Tehlikeli sularda yol alan Türkiye!


IMF’nin baş ekonomisti Raghuram Rajan “Türkiye ekonomisinin tehlikeli sularda yüzdüğünü, dış borçtaki artışın kaygı doğurduğunu, “işler kötüye gidebilir mi’ diye sorgulamak gerektiğini” vurgulamış. Türkiye’deki ekonomistler, iş adamları, siyaset bilimciler gerçekleri bu kadar açık söyleyemiyor, açık konuştuklarında direkt olarak öfkeli tepkiler alıyor, bu nedenle de bin dereden su getirmek zorunda kalıyorlar ama konuşan “yabancı yetkili”, hem de “en yetkili” olunca söyleyiveriyor.

Oysa bilenler, uzmanlar tarafından yapılan uyarılara kızılacağına, zamanında önlem alınması ülke için son derece önemli.. “Ekonomi iyi, bir sorun yok” diyerek gerçeklere sırt çevirmek büyük riski de beraberinde getirir. Mesela dün son haberler arasında Yunanistan’da bir emeklinin “Çöpten ekmek yeme durumuna gelmeden onurumla intihar ediyorum” diyerek canına kıydığı haberi vardı. Bu haberi okurken o emekliye ve Yunanistan’a acıdım, üzüldüm. Sonra aklıma “bizde de çöpten ekmek toplayan insanlar olduğu, özellikle “çocuklarını doyurmak için çöpten yiyecek toplayan bir deri bir kemik kalmış analar’la yapılan röportajlar” geldi.

BEN DAHA MÜSLÜMAN’IM!

Ve tabii arkasından da ülkenin “seçilmiş” ve Meclis’i doldurmuş siyasetçilerinin; sanki bu insanlar hiç yaşamıyormuş, ekmek bulamayacak kadar yoksul insanlar gibi bir sorun hiç yokmuş gibi bu konuya değinmemeleri ama her gün “Ben daha Müslüman’ım, sen daha az Müslüman’sın” polemikleriyle zaman tükettikleri..

Kimin daha iyi Müslüman olduğuna sanki “Allah yerine kendileri” karar verebilirlermiş gibi tribünlere oynayıp “din üzerinden oy” avcılığına çıkarken “komşusu aç olan ve bunu umursamayan tok Müslüman”ın ne kadar Müslüman olduğunu düşünmek hiç gelmiyor. Varsa yoksa her konuyu sonunda “Müslümanlık yarışı”na getirip bağlamaktan ve puan kazanmaya, birbirlerine gol atmaya çalışmaktan daha önemli bir şey yok gibi..

DIŞ POLİTİKA DA AYNI YOLDA..

Ekonomi “tehlikeli sularda” yol ala dursun, dış politikamız da aynı sulara çoktan yelken açmış durumda.. Türkiye’nin “Suriye politikası ve İran’ın nükleer sorunuyla ilgili politikası” giderek daha ciddi bir tehlikeye dönüşüyor. Başbakan Erdoğan’ın İran’da Ahmedinejad’la “sorunsuz havadaki” görüşmesi, sanki gerçekten de “sorunları birlikte çözeceklermiş” duygusu veriyordu ama görünüşe aldanmamak lazım, daha o İran’a ayak bastığı sırada İran televizyonunda ABD’li yazarların ağzından “Türkiye eğer Suriye ile savaşa girerse bunun felaket doğuracağı, ABD’nin ise kendi planları nedeniyle onu bu yöne ittiği” açıklamaları veriliyordu.

Hemen arkasından İran Meclisi Milli Güvenlik ve Dış Politika Komisyonu Başkanvekili Muhammed Kevseri “İstanbul’da yapılan “Suriyenin dostları’ toplantısı” için “Suriye’nin düşmanları” dedi ve Türkiye’yi “emperyalizmin taşeronu” olmakla suçladı. “Başbakan Erdoğan’ın İran ziyaretiyle Tahran’ı Suriye konusunda ikna etmeye çalıştığını ve sert bir yanıt aldığını” söyledi.

“SAVAŞ İLANI’

Suriye’nin BM Daimi Temsilcisi Beşar Caferi de aynı toplantıyı sert bir dille eleştirerek, “Suriye’nin düşmanları” diyerek “Türkiye’nin komşu bir ülkenin egemenliğini ihlal etme amaçlı toplantıya ev sahipliği yaptığını, Suriye’ye karşı düşmanca bir politika izlediğini ve bunun savaş ilanı sayılacağını” söyledi..

Bu tablo, bırakın siyasetçi olmayı, sade vatandaşa ne anlatıyor? Öncelikle “Suriye politikamız nedeniyle her iki ülkede büyük tepki olduğunu”.. Gelelim Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun konuşmasına ve İran’ın nükleer sorunuyla ilgili politikaya.. Davutoğlu “Bu sorunun çözülmesi için iki nokta önemli; 1- Barışçıl nükleer teknoloji önünde bir engel olmaması, 2- Herhangi bir şekilde askeri mahiyet taşıyan nükleer çalışmaların denetim altında olması” diyor. Peki bütün dünya ülkeleri İran’ın nükleer programına karşı çıkarken “acaba barışçıl mı yoksa askeri mi” diye düşünürler mi? İran “Biz barışçıl teknoloji üretiyoruz” dese, “istediği anda askeri olarak da kullanmayacağına” emin olur ve inanırlar mı?

FÜZE KALKANINI KAPATIR MIYIZ?

Davutoğlu’nun bu sözleri “füze kalkanı”nı NATO karar verdiği anda kullanmayı taahhüt ederek Malatya’ya koyup radarı aktif hale getirdikten sonra “Ama bizim şartlarımıza uymazlarsa kapatırız” demek kadar olmayacak bir şeydir (NATO’yla bağları koparmayı da göze alırsak o başka tabii) ve inandırıcı değildir. Ki İran da inanmadığını gösteriyor. Davutoğlu kendisine İran İslami Danışma Meclisi Başkanı Ali Laricani’nin “Türkiye’yi eleştiren açıklamaları” hatırlatılınca, “Bunun Başbakan Erdoğan ve heyetine İran’da gösterilen saygı ve anlayışla bağdaşmadığını” söylemiş.

Demek ki ülkelerin kendi çıkarları ve politikaları tehlikeye girdiğinde “saygı”dan “anlayış”tan söz etmek mümkün değil, oyalayıcı sözlerin de (iç politikada “toplum her şeye inandırılabiliyor” diye alışkanlık oldu ama) etkisi yok, kaldı ki İran Dış Politika Komisyonu Başkanı da tam aksine “İran’da katı bir yanıt aldığımızı” açıklamış. O nedenle, bence Türkiye, ABD etkisi altında oluşturduğu “Suriye ve İran politikaları” nedeniyle gerçekten tehlikeli sulara daldı ve “sıfır sorun” hayali “tepeden tırnağa sorun”a dönüştü, “din” üzerinden siyasetle oy kotarmaya kafa yoracaklarına, Meclis olarak ne yapacaklarını iyi düşünsünler!

(Not: Bazı gazetelerin köşe yazarları “Türkiye’de sanki ABD ve Batı bize Suriye konusunda baskı yapıyormuş gibi bir algı var, yok böyle bir şey” diyorlar, ne algısı, ABD açıkça “Türkiye Suriye için insiyatifi ele alsın” dedi, hiç duymamış olabilirler mi?)

*****

12 Eylül duruşmasında Evren’e gerek yok!

Dün 12 Eylül darbesinin sanıkları Kenan Evren ile Tahsin Şahinkaya “ağırlaştırılmış müebbet hapis” talebiyle yargılandıkları davanın duruşmasına katılmadılar. Ankara’da Adliye’nin önünde “davayı destekleyen” büyük bir kalabalık vardı; TBMM, Başbakanlık, muhalefet partileri başta olmak üzere tam “494 şahıs, dernek, parti ve sivil toplum kuruluşu davaya müdahil” olmuştu ama (diğer siyasi davalarda sanıklar mutlaka çıkarılırken) duruşma sanıklar yokken başlatıldı..

Ama bence zaten yüzlerce kişinin işkenceden öldüğü, 50 kişinin asıldığı, yüz binlerce kişinin yargılandığı, milyonlarca vatandaşın birebir mağdur olduğu, seçilmiş iktidarı indirerek yerine kendilerinin geçtiği ve “dünyanın gözü önünde olan” bir darbenin duruşmasına “o darbenin mimarlarının gelmesi ya da gelmemesi” hiçbir şeyi değiştirmemelidir.

Burada hâlâ “100 yaşındaki Evren’i yargılamak anlamsız” diyenler oluyor ama konunun yaşla başla ilgisi yok. Sivas katliamı nasıl ki zaman aşımına uğrayamazsa, “bir insanlık suçu” ise, bu darbe ve diğerleri de uğrayamaz. Olay belli, suçlar net şekilde ortada, mahkeme kararı da bal gibi “sanıkların gıyabında” verilebilir. Mahkeme kararıyla “yaş büyütülüp idam olabiliyor” da, sanık gelmedi diye mahkeme kararı mı olmayacak?

Her ne kadar son yıllarda yüzlerce insan “darbe hazırlığı iddiaları” üzerine cezaevlerine doldurulmuşsa da burada mesele “100 yaşındaki Evren’i hapsetmek” de değildir, önemli olan; Evren ve (pişman olmadığını söylediği) darbesinin yargı önünde ve tarih önünde mahkum edilmesi”dir. Millet bunu bekliyor!

Ruhat Mengi
Vatan

Yorum Gönder

0Yorumlar
Yorum Gönder (0)