‘Gerekenin söylendiği’ bir yargıya asla güvenmiyorum!


Dün yazamadık; hepimiz Afyonkarahisar’daki ücüzü olayın etkisi altındaydık...

Ama atlamak olmaz... Mutlaka tarihe not düşmek gerekir:

Başbakan Erdoğan önceki gün yaptığı konuşmada Türkiye’nin “demokratik bir hukuk devleti olmadığını” dünyaya ilan etti...

BDP’li milletvekillerinin PKK’li teröristlerle kucaklaşma görüntülerini değerlendirirken, “Yargıya gerekeni söyledik” dedi!

***


Bu ülkede lise bitiren herkes biliyor ki demokrasilerde “erkler ayrılığı” ilkesi vardır.

Yasama yani Meclis, yürütme yani hükümet ve yargı birbirinden ayrı çalışır, birbirine talimat veremez...

Çünkü “eşit” konumdadırlar.

Aralarında ille de birine öncelik tanınacaksa, o da yargıdır...

Çünkü mahkemelerin vereceği karar herkesi bağlar!

Hâl böyleyken Başbakan çıktı ve “Yargıya gerekeni söyledik” dedi...

***


Bu ülkenin adliyelerinde 7 bin 604 hâkim var...

Son verilere göre savcı sayımız 4 bin 443...

Yargıtay’da bin 184, Danıştay’da 485 hâkim ve savcı görev yapıyor.

Ülkemizdeki avukatların sayısı ise 74 bin 492... Yani ortalama her bin vatandaşımızdan biri avukat!

Hukuk fakültelerinin sayısı, KKTC’dekiler dâhil olmak üzere 55’i buldu!

Bunlarda 500’den fazla hukuk profesörü, bine yakın hukuk doçenti, 2 bine yakın yardımcı doçent görev yapıyor!

Yani ülkede kendisine “hukukçuyum” diyenlerin sayısı 90 bin kişiyi geçiyor!

Ve inanır mısınız; bu 90 bin kişiden sadece bir iki kişi Başbakan’ın sözlerine tepki gösterdi...

Sadece bir iki kişi, Başbakan’ın bir “anayasayı ihlal suçu işlediğini” haykırabildi, “İrkildim, korktum, tüylerim diken diken oldu” diye isyan etti...

Ve ne ilginçtir ki bu bir iki kişiden biri, eski AKP Milletvekili Prof. Zafer Üskül’dü!

***


Cumhurbaşkanları, başbakanlar, bakanlar, milletvekilleri demokrasilerde, “Yargıya gerekeni söyleyemez...”

Olsa olsa her sıradan vatandaş gibi savcılıklara suç duyurusunda bulunabilir ya da dava açabilir...

Peki; Başbakan bunları mı yapmış?

Hayır... Ortada kendisinin ya da partisinin açtığı bir dava ya da yaptığı bir suç duyurusu yok...

Ne yaptı öyleyse?

“Yargıdan birilerine” haber gönderip, “gerekeni” söyledi...

“Şu BDP’ye bir bakıverin artık” dedi!

Yani; yürütmenin başı olarak, tamamen bağımsız olması gereken yargıya “emir” verdi.

***


Yargının “köleleştirilmesi”, “iktidarın emir kulu hâline getirilmesi”, “verilen talimatları uygulaması” sadece diktatörlüklerde olur!

Gerçek demokratik hukuk devletlerinde her hâkim, savcı, avukat, öğretim üyesi ve fakülte dekanı bu “itiraf”ta bulunan kişiden hesap soruluncaya kadar mesleğini bırakır!

Hâkimlere, savcılara, avukatlara soruyorum:

Başbakan’ın, “yargıya gerekeni söylediğini” itiraf ettiği bir ülkede, hâlâ o cüppeleri nasıl giyebiliyorsunuz?

Öğretim üyelerine ve hukuk fakültesi dekanlarına soruyorum:

Öğrencilerinizden biri çıkıp da, “Başbakan’ın sözlerine bir hukukçu olarak neden tepki göstermediniz?“ diye sorarsa ne diyeceksiniz?

***


Çağdaş hukuka ve hukuk devletine kanımın son damlasına kadar inanmayı sürdüreceğim.

Ama Başbakan’ın “gerekeni söylediği” bir yargıya asla güvenmiyorum. Bu suçsa...

İşlemeye sonuna kadar devam edeceğim!

*****


İLK Mİ?

Başbakan, PKK’lı teröristlerle kucaklaşan BDP’li vekiller hakkında “gerekeni yargıya söyledik” dedi ya...

Merak ettim:

Bu ilk mi? Yani daha önce diyelim ki Ergenekon, Balyoz ya da diğer davalar hakkında da “yargıya gerekeni söylemiş olabilir mi?”

Madem itiraflar başladı, bu soruyu da yanıtlayıverse de öğrensek!

*****


GÜNÜN SORUSU

Zaten terör sorunu olmayan gelişmiş ülkeler birkaç kişinin öldüğü kazalardan sonra bile ulusal yas ilan ediyorlar ya... Sorum bizi yönetenlere:

Madem her gün 15-20 kişiyi teröre kurban vermeye alıştığınız için artık “ulusal yas” ilan etmeyi aklınıza bile getirmiyorsunuz, o zaman terörün mola verdiği ender günleri “ulusal bayram” ilan etmeyi düşünmez misiniz?

*****


328 sayfayı umursamayıp, bir sayfaya göre karar verdiler!

Oda TV davasının gazeteci sanıkları Soner Yalçın, Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan’ın nihayet tahliye edilmesini bekliyorduk...

Çünkü yedi ay sonra mahkemeye ulaşan 329 sayfalık TÜBİTAK raporu...

Bir: Sanıkların bilgisayarlarında virüs olduğunu...

İki: Bu virüslerin ABD’den gönderildiğini...

Üç: Üç bilgisayarın hedef alındığını...

Dört: Virüsü gönderenlerin amacının “sosyal mühendislik yapmak” olduğunu...

Beş: Tutuksuz sanık Müyesser Yıldız’ın bilgisayarındaki virüslerin bir kez bile açılmadığını söylüyordu.

Yani her şey açıktı...

329 sayfalık raporun sadece son sayfasında “Suç iddiasına konu olan raporun virüsle geldiği iddiası doğrulanamıyor” ifadesi yer alıyordu...

Mahkeme; sanıklar lehindeki 328 sayfayı umursamadı, bilimsel olarak kanıtlanması mümkün olmayan bir sonuçtan söz eden 329’uncu sayfadaki bu ifade nedeniyle sanıkların tutukluluk hâllerinin devamına karar verdi.

Oysa TÜBİTAK raporunda gerçeği görmek için un da, şeker de fıstık da vardı...

Mahkemeye sadece “helva yapmak” kalıyordu ama olmadı...

Şimdi mahkeme heyetine soruyorum:

Madem ABD’den birileri o üç bilgisayara bu virüsleri göndermiş ancak siz bu virüslerin o raporu getirdiğine bir türlü ikna olmuyorsunuz...

O zaman söyler misiniz?

O virüsleri gönderenlerin amacı ne olabilir?

Yorum Gönder

0Yorumlar
Yorum Gönder (0)