Cumhuriyet, Türkiye’nin Türkiye’den Yönetilmesidir

Türkiye ısrarla bir Cumhuriyet tartışmasına, rejim kargaşasına, devlet- millet çelişkisine ve bölünme ortamına çekilmek istenmektedir. Demokrasiyi çoğaltmak için, Cumhuriyeti azaltmak gerektiğini savunanlar, Cumhuriyet’in kuruluş felsefesine ve kurucu iradesine saldırmakta, rejim muhalifliği ile devlet düşmanlığını birbirine karıştıranlar da, ulusun önündeki en büyük engel olarak devleti göstermektedir. Oysa tarihi gerçekler, bu görüşleri çürütmektedir.

İki Anahtar Sözcük: Savaş ve Devrim


Türkiye Cumhuriyeti’nin niteliklerini, amaçlarını, başarılarını, zaaflarını, tehlike altında bulunan kazanımlarını tartışırken, Türkiye’nin ulusal, bölgesel ve küresel ölçekte, tarihsel bir kırılma noktasında, aynı anda yapılan SAVAŞ ve DEVRİM’le kurulduğunu hiç akıldan çıkarmamak gerekir. Kurtuluş Savaşı’yla başlayan ve Cumhuriyet’le taçlanan kavganın amacı, iç ve dış dinamiklerin baskısıyla tarih sahnesinden çekilen Osmanlı İmparatorluğu’nun kulundan, Cumhuriyet’in yurttaşını yaratmak, çokuluslu, çok dinli, çok dilli, çok etnisiteli bir tebaadan, padişahın ümmetinden, çağdaş bir ulus çıkarmak, Misak-ı Milli sınırları içinde, üniter ve laik bir ulus devlet, halk egemenliğine dayanan, demokratik bir rejim kurmaktır. Ve gelinen noktada Cumhuriyet, tüm eksiklerine karşın amacına ulaşmıştır. İçeriden ve dışarıdan gelen tüm çullanışlara karşı, büyük bir direnç ve özveriyle kendini savunması da, hem temelindeki harcın, hem de kurucu kadrolardaki inancın sağlamlığının kanıtıdır.

Cumhuriyet, devletleşirken uluslaşan, uluslaşırken devletleşen Türk Halkı tarafından kurulmuştur. Atatürk, ulusu şöyle tanımlar: “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir”. Bu söz hem çok derin ve kapsayıcı, hem de matematik formülü kadar açıktır. Halk, yani ulusun maddi unsuru, Cumhuriyeti kuran temel irade ve güçtür. Türk Milleti onun adıdır. Türkiye ise onun yurdu, vatanıdır.

Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nın lideri olarak, ulusun tüm bileşenlerini, hem de Milli Meclis yoluyla davaya ve kavgaya katarken, kurucu önder ve büyük bir devrimci olarak da egemenliğin kökünü, kaynağını, tanımını değiştirmiştir. Egemenliği gökten yere indirmiş, kişiden alıp ulusa vermiş, dini, ilahi olmaktan çıkarıp, laikleştirmiş, dünyevileştirmiştir: “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir”

Halkın tüm katmanlarını, dil, din, ırk, mezhep birliğinin çok ötesine, üstüne, üzerine taşıyarak, ulusun bileşenleri olarak kucaklaması, varsıl- yoksul, köylü- kentli, genç- yaşlı, kadın- erkek, Batılı- Doğulu demeden herkesi aynı mücadele içinde biraraya getirmesi de her anlamda eşit yurttaş, ulus kimlik ve ortak vatan kavramını oluşturmuştur: “Ne mutlu Türküm diyene”

Bu tanım içinde Türk, kendisini Türk olarak hisseden, Türk Ulusu’nun parçası, bireyi olarak gören vatandaştır. Milli Mücadele döneminde oluşan toprak, kültür, yazgı ve ülkü birliği etrafında kenetlenenler Türk Ulusu’nu oluştururlar. Ve burada kastedilen Türk, ırk ya da etnisite anlamında değil, üst kimlik, ortak kimlik, vatandaşlık kimliği, yurttaşlık bağı, ulusal aidiyet bilinci anlamında kullanılır. Türkiye Cumhuriyeti o ulusun devleti, Türkçe de o ulusun tek, ortak ve resmi dilidir. Atatürk’ün sözleriyle, “Türk demek, Türkçe konuşan demektir”. Yurttaşların kader birliği ve birlikte yaşama iradesi, ulus bilincinin gelişmesinde, milli birliğin güçlenmesinde en büyük itici güçtür. Bu nedenle günümüzde “Ne mutlu Türküm diyene” diyemeyenlerin, Türk kimliğini salt bir yurttaşlık bağına ve anayasal tanıma indirgeyip, sıkıştırmaları sadece eksik ve yanlış değil, bunun çok ötesinde tehlikeli bir yaklaşımdır.

Kapsamda, Amaçta, Yöntemde Farklılık

“Ben Cumhuriyeti vicdanımda milli bir sır gibi sakladım” diyen Mustafa Kemal’in bu milli sırrı, Kurtuluş Savaşı’ndan da önce, askeri öğrencilik yıllarında şekillenmeye başlamıştır. Süreç içinde Gazi, özellikle de Milli Mücadele’yle birlikte dehasını, farkını ortaya koymuştur. Atatürk, kapsamda, yöntemde ve amaçta, yol arkadaşlarının büyük bölümünden farklı düşünmektedir. Kapsamda farklıdır. Çünkü daha Kurtuluş Savaşı başlamadan önce, işgale uğrayan bölgeler başta olmak üzere yurdun dört bir yanında kurulan Redd-i İlhak ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri’ni Sıvas Kongresi’nde tek bir çatı altında toplamış, halkı sadece yaşadığı yöreden değil, vatanın tamamından sorumlu tutan bir anlayışı yerleştirmiştir. Aynen cephede yaptığı gibi: “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. Ve o satıh bütün vatandır”. Çünkü “Vatan toprağı kutsaldır, kaderine terkedilemez”.

Atatürk yöntemde farklıdır. Çünkü dönemin en seçkin aydınlarının, en yetkin kadrolarının Amerikan mandasını, İngiliz himayesini önerdikleri, Anadolu’nun sesini gösterilerle, toplantılarla, yabancı gazetelere verilecek ilanlarla dünyaya duyurmayı tartıştıkları bir dönemde, kurtuluşun ve bağımsızlığın yolunu, milletin azim ve iradesinde, kendi geleceğine el koymasında ve yurdunu silahla savunmasında görmüştür: “Ya istiklal, ya ölüm”

Atatürk amaçta farklıdır. Kurtuluştan sonra, kuruluş aşamasında da görüldüğü gibi, Milli Mücadele’nin öncü kadroları arasında yaşanan görüş ayrılıklarında Gazi, genelde yalnız kalmıştır. Çünkü O bu kavgayı, saltanat ve hilafet için yapmamıştır. En başından beri kararı kesindir: “Ulusal egemenliğe dayanan, kayıtsız şartsız bağımsız, yeni bir Türk Devleti kurmak”

Ulusal ve Kutsal Sacayağı

Gazi’nin kurduğu Cumhuriyet bu nedenle şu ulusal ve kutsal sacayağı üzerinde yükselir: Hakimiyet-i Milliye, İstiklal-i Tam ve Misak-ı Milli. Cumhuriyet, hedeflerine ulaşmak için de şu üç misak-ı milli’yi çok önemser: Toprak, maarif ve emek misak-ı millisi. Cumhuriyet, bu üç unsuru da kullanarak, farklılıkları değil ortaklıkları, ayrılıkları değil aynılıkları kurumsallaştırma çabasındadır. Bu bağlamda, ülkemizdeki uluslaşmayı bir ulusal alaşım modeli olarak özgün bir yere oturtmak gerekir.

Uluslararası ticari uyuşmazlıklarda Türk Yargısı’nı devre dışı bırakan Uluslararası Tahkim kabul edilse, devletçilik resmen anayasadan çıkarılsa da, laikliğin hergün altı oyulsa da, Cumhuriyete saldırmak moda olsa da, AB’nin Türkiye’nin bağımsızlığı, bütünlüğü, egemenliği ve onurunu zedeleyen dayatmalarına karşı çıkmak “dinozorluk” sayılsa da, uzun yıllar Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temel nitelikleri, Kemalist Devrim’in programı ve simgesi olan altı okla özetlenmiştir: Cumhuriyetçilik, Laiklik, Ulusçuluk, Halkçılık, Devletçilik, Devrimcilik. Bu ilkelerden ilk üçü Fransız Devrimi’nden, diğer üçü ise Ekim Devrimi’nden esinlenilerek, ülkemiz koşullarına uyarlanan, bu topraklarda harman edilen ilkelerdir. Her bir ilke diğerlerinin tamamlayanı, bütünleyeni, olmazsa olmazıdır. Bu ilkeler, ülkemizdeki atılımların, açılımların, adımların temeli, altyapısıdır.

Cumhuriyet aydınlanma, eşit yurttaş, özgür akıl ve bilimin yol göstericiliğidir: Cumhuriyet rejimi, kendisine muhatap olarak yurttaşı alır, yurttaşa güvenir, yurttaşa sorumluluk yükler. Kula, müride, tebaaya, feodalizm kalıntısı unsurlara, tarikatlara, cemaatlere karşıdır. Altkimliklere saygı duyar, ama üstkimliği sever, ciddiye alır ve önemser. Zira kamusal alan, yurttaşın alanıdır, yalnız ve ancak yurttaşındır. O alanda eşit hak ve özgürlükler, eşit ödev ve sorumluluklar vardır. O alanda yurttaşın dini, dili, ırkı, etnik kökeni, rengi, cinsiyeti, mesleği, geliri, statüsü değil, sadece yurttaşlık kimliği dikkate alınır. Bu kimlik dışındaki kimliklerin, kamusal alana çıkıp, etkili olmak istemelerine karşı çıkan Cumhuriyet, özel alan tercihlerine, özel alanda kalmaları, kamusal alana çıkmamaları şartıyla saygılıdır. Devlet, yurttaşına eşit hizmet ve fırsat sunmakla yükümlüyken, yurttaş açısından devletine ve ulusuna sadakat esastır. Cumhuriyet’in, bir üst yapı kurumu olan eğitime olağanüstü bir önem vermesi, adının önünde “Milli” sıfatı bulunan iki bakanlıktan birinin Milli Eğitim Bakanlığı olması, Atatürk’ün dünyada “başöğretmen” olarak da anılan tek önder olması ve ülkemizde 24 Kasım’ın Öğretmenler Günü olarak kutlanması, hep bu bilim ve aydınlınma arayışının örnekleridir. Atatürk’e göre; “Cumhuriyet fazilettir”
Cumhuriyet insan haklarına saygıdır: Cumhuriyet için insan hakları kavramının merkezinde insan vardır, demokrasilerde insan haklarının siyasal kümeler, etnik gruplar, dinsel cemaatler için değil, bireyler için olduğuna inanır. Herhangi bir özel alan tercihine verilecek özgürlüğün, özgürlük değil; imtiyaz, ayrıcalık, diğer tercihlere karşı potansiyel baskı unsuru, hak ihlali olduğunu savunur. Hiç kimseye hiçbir anlamda ayrıcalık, üstünlük, imtiyaz tanımaz. Bu yüzden Cumhuriyet, gerek egemenlik tanımındaki işlevi, gerek özgürlük ve demokrasiyle olan yakın ilişkisi, gerek bilimsel düşüncenin temeli olması, gerekse de her türlü inancı, baskılara karşı koruması nedeniyle laiklik konusunda son derece kıskançtır.

Cumhuriyet siyasal bilinçtir: Ulusu oluşturan ve birbirlerine her zaman din, dil, ırk, etnik köken bağlamında benzemeyebilen insanların, ulusun eşit yurttaşları olduklarına inanmaları ve duydukları aidiyet nedeniyle övünmeleri, ulusu siyasal bir kavram yapar. Türkiye Cumhuriyeti bunun çok parlak ve seçkin bir örneğidir. Kendine özgü bir süreç izleyen, Batı’daki sanayileşme, burjuvalaşma, uluslaşma kısaca modernleşme sürecini yaşamayan Cumhuriyet, dışarıda emperyalizme, içeride ise onun işbirlikçilerine, feodalizm artığı kalıntılara karşı verilen savaşla kurulduğu için, ondaki ulusal egemenlik bilinci en üst düzeydedir. Bu bilinç, “Kuvayı Milliyeyi amil, irade-i milliyeyi hakim kılan” Atatürk’ün tüm adımlarına ve kurumlarına dayanak oluşturmuştur. Mücadelenin siyasal örgütünün adı Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti‘dir, yurdu savunanlar Kuvayı Milliye’dir, Kemalist önderliğin resmi, yayın organlarının adları İrade-i Milliye ve Hakimiyet-i Milliye’dir, devrimci ve gazi meclisin adı ise Türkiye Büyük Millet Meclisi‘dir.

Cumhuriyet eşitlik, sosyal devlet, bütüncül kalkınma ve planlamadır: Cumhuriyet elbette özgürlükçüdür. Ama özünde devrimci olduğu için, özgürlüklerin toplumdaki eşitsizlikleri kökleştirip, kurumlaştırıp, derinleştirmesine karşıdır. Bu bağlamda eşitlikçi yanı ağır basar. Yurttaşlarının eğitim ve sağlık başta olmak üzere, sosyal devletin kazanımlarından yararlanmalarına çalışır, onlara kol kanat gerer. Halk arasındaki “Devlet babadır” deyişi buradan gelir. Atatürk’ün deyimiyle, “Cumhuriyet bilhassa kimsesizlerin kimsesidir”. Büyük önder, askeri zaferlerin iktisadi zaferlerle tamamlanmasını istemiş, ekonomik bağımsızlık olmadan, siyasal bağımsızlığın olamayacağının altını çizmiştir. O’na göre “İktisatsız istiklal olmaz”. Cumhuriyet, devletin eşitsizlikleri azaltmada, kamucu ve müdahaleci rolü olduğuna inanır. Gelişmeyi sadece ekonomik düzlemde ele almaz, köprü, yol, fabrika ve baraja indirgemez. Bunların eğitim, bilim, kültür ve sanatla beslenmesini, tamamlanmasını ister, yani bütüncül kalkınmayı savunur. Halk Evleri, Halk Odaları, Köy Enstitüleri, Millet Mektepleri, onca yokluk ve yoksulluk içinde yurt dışına eğitime gönderilen ve yurda dönüşlerinde “Cumhuriyete Kanat Geren”, o eli öpülesi, emeği unutulmaz, hakkı ödenmez “Vazife Kuşağı’nı” oluşturan gençler, Harika Çocuk yasası, bizzat Atatürk’ün öncülüğünde ve himayesinde açılan sanat kurumları, devletin tiyatroya, müziğe ve müzelere verdiği destek, ülkemize çağrılan bilimadamları, mimarlar, şehir plancıları, Üniversite Reformu hep bu bütüncül kalkınma hamlesinin yapıtaşlarıdır. Bu adımların yurdun her yanına dağılması için devletin öncü ve planlamacı olması esastır.

Cumhuriyet, Türkiye’yi Türkiye’den yönetmektir: Milli İrade’nin Milli Mücadele’yle ve Milli Demokratik Devrim’le kurduğu Cumhuriyet, ülkemizde demokrasiyi doğurmuştur. Oysa kuramsal olarak, cumhuriyet ve demokrasi birbirlerini ille de zorunlu kılmazlar. Adında krallık olan demokratik ülkeler (İngiltere, İspanya ve Avrupa’daki diğer monarşiler) olduğu gibi, adında cumhuriyet olan ama demokrasiyle ilgisi olmayan ülkeler de (Ortadoğu’daki pekçok ülke) vardır. Türk modelinin özgünlüğü, daha kuruluş aşamasında başlar. Bülent Tanör’ün tanımıyla “halklı ve haklı bir kavganın” eseridir. Bu savaşın dev ve devrimci önderi, “az zamanda çok ve büyük işler başaran” dehasıyla, ekonomi, eğitim ve savunmadaki ulusalcılığıyla, bağımsızlık, egemenlik ve eşitlik konusundaki kıskançlığıyla, Milli İrade konusundaki radikal, uzlaşmaz, köktenci, ödünsüz tavrıyla, düzen değiştirirken, sadece yıkmayıp, yerine daha ilerisini koyan devlet kuruculuğuyla Jakobendir. Atatürk bu yüzden, “İdare-i maslahatçılar esaslı inkılap yapamaz” der.

Cumhuriyetçi, Kemalist, ulusalcı kadroların, neoliberallerden ve 2. Cumhuriyetçilerden farkı da burada ortaya çıkar. Bir Cumhuriyetçi sandık yoluyla ülkenin rejiminin değiştirilebileceğine inanmaz. Ülkenin bölünnesini, merkezi yapının tasfiyesini, eyalet sisteminin gelmesini savunanlar, sandıktan birinci çıksa dahi, ülkesinin bölünmesine izin vermez. Sayısal çoğunluk ile milli irade arasındaki farkı, siyasal meşruiyetin milli iradeyle ilişkisini bilir. Bir neoliberal demokrat için ise sandık herşeydir, ondan çıkan esastır, sonuçlarına uymak şarttır. Sina Akşin’in deyimiyle “Ülkemizde sandık adeta kutsal inektir”. Kısacası Cumhuriyet, Brüksel ya da Washington merkezli bakış açısılarına karşı, Ankara merkezli bakış açısı, Türkiye’nin, Türkler tarafından, Türkiye’den yönetilmesidir.

DR. BARIŞ DOSTER
İLK KURŞUN

Yorum Gönder

0Yorumlar
Yorum Gönder (0)