Deprem ve Zemin…


Türkiye topraklarında yakın tarihin en büyük doğal felaketi olan 17 Ağustos 1999 Gölcük depreminin üzerinden 17 yıl geçti. Tam olarak ne kadar insan kaybı yaşadığımızı da, ekonomik kayıplarımızı da aradan geçen 17 yıla rağmen öğrenemedik.

Depremden hemen sonra TV programlarında uzmanlar aylar boyunca depremi anlattı. Herkes kendi uzmanlık alanına göre konuyu ele aldı. Yer bilimciler, inşaat mühendisleri, arama ve kurtarma uzmanları, psikologlar, sosyologlar, ekonomistler ve siyasiler…

Uzmanların uzmanlık alanları ile ilgili söylediklerinin pek çoğu doğru olmakla beraber hiç biri tek başına doru değildi. Doğru olan söylenenlerin toplamı idi. Ancak aradan geçen bunca yıla rağmen söylenenleri dikkate alıp önlem alan da çıkmadı. 17 yıl havanda su dövdük.

Önlem alma sorumluluğunu taşıyanlar ise deprem gerçeği ile ilgili olarak farklı ve eksik değerlendirmeler yaparak konuyu saptırdılar.

En kolay çözüm depremin yıkımını hırsız müteahhitlere yıkmaktı. Ancak hiç yıkılmadığı halde, olduğu gibi yan yatan binalar vardı. Depremin yatay bir kuvvet olduğunu daha önce keşfetmemiştik. Hiç yıkılmadığı halde 2 kat yerin altına gömülmüş binalar vardı. Sıvılaşma kavramını yeni keşfedecektik.

Yapıların teknik koşullarını belirleyen deprem yönetmeliklerindeki katsayıları artırdık. Ancak 60-70 yıllık binalar ayakta kaldığı halde 5-10 yıllık binalar yıkılmıştı. Ruhsatsız gecekondular ayakta kalırken ruhsatlı binalar yerle bir olmuştu.

Fay hattına yakın olan yerlerde tehlikenin çok daha büyük olduğu söylendiği halde ayakta kalan binalar varken depremin merkezine yüzlerce kilometre uzakta olan Eskişehir’de bina yıkılmış, insanlar ölmüştü.

Her türlü koşulu uygun olduğu halde zemin katındaki işyerini genişletmek için kolon kesilince bina çökmüştü. Deniz doldurulmuş, kazanılan alana dikilen bina olduğu gibi denize kayıp gitmişti.

Yine her şey düzgün olduğu halde evin içindeki dolap vb eşyaları sabitlemediği için eşyaların altında kalarak ölenler olmuştu.

Bir genel doğru olarak binaların sert zeminlerde yapılması gerektiği söyleniyordu, ancak alüvyon ovalarında doğru yapılmış binalara bir şey olmazken kayalık zeminlerdeki binalar çökmüştü.

Yönetme noktasındaki siyasetçiler en çok bu zemin konusunu sevdiler. Zira coğrafyamızın koşulları belli idi. Türkiye’nin yerini değiştirmek olası değildi. Türkiye’nin zemini bu ise deprem ve depremlerdeki ölümler “kader” idi. Bu nedenle depreme karşı neredeyse tek önlem olarak ceset torbaları hazırlandı. Bu arada AKP’li İstanbul Büyükşehir Belediyesi Marmara denizi içinden geçen fay hattını bir meclis kararı ile 10 km Güneye kaydırdı (!)

Günümüz teknolojisinin ulaştığı seviye artık her türlü zeminde ve koşulda yapı yapmaya olanak veriyor. Elbette ekonomik olmak bir başka koşul. Yapıların daha az maliyetle yapılabileceği alanları seçmek yine bilimin çözümleri arasında. Günümüzde, bataklık alanlarda da yapılar yapılabiliyor. Okyanuslarda sürekli dev dalgaların etkisi altındaki alanlarda petrol arama platformları kurulabiliyor.

Deprem ve zemin konusu ülkeler ve devletlerin sağlam bir zemin üstünde kurulmadığı zaman başlarına geleceklerle son derece benzeşmektedir. Ülkeler ve devletler de bu şekilde inşa edilir. Pek çok ulus devletini kurarken en iyisini yapma isteği ile yola çıkabilir. Ancak o ülkenin zeminini oluşturan yeraltı ve yerüstü zenginlikleri, insan kaynağı, toplumun kültür ve eğitim seviyesi, çağdışı inanışlarla ilgisi, o devletin ömrünü de belirler. Ülke kaynakları konusunda gerçekçi olmayanlar, hayalci ya da kötümser olanlar, var olan yapının temel direkleri ile oynayıp toplumun temellerinin çökmesine yol açanlar sonuçta oluşacak toplumsal depremin yıkımından şikâyetçi olamazlar.

Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Mustafa kemal Atatürk, bir enkazın üzerinde yepyeni bir ülke inşa ederken son derece gerçekçi idi. Maddi ve toplumsal zemini en gerçekçi şekilde etüd ettikten sonra bu ülke için en uygun yönetimi inşa etti. Çağdaş uygarlık seviyesinin ötesine geçmeyi hedeflerken var olan kısıtlı koşulları da her zaman dikkate aldı. Bu nedenle yıkıntılar arasından bütün dünyanın örnek aldığı bir ülke yarattı.

Gerçekçi davranmayanlar ise ya binanın temel direklerini, taşıyıcı kolonlarını yıktılar, ya bozuk zemini esas alıp o zemine uygun olmayan yapılar inşa ettiler, ya da ülkeyi ekonomik olarak yıkıma uğratacak maceracı yapılar yapmaya kalkıştılar.

Şüphesiz en tehlikelisi var olan binanın taşıyıcı kolonlarını yıkmaya kalkışmak idi. Nitekim işbaşındaki iktidar cemaatlerle el ele vererek 14 yıldır bu kolonları kemirip yok ettiler. Sonuçta 15 Temmuz günü bütün ülke çöken binanın altında kalmaktan tesadüflerle kurtuldu.

17 Ağustos 1999 Gölcük depreminden gerekli dersleri çıkarmadık. Dileriz 15 Temmuz 2016 siyasal depreminden gerekli dersleri çıkartırız.



Lütfü Kırayoğlu

Yorum Gönder

0Yorumlar
Yorum Gönder (0)