anne yeni doğum yapmış. Mert okulunu bırakmış. Yavuz küçücük… Antep nere, buralar nere… Baba genç, kuvvetli. Taşı sıksa suyunu çıkarır derler ya öyle… Memleketinde iş bulamamış ki yolunu buralara düşürmüş… Üç çocuğuyla gurbette. Hem de seralarda çalışacaklar. Çocuklara kim bakacak? Mert ne yapacak? Yavuz gündüzleri ne yapacak? Nerede yatıp kalkacaklar? Bu işin karşılığı ne kazanacaklar? Kaş hastanesi denize doğru giren bir burun üzerinde. Küçücük alçak yapılı şirin mi şirin bir hastane. Bahçesi yemyeşil, etrafında dev çam ağaçları. Tertemiz, derli toplu bir hastane. Çalışanları güler yüzlü. Doktorları genç, hastalarla ilgili, sevecen, bilgili doktorlar… * Sabah güneşli , pırıl pırıl bir güne başlamıştık yine. Aralık ayının biri değil de günümüz, deyin ki yaz ortası bir gündeyiz.. Buralarda bitki örtüsü yaprak dökmeyen ağaçlardan oluştuğu için sonbaharı bitkiler yaşamıyor zaten. İnsanlar da yaşamıyor o ayrı. Bitmeyen yaz mevsimindeyiz. Ağaçlar yemyeşil. Dağlar yemyeşil. Bahçeler yemyeşil. Çiçekler kaçıncıya yeşerip yeniden açıyor. Yaseminler yaz başındaki hâliyle. Bembeyaz çiçeklerle açtılar. Güller öyle… Laleler, çiğdemler, nergisler hepsi hepsi açtılar… Kekikler bile mor çiçeklerle bezendi. Biberiye bitkisi çivit mavisi çiçekleriyle doldu. Papatyaları bile başka buranın. Boyunları uzun, çiçeklerinin ucu mor boyalı… Evde sabah her günkü gibi radyoyu açmıştım. TRT 4 radyosunu. Tek Türk müziği dinlenebilen radyoyu. Sabah türküleri çalıyor. Sonra dokuz haberleri okunuyor. Çoğunlukla haber saatleri gelince radyoyu kapatıyorum, bu kez kapatmadım, unuttum. Başladılar haberleri vermeyi. Önce gazetelerden haber okundu. Önce Zaman gazetesinden başlıyoruz dendi. Saldırgan Libyalıymış, Suriye plakalı arabayla gelmişmiş. Sonra Sabah gazetesiyle devam ediyoruz dendi. Devletin radyosu önce tescilli dinci yani Fethullahçı gazeteyle başlıyor, sonra devlet kredisi ve Arap ortak kredisiyle damada alınan gazete okunuyor. Burada Suriye’ye dokuz düğüm haberi okundu ve tek tek dokuz madde baştan sona söylendi. İktidar bildirgesi gibi…Son olarak da Hürriyet gazetesi. İthal cani Libyalı diye başladılar. Haberler bu gazete haberlerinden daha da beterdi. Millete iktidar ne demek istiyorsa, milletin nasıl düşünmesi isteniyorsa o deniyor. O habermiş gibi okunuyor. Başladılar: “Bedelliden altı milyar bekleniyor. Bakan Yılmaz bedelli için Genelkurmay evet dese ne olur, hayır dese ne olur, son söz Meclis’indir dedi.” Burada şaşkınlıktan kalakaldım. Bu sözleri ağızdan kaçmış bir söz sanıyordum. Özür dilenmiştir diyordum, yanlış anlaşıldı, onu demek istemedik diyeceklerdir orduya diyordum; tam tersine bu sözün üstüne atlamışlar ve haberlerde okunsun diye yazdırmışlar. İki satırlık habere bile sıkıştırdıklarına göre bu sözü çok beğenmişler. Söz başlıyor kulaklarımda çınlamaya: “Genelkurmay evet dese ne olur, hayır dese ne olur?” Ülkemizin en büyük kurumlarından birine deniyor bu söz. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran ordumuza deniyor bu söz. Ordumuz küçümseniyor. İstiklâl marşımızın: “Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak; Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.” Diye seslendiği kahraman ordumuza karşı deniyor bu söz. Bir ülkenin en önemli kurumuna, güvenliği sağlayan, bağımsızlığı sağlayan kuruma, milletin ordusuna, peygamber ocağı da denilen Türk ordusuna deniyor… Burada öyle canım sıkılıyor, öyle umutsuzluğu düşüyorum ki nefes alamıyorum. Kısa süreli bir sıkıntı geçiriyorum. Bu yüzden hastanedeyim. Hastanede hiç bekletmeden önce doktora gönderiyorlar. Oradan tetkiklerin yapılacağı diğer bölümlere… Can bedende konuk. Ne kadar yaşayacağımızı bilmiyoruz. Bugün buradayız, yarın nerede oluruz kimbilir… Çıkışta da Mert, Yavuz ve Yiğit bebeğin ailesiyle tanışıyoruz. Kürt kökenli bu vatandaşımız çektiği çileli yaşama rağmen dimdik ayakta. Haydi birinci çocuğuna bilemeden, bölücülük yapmadan Mert katmış. Peki ikincisi niye Yavuz? Ya üçüncü çocuk? Yiğit! Bu açılımlara, bu rezilliklere karşın ailemiz direniyor. Türkçe konuşuyor, oğulları: Mert, Yavuz , Yiğit! Kapıda karşılaştığımız, yeni tanıştığımız okumuş, aydın görünüşlü kişilerle kısa bir tartışma yapıyoruz o arada dışarda. “Öğretmenim” diyorlar bana,” Madem emekli olmuşsunuz, buralarda yaşıyorsunuz, hayatın tadını çıkarmaya bakın. Memleket için üzülmeyin! Bu iş bitti! Cezamızı çekeceğiz! Bunda hepimiz suçluyuz! Bu duruma memleketi biz getirdik. Artık iş işten geçti, bir şey yapılamaz! Bu iş bitti! Bitti! Kabul edin! Ordumuz bile yok artık! Yarısı Silivri ve Hasdal’da olan bir ordu olur mu? Buna ordu denir mi? 1919’da memleketin durumu şu andakinden daha iyiydi. Halk daha aydınlıktı, daha bilinçliydi…” Sağlık sorunumun verdiği duygusallıkla da olmalı, burada gözyaşlarımı tutamıyorum. İçimde iki duygu var. Bir yanım yerlerde… Ümitsiz… Bir yanım hiç bunlara aldırmıyor. Gün doğmadan neler doğar, diyorum… Bahçede tahta masada Yavuz’un ailesi oturuyor. Daha gitmemişler. Önce biz ayrılıyoruz oradan. İşiniz rastgitsin diye sesleniyorlar bize, yolunuz açık olsun diyorlar. Mert hâlâ denize bakıyor özlemle… Gelecek günler için yeniden umutlanıyorum… Mert, Yavuz, Yiğit… Dünya güzeli çocuklarımız… Sizin güzelliğiniz için, sizin gibi güzel insanlarımız için bu iş bitmeyecektir. Siz cezamızı çekmeyeceksiniz… Gelecek günler sizindir… Yiğitlerin, mertlerin ve yavuzların… Yiğit, mert, yavuz insanların… Ben ümitsiz değilim… Feza Tiryaki, 3 Aralık 2011 İLK KURŞUN
Tags

Yorum Gönder

0Yorumlar
Yorum Gönder (0)