Referandum öncesi Hakkari’ye gitmeyi düşünüyordum. Örgütün en etkin olduğu yer orası. Referandum sonrası sonuçlar bu isteğimi kamçıladı. Gitme kararımı paylaştığım arkadaşların kimisi hortlak görmüş gibi baktı yüzüme, “Sakın ha!” dedi. Kimisi “Sakın yalnız gitme” dedi. Bir tür “örgütten vize al” anlamında. “Çok iyi edersin” diyen bir kişi çıkmıştı ki, çanak çömlek patladı! Gitmekte geç mi kaldım? Henüz değil. Üstelik meslektaşlarım Apo’yla röportaj yapıyor, ben bir gidip sahaya bakmışım, ne çıkar?
Bunu sormaktan ve yazmaktan vazgeçmeyeceğim: Abdullah Öcalan, yurtiçi ve yurtdışındaki bütün davaları bitmiş bir hükümlü olarak nasıl oluyor da avukatlarıyla sürekli ve düzenli görüşüyor? Hükümlüler sadece birinci derecedeki yakınlarıyla görüşebilirler. Yeni bir davası olmamasına rağmen Öcalan’a ayrıcalık yapılıyor. Üstelik, avukatlarının görevi avukatlık değil, kuryelik ve örgüt yöneticiliği. Öcalan, avukatları aracılığıyla mesajlarını yolluyor, örgütünü yönetiyor! Hatta bültenler çıkarılıyor, internet siteleri kuruluyor, ‘başkan’ın demeçleri ve talimatları medyayla paylaşılıyor. Devlet buna niye izin veriyor? Cezaevindeki mahkumla bir sorunu çözmek için görüşürsün, anladık da, bu pazarlığın içinde örgütünü yönetmesine izin vermek de neden? Gerekçesi de şu olabilir: Bu daha akıllı, ötekilerde mantık da yok.
Mayını nasıl da buldular?
Hakkari yollarında mayın patladığı andan itibaren her türlü fikir yürütme ve analiz başladı. İlk saptamayı yaparken “Şimdi bunu hemen askerin üzerine atarlar, yarın Taraf’ta okuruz” dedim. Bir saat geçmedi, ‘köylüler’ elleriyle koymuş gibi ikinci, üçüncü mayın çantasını buluverdi! Üstelik de o mayın çantasını piknik çantası gibi kurcalayarak! İnsan bir düşünür değil mi ya patlarsa diye? Biliyor çünkü patlamayacağını. Örgüt hâlâ üstlenmedi eylemi. ‘Kontrol edilemeyen unsurlar’ olması muhtemel. Çünkü bu kez BDP’nin de işine gelmedi. Giderek yönetilebilir olmaktan çıkan ‘Kürt sorunu’ şiddetten nemalanan unsurların hakimiyeti sürerken çözülebilir mi? Şiddetle çözülebilir mi? Her iki sorunun yanıtı da ‘hayır’ olduğu için yönetilemiyor diyorum ya. Ve üstelik ‘evet’ diyorlar!
Gelecek nesil kıymetini bilecek!
Elimizden bir şey gelmedi. Uzaktan seyrettik. “Aman canım orası hamam” diyen de oldu, “Memlekette kaplıca mı yok?” diyen de, “Herkes kendi işine baksın!” diyen de. Tıpkı beyaz adamın, yerlilerin tepkisine rağmen Amazon ormanlarını yok etmesi gibi, koca koca makineler geldi, evine ekmek götürmek için üç kuruşu her şeyin üstünde tutan yoksul işçiler geldi. Arkeologların, bilim insanlarının, öğrencilerin, iğneyle kuyu kazar gibi yıllardır gün ışığına çıkarmak adına uğraştığı bir antik kalıntının üzerini kabahat yapmış gibi kapamak için kum püskürttü! Günlerdir orada, çadırda nöbet tutan çevreci gençler “Allianoi, Hasankeyf, Karadeniz, Munzur… geleceğinizdir… Kafanızı kuma, aklınızı suya gömmeyin…” diye çığlıklar attılar. Duyan olmadı!
Karınca misali uğraşıyorlar
“Allianoi’a geldik… Alanda karınca misali işçiler canla başla kumlarla uğraşıyor… Vinçler kurulmuş, kartal gibi gökyüzüne uzanmış… Herkes herkese seslensin…” diye bağırdılar. Kimse duymadı! En son perşembe gecesi son bir çığlık geldi Hamit Gökmen’den: “Sonunda olan oldu ve ALLİANOİ’nin sulara gömülmesi için harekete geçildi. Şu anda 150 işçi tarihi eserleri horasan harcı ile sıvayarak katliam yapıyor. Arkasından kum doldurup suların insafına terkedilecek.” Telefonda neredeyse ağlıyordu! Elimizden gelen tek şeyi yaptık, gazetemize yazdık, sizinle paylaştık. Tarih bu katliamı affetmeyecektir. Tek tesellim var, bir gün gelecek, bu ülkede, bu toprağın hazinelerinin kıymetini bilen insanlar yaşayacak, ülkeyi, tarihin değerini bilen insanlar yönetecek ve o zaman gün yüzüne çıkarılacak antik kentlere değer verilecek, sevgi gösterilecek. Ve onlar “Bu hazineleri bizim için toprağın altına gömüp sakladılar” diyecek belki de!
Yazgülü Aldoğan
Posta