Esas Olay Karşındakine Fikrini Kabul Ettirmek


Fayda’nın kurucusu Ateş İlyas Başsoy ve Twitter’dan keşfettiği genç reklam yazarı Emrah Çetin hem hayat hem reklamcılık üzerine derin bir sohbet gerçekleştirdiler.


Kuşak Farkı röpörtajı bu ay Fayda’nın Cihangir’deki yeni ofisinin muhteşem manzarası eşliğinde gerçekleşti. Kurucusu Ateş İlyas Başsoy’un “anason kokulu bir ajans” olmasını istediği, “Bu manzara bana reklamcılığın en güzel günlerini hatırlatıyor” dediği Fayda’da genç reklam yazarı Emrah Çetin sordu, reklamcılığı kadar yazılarıyla da tanınan Fayda kurucusu Ateş İlyas Başsoy yanıtladı.

Sohbetin başında Emrah Çetin’in ajansa geliş hikayesini de anlattı Başsoy: “Twitter’da ‘Eski Solcu’ diye bir adam vardı. O kadar ironik şeyler yazıyordu ki, merak ettim kim olduğunu. Görmüş geçirmiş, 50 yaşında biri sandım ama 28-29 yaşında biri çıkınca etkilendim. O gözlem gücünün bu yaşta olması, 50 yaşında birinin gözüyle bakabilmesi etkiledi beni ve gel beraber çalışalım dedim.”

Biri “Eski Solcu” lakabıyla Twitter’da görmüş geçirmiş hissi yaratan genç reklamcı Emrah Çetin, diğeri hem yazılarıyla hem reklamlarıyla tanınan, sözünü hiç sakınmayan Ateş İlyas Başsoy…Kuşak Farkı’nda bu kez hem reklamdan hem hayattan derin tartışmalar var.

Emrah Çetin: Senin “Reklamcılık Nedir” kitabında bazı aşamalar var, yol haritası tadında. Ondan biraz bahsedersen, benim gibi genç reklam yazarları da istifade eder.

Ateş İlyas Başsoy: Hayatta bana sormayacağı bir şey soruyor, röpörtajdayız diye! Temelde 5 tane aşama var: Başvurma-kabul edilme, junior olma, ortada durma, senyör veya kreatif direktor olma, basin göğe erdiği ve ajansa ortak olunan aşama… O kitabı okuyan adam zaten reklamcı olmaktan vazgeçer, yolun sonunda bir şey olmadığını görür. O bir ironi, kara mizah kitabı.

Emrah Çetin: Sen hangi aşamadayken o kitabı yazmaya karar verdin?

Ateş İlyas Başsoy: 97’de, reklam yazarıyken yazdım aslında ama bir on yıl kadar sonra basıldı. Şimdi ajansta, panellerde, üniversitelerde filan birçok genç görüyorum. Oldukça heyecanlılar reklamcılık konusunda. Ama bir yaş var, o heyecan o yaşta hemen sönüyor. Hatta Mad Men dizisinin bir bölümünde şöyle bir sahne vardı: Barda outran iki genç kıza bakıyorlar ve “Bunlar 30 yaşına geldiklerinde bütün ışıkları sönüyor” diyorlar. Bu aslında sadece kızlar için değil erkekler için de geçerli. 30 yaşına kadar ışıklı oluyor insanlar ve bazı şeylerden ötürü o ışığı kaybediyorlar. Sonra belki tekrar kazanılıyordur, bilmiyorum.

Emrah Çetin: 88’de girdin değil mi reklam sektörüne? Zaten söyleşinin üst başlığı Kuşak Farkı. 80’ler reklamcıların edebiyatçılardan devşirildiği zamanlarken, şimdi profesyonelleştiğini görüyoruz. Sen bu işin eğitimine nasıl bakıyorsun?

Ateş İlyas Başsoy: Aslında o kadar değiştiğini düşünmüyorum, şimdi de edebiyatla ilgilenen çok insan var… Eğer reklamcılıktan kasıt reklam yazarlığıysa, okulların çok önemli olduğunu düşünmüyorum. Felsefe, sosyoloji gibi bölümleri okuyanların bu anlamda daha avantajlı olduğunu düşünüyorum. Üniversite okumanın kendi yararı var tabi ama reklamcılık okuyan insanların çoğunda garip bir kirlenme, şablonlaşma görüyorum. Herhangibir ajansta bir hafta çalışınca o bilgileri bir kenara atıyorlar zaten… Bunun dışında, ben mesleğe başladığımda, masasında Karl Marx’ın büstü olan adamlar vardı. Yüzde 20’ye varan komisyonlar alınıyordu filan ama temelde fazla değişiklikler olduğunu düşünmüyorum. Şimdi yeni yeni mecralar var ama mecra ne kadar farklı olursa olsun önemli olan onun içeriği. O yüzden “80’ler şöyleydi, 2000’ler böyle” gibi şeyleri anlayamıyorum ben.

Emrah Çetin: Temelinde, karakteristik olarak aynı şeyler var yani?

Ateş İlyas Başsoy: Her şey tamamıyla aynı. Önceki röportajlardan birinde Serdar Erener dünyanın en ünlü reklamcılarından alıntılar yapmış, ben de Dündar Kılıç’ta alıntı yapayım: “Şimdi yeni mafyalar türedi, sokakta yanlarında 40 kişiyle yürüyorlar. Oysa ben sağı tutarım, sol tarafa da güvenmediğim biri olursa gerisi mesele değil.” Fayda’yı kurduğumuzda şu benzetmeyi yapmıştım: Rock gruplarında üç temel enstrüman vardır; gitar, bas gitar, davul. Reklamcılıkta da böyle bence.

Emrah Çetin: Öne çıkmak, kariyer basamaklarını daha hızlı tırmanmak isteyen genç reklam yazarlarının önünde bir ödül gerçeği var. Televizyon dizileri üzerinden sorayım bu soruyu. Arka Sokaklar, Akasya Durağı gibi geniş kitlelerce izlenen diziler var, bir de Behzat Ç., Leyla ile Mecnun, Yalan Dünya gibi daha az izlenen ama bana gore ödüllük diziler var. İyi reklam yazarı, kendisinden istenilenlere gore, yeri geldiğinde Behzat Ç., yeri geldiğinde Arka Sokaklar yazabilen kişi midir?
Ateş İlyas Başsoy: Burada birkaç soru var aslında. O yüzden birkaç parçaya bölerek cevaplayayım. Benim için iyi yazar, örneğin Emrah Akay, mükemmel bulduğum bir yazardır. Ayrı ayrı ekiplerde de olsa beraber çalıştığım biri kendisi. Mesela, herhangibir işi yarım bırakmam gerektiğinde, o kampanyayı veya o yazıyı aynen devam ettirirdi. Benim o işi anlatmama gerek bile kalmazdı, bakardı ve aynen benim o işteki üslubumla devam ederdi. Şimdi de Fayda’da Ümit Alan öyle… Bence temel konu , olayın ne olduğunu bir an önce kavrayıp yapılması gerekeni yapmak. Buna zeka tanımı olarak da ‘etkenler arasında ilişki kurma zekası’ deniyor. Diyelim ki kadın pedi reklamı geldi, hepimiz erkeğiz. Nasıl olacak?

Orada kadınlardan dinlediğimiz, duyduğumuz, bildiğimiz hikayeleri, müşterinin öncelikleri gibi birçok şeyi aynı potada eritip çözüm üretebilme yeteneğidir reklamcılık. O yüzden, tam olarak nasıl bir dizi olduğunu bilmiyorum ama Akasya Durağı gibi yapmak gerekiyorsa öyle yapan, Behzat Ç, gibi yapmak gerekiyorsa böyle yapan kişi artık olmuş kişidir. Olayla ilgili elli tane soru soran, konuya giremeyen insan da yeterli değildir.

Emrah Çetin: Art direktörlerle ilgili de bir soru sorayım. Art director mutluluğun resmini yapabilir mi?

Ateş İlyas Başsoy: Bu kadar kötü bir soru olamaz! Bir hafta uğraştın, bu soruyu mu buldun? Bu soruya cevap bile vermiyorum.

Emrah Çetin: Seni sık sık televizyonda görüyorum. Konuyla hiç ilgili olmayan televizyon insanlarına algı yönetimini anlatmaya çalışan bir Ateş İlyas Başsoy var. Zor olmuyor mu televizyon insanlarına bundan bahsetmek?

Ateş İlyas Başsoy: Televizyon böyle çöp öğütücü gibi bir şey. Sen algıda seçicilikle beni görüyorsun orada. En basit anlatım şöyle: Çok güzel bir kravat vardır ama eğer o kravat benim genel görünümüme, kıyafetime hizmet etmiyorsa beş para etmez. Reklamcılık da git gide böyle bir duruma geldi. Az önce sorduğun, ve soru biraz komplike olduğu için kaçırdığımız bir soru vardı: Ödüller kötüdür diyen ve ödüllere çok değer veren iki taraf var, ben iki tarafta da değilim. Moda dünyasındaki çok garip kıyafetler var ya, asla giyemeyeceğin ama tasarımcının yaratıcılığını gösteren kıyafetler. Ödüller de bunun gibi işte. Gençlerin kendilerini göstermeleri için yararlı ve motive edici organizasyonlar. Ama Türkiye’de artık ödüller bir çete işi durumuna döndü. Dört beş ajans var ve ajanslar kendi aralarında ödül alıp veriyorlar. Bu çeteye kahkahalarla gülmek ve onları küçümsemek, ödülleri küçümsemek anlamına gelmiyor.

Ödül kavram olarak önemli bir şey ama reklamın değerlendirilmesinde çok fazla parameter var. Mesela “Benim yaptığım reklamlar tüketiciyi çok mutlu ediyor” diye hava atan bir reklamcı var karşımda. Ona şunu sorarım: Acaba tüketici senin yaratıcı fikrini mi hatırlıyor yoksa o markanın milyonlarca lira parasını mı hatırlıyor? Çok tanınan bir ünlüyü oynat, reklamın süresi uzun olsun,reklam 2.000 GRP ile çıksın, yer gök bununla dolsun. Sonra sen de ki, benim reklamım çok hatırlanıyor, halk beğeniyor zaten; ödüllere inanmıyorum filan.

Reklam endüstrisi ticari olarak eşitsiz bir duruma geldi. Üç tane GSM operatörü var, Türk Telekom var, birkaç tane de büyük banka var; bütün iş burda dönüyor. Üç tane komik ünlü var, üç operator bunları paylaşıyor ve birtakım skeçler yapıyorlar filan… Bu arada senin sorunu unuttuk. Neydi soru?

Emrah Çetin: Algı yönetimini sormuştum.

Ateş İlyas Başsoy: Orada akıllıca davranan ajanslar ve reklamverenlerin bir araya geldiği işlerin hep başarılı olduğuna inanıyorum. Sakin ajans ve sakin reklamveren, bu çok önemli. Bazı markalar sakin değil; başındaki CEO yarın kovulma endişesi yaşıyor, reklam müdürü değişiyor filan. Bir sakinlik olmayınca da işte o ‘kravatlar’ devreye giriyor. Hiçbir geri plana hizmet etmeyen, kısa veya uzun vadede markaya faydası olmayan reklamlar yapılıyor. Sakinlik olunca başarı geliyor ve algı yönetimi de doğru yapılabiliyor.

İsim de vereyim, Garanti Bannkası reklamları oldum olası çok iyidir çünkü ajans ve marka arasında güvene dayalı bir ilişki var. Turkcell reklamları, diğer operatörlerle karşılaştırılınca, çok iyi ve bir algı yönetimi şaheseri.

Emrah Çetin: Algı yönetiminde marka yaşı diye bir kavram duymuştum senden. Ondan bahsedebilir misin biraz?

Ateş İlyas Başsoy: O, birkaç yıldır yurtdışında çok konuluşulan bir kavram. Aynı yaş grubundaki insanların daha iyi anlaştığı varsayımından hareket ediyor. Marka, satış yaptığı hedef kitlenin ve ülkenin yaşına uygun davranmalı. Ülkelerin, kitlelerin de bir yaşı var ve o teoriye gore Türkiye’nin yaşı 28. Bu yaşı ve buna uygun tonu tutturan markalar, ister çocuklara reklamı yapsın ister yaşlılara diş protezi reklamı yapsın, başarılı oluyor. Mesela Finansbank çok hoş eğlenceli reklamlar yapıyor ama o yaşı tutturamıyor. 19 yaşında gibi davranıyor. 19 yaşındaki birini beğenirsin ama paranı emanet etmezsin. Bu yüzden o markalar duvara tosluyor.

Emrah Çetin: Twitter’la ilgili bir soru sorayım. Birikim dergisinde “Haberleşim çağında galeyan” diye bir yazın çıkmıştı, Twitter’la ilgili. Haberleşim kavramını ilk sen kullandın, nedir o?

Ateş İlyas Başsoy: Yetmişlerde Aydın Köksal ‘bilişim’ kavramını kullandı. Sonra bilişim fuarları filan çıktı. Zamanla internetin gelişiyle sanki bütün bu işler bilişim dünyasıymış gibi bir yanılsama oluştu. İngilizcede böyle bir af yok. Türkiye’de sanki bir bilgi iletişimi yapıyormuşuz gibi düşünülüyor. Oysa şu an yaptığımız bir haber iletişimi. Çünkü “Ben Cihangir’de falanca kafedeyim”, “Filancanın doğum günündeyim” gibi bildirimler, ne kadar haber değeri var bilemem ama birer haber. Bilgiyle haber arasında şöyle bir fark var: Bilgi tanım itibarıyla, olmuş onaylanmış, süzgeçten geçmiş ve kavramsal olarak ifade edilmiş şeylerdir. Haber ise pat diye o anda yazdığımız şeylerdir. Lenin’in –gündelik konuşmaları çok agresif tabii- onlardan sıyrılırsan, entelektüelizm ile ilgili acayip fikirleri var. Bunlar şu an Twitter için kullanılabilir. Twitter entelektüalizmi yaydı ve ucuzlattı. Entelektüelizm; İnsana ayak bağıdır, oturduğun yerden laf uydurmak, aşağılama kültürü, taş taş üstüne koymayıp koyan kişileri de örümcek gibi bekleyip onları eleştirmektir. Entelektüellikten ayrı olarak söylüyorum bunu. Twitter da bunu yapıyor işte. Çok küçük bir azınlık kullanıyor bunu. Çocuklara reklam yapıyorsun çocukların yüzde 1’i bile kullanmıyor. Annelere reklam yapıyorsun, annelerin çok az bir kısmı kullanıyor. Sonuçta Twitter hedef kitle örneklem dağılımı değildir. O yüzden bu site bana reklamcılıkla ilgili konularda bir ölçü aracı olarak hiç doğru gelmiyor. Hatta yanıltıcı geliyor. Ama bu konu o kadar yeni ki, dünyada bile bununla ilgili doğru dürüst kitaplar yok. Ben o yazıyı yazdığımda ilk yazılardan biri olmuştu.

Emrah Çetin: Twitter’ı ciddiye alarak yazılan ilk yazılardan biriydi doğru.

Ateş İlyas Başsoy: Twitter, iyi bir şekilde kullanılırsa güzel tabii. Seni Twitter’da buldum mesela. Ben reklamcılığa başladığım zamanlarda Oğuz Aral vardı ve dergide imkan tanıyordu. Orada kendini ifade etme, kendini gösterme şansın vardı. Şu an, bu anlamda Twitter da iyi bir imkan sunuyor. Nasıl değerlendireceğimizi bilmemiz gerekiyor.

Emrah Çetin: Genç reklam yazarları yaratıcı yönetmenlik titrini bir arzu nesnesi gibi görüyor ya, bu çok egosantrik bir durum gibi. Sanki çok havalı bir şey yaratıcı yönetmenlik. Nasıl oluyor o?

Ateş İlyas Başsoy: Bana onlar çok eski zamanlar gibi geliyor ama havalı bir kavram tabii. Hem yaratıcı hem yönetmen filan. Reklam yazarıyken, sanat yönetmeniyken filan istiyorsun ama sonradan da alışıyorsun. Kulağa normal geliyor.

Emrah Çetin: Reklam yazarının sunum yapabilenini istiyorsun. Reklam yazarı neden sunum yapsın?

Ateş İlyas Başsoy: Bizim ajansta reklam yazarları sunum yapıyor, ben yapmıyorum.Sunum yapmak zaten işin en önemli boyutlarından biri. Fikri müşteriye satabilmek gerek. Bazen çok berbat reklamlar görüyorum ve bu fikri müşteriye nasıl sattılar diye düşünüyorum. Yaygın kanının aksine, yaratıcılık sakal gibi bir şeydir. Normal bir ajansın yaratıcı ekibinde olan herhangibiri yaratıcı bir fikir bulabilir.

Geçmişte söylediğim bir şey vardı o zaman daha gençtim, ukalalık vardı: “Türkiye’de reklam sektöründe benden daha iyi reklamcı yok ama bizim mahallede Yeşil Timsahlar Kahvesi’nde en yaratıcı ilk beşe bile giremem.” Öyle acayip yaratıcı laflar söyleyen, espriler yapan adamlar vardı ki, ağzım açık kalıyordu. Reklam sektörü biraz korumalı bir yer aslında. Daha iyi eğitimli, cici çocukların çalıştığı bir yer. Her yaratıcı insanın girebildiği bir sektör değil. Kahvelerde, iş yerlerinde nice yaratıcı insanlar var ve kendileri bunun farkında değiller aslında…

Bu yüzden bence reklamcılıkta esas olay fikrini kabul ettirebilmek. Nasıl kabul ettirebileceğin sana kalmış: Cici çocuk olarak, otoriter olarak, kızarak, gülerek, hoplayarak, zıplayarak… O fikri Kabul ettirebiliyorsan başarılı reklamcısın, ettiremiyorsan da başarısızsın.

Emrah Çetin: Şunu da sorayım abi. Bizim ajansın, Fayda’nın ‘iyi olmak’ diye bir düsturu var. Ajansa giren herkesin eline tutuşturulan kitapçıkta da yazıyor bu. Buradaki iyi olmaktan kasıt ne?

Ateş İlyas Başsoy: Bazı dillerde sevgi tek sözcükle ifade edilir, bazılarında sevgi anlamına gelen çok sayıda sözcük vardır. Mesela Almanca’da ‘başkalarının üzüntüsünden mutlu olmak’ anlamına gelen bir laf var: “Schadenfreude”. Kültürler, ihtiyaç duydukları alanlarda çok sözcük yaratırken bazı alanlarda hiç sözcük yaratmıyor. Türkiye’de ‘iyi’ yeterince sözcükle ifade edilmiyor. İyinin bence birkaç tane tanımı olması gerekiyor.

Ajansta ‘işini iyi yapmayı’ kastediyoruz. İyi bir ekip arkadaşı olmak, verilen görevi eksiksiz bir biçimde yapmak, istanmediği halde yeni bir şeyler önermek… O yüzden ben müşterinin istediği şeyleri yapmakla yetinemiyorum. Üstüne bir şeyler koymak gerekiyor. Yetinseydim zaten yıllardır çalıştığım güzel reklamverenlerim olmazdı.

Emrah Çetin: Sadece verileni yapmak vasatlık mı?

Ateş İlyas Başsoy: Hayır, aslında çok önemli bir şey çünkü reklam ajanslarının birçoğu onu da yapmıyor ki! Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstütüsü’ndeki acayip bir kadro şişmesi var. Mesela atıyorum, iki şirket var; Türkiye’nin en büyük 63’üncü şirketi, diğeri 64’üncü. Birinin reklam bölümünde dört kişi, dört mükemmel kişi çalışıyor; diğerinde yetmiş kişi! Ama o dört kişinin olduğu yönetim daha iyi. Saatleri Ayarlama Enstitüsü gibi; onun asistanı, onun yardımcısı, onun soförü, onun danışmanı filan. Halbuki, gitar-bas gitar-davul üçlüsüdür temel olan. Ama her yiğidin yolu farklı, herkes dükkanını kendi bildiği gibi yönetir tabii.

Emrah Çetin: Ajansta yeni ofisin manzarası çok konuşuluyor. Bu manzarada rakı mı içilir, iş mi yapılır sorusu dolaşıyor ortalıkta.

Ateş İlyas Başsoy: Bence rakı içilir abi. Eski yer cennet gibiydi, ormanın içindeydi ama artık şehrin içinde olmayı çok istiyordum. Bu manzarayı görünce hemen DNA günlerim aklıma geldi. DNA, Türkiye reklam tarihindeki efsane ajanslardan biri. Ben de oranın rahle-i tedrisatından geçmiş olmanın mutluluğunu yaşarım. Tibet Sanlıman kreatif direktördü, Özer Yalçınkaya, biri Alman, biri Amerikan iki adet Oliver vardı. Gündüzleri içer, akşamları Roxy’ye filan giderdik. Aralarda bir şekilde iyi fikirler bulurduk. Burasının da işte öyle olmasını istiyorum, anason kokulu bir ajans olsun. Bu manzara bana reklamcılığımın en güzel günlerini hatırlatıyor.

Emrah Çetin: Abi bir de Vites Teorisi vardı. Ondan da biraz bahsedersen…

Ateş İlyas Başsoy: İkinci vitesle gitmen gereken bir yerde üçe takarsan araba yalpalar, bire takarsan motor boğulur filan. Aynı şekilde, reklamda da vitesler var. Her sektörün, her ajansın vitesi farklı. Vitesi bilmeyen insanlar bazen arkaya çok zarar verebilecek reklamlar yapabiliyor. Örneğin kadınlar, anneler bir markadan, reklamdan hoşlanmayabiliyor. Ben bunu geçmişte bir perakende markasında yaşamıştım. Bize gelmeden önce berbat bir durumdaydı çünkü reklamcı olmayan bir yönetmene bir reklam yaptırmışlar. Herkes o reklamı konuşuyor ama araştırmalarda markanın satışlarının düştüğü görülüyor. Çünkü akıllarda kalan o reklam insanda kötü tortular bırakıyor. İnsanlar, reklamdaki kötü konuların hepsini o marketle ilişkilendiriyor.

Yetişkin insanların alışveriş yaptığı, çocuklarının sağlığını etkileyebilecek bir yerle ilgili reklam yapıyorsan vitesini ona gore ayarlamalısın. Gofret reklamı yapar gibi yapamazsın. Kıyafet tarzı gibi düşün. 35 yaşındaki bir kadının kıyafetini 11 yaşındaki bir çocuğa giydiremezsin. Türkiye’de birçok ajans her nedense bunu ıskalıyor. Olmadık sektörlerde, olmadık hedeflere bir reklam üslubu tuturuyorlar ve o üslubun beğenildiğini, herkesin konuştuğunu söylüyorlar. Ama reklamın konuşulması değil ki mesele, mesele o markaya faydalı olmak!

Bizim yaptığımız iş ne sanatçılık ne edebiyatçılık. Bizim işimiz, markaya, reklamverene fayda kazandırmak. Faydayı ıskalamamak gerek. Bazı ürünlerde konuşulmak önemlidir, bazılarında tartışılması önemlidir, bazı ürünlerin konuşulmadan veya tartışılmadan tortu bırakması önemlidir. Bu ayrımlar işte bana vites gibi geliyor. Vitese dikkat etmezsen motoru parçalıyorsun. Türkiye’de çok parçalanmış motor var. Röportaj içinde andığım ustalar da hatalar yaptı, ben de yaptım. Hatalar yapılıyor çünkü bunun hazır bir formula yok.

Bizim ajansın kapısında “müşteriniz velinimetimizdir” yazar. Müşterimiz değil, müşteriniz. Ben kendi müşterime oynarsam adamın ne satışına ne algısına katkıda bulunmadan garip bir oyun oynamış olurum. Ama yıllarca bunu yaparak idare edip giden ajanslar ve reklamverenler var. Nasıl oluyor, anlamadım. Reklamveren adına faydayı öne çıkarmak gerek.

Emrah Çetin: Ajansın Tarabya’daki ofise gittiğimde “Bize Faydası Dokunanlar” listesi çok ilgimi çekmişti. O nasıl olmuştu?

Ateş İlyas Başsoy: Ajansı kurduğumuzda bana, diğer arkadaşlara faydası dokunanları düşünmüştük. Ahu Tuğba da vardı, Nirvana da. Yaklaşık 5 bin kişi vardı. O listeyi yenilemek lazım aslında. Ajansı kuralı 8 yıl oldu. İlk günden beri bu işi hakkıyla yapan insanlara saygıda kusur etmemeye çalıştık. Gerçekten de onlar bizim ‘buz kıran’larımız. Kolayca harcanmaya çalışılan bazı değerler var. Örneğin herkesin hakkında atıp tutabildiği Hulusi Derici, bence bu sektörün en beyfendi, en kaliteli insanlarındandır. Benim tecrübelerim böyle. Veya Ali Atıf Bir. Bu adamı neredeyse yirmi yıldır tanırım, profesyonel manada hiçbir hatasını görmedim. Öte yandan ortalıkta dolaşan nice cici hanımlar ve beyler var ki, şeytana pabucunu ters giydirirler.

Emrah Çetin: Çok konuşulan reklamlardan bahsettik. Çok konuşulması kötü mü?

Ateş İlyas Başsoy: Benetton yılda on gün billboard reklamı yapardı ve bütün dünya konuşurdu. Benetton’ın tek olayı sadece konuşulması değil. Ikea gibi, Starbucks gibi, bütün diğer markalardan farklı bir iş planı olmasının bu başarıdaki payı pek görülmez. Herkes Toscani’ye methiyeler düzer, ki hak ediyor, ama işin arka tarafında agresif bir iş planı yatar… Konuşturmak tek mesele değil.

Emrah Çetin: Şunu da sorayım abi sana. Sen kendi kariyer çizgini nasıl görüyorsun? Daha gençsin tabii ama ilerisi için bir emeklilik planın var mı? Mesela gidip Küba’da yaşarım filan…

Ateş İlyas Başsoy: Gezmediğim ülke kalmadı ama gittiğim her ülkede bakıyorum, her şey aynı! Büyüsü kaçıyor hemen. Emeklilik gibi bir masal dünyası düşlemiyorum. Şu an hayatımdan gayet mutluyum. Ekmek paramız çıkıyor, klüp gibi bir yerimiz var. Şu dünya devam etsin, müşterilerimize faydamız dokunsun. Ajanstaki arkadaşlardan kimisi sergi açıyor, kimisi kitap çıkarıyor, ben kitap çıkarıyorum filan. Böyle devam etsin.

Emrah Çetin: Ama çoğu insanın Küba’da Hawaii’de yaşama hayalleri var.

Ateş İlyas Başsoy: Zerre kadar öyle düşüncem yok. Küba’da bile sıkıntıdan ölürüm. Umarım on yıl sonra da burada dururum ve senle konuşuyor oluruz…


www.ilyasbassoy.com

Yorum Gönder

0Yorumlar
Yorum Gönder (0)