Ekim ortasında bir misafirimiz vardı. Sibirya’dan yola çıkmış, Nil Deltası’na doğru gidiyormuş. Silivri üstünde hapishanenin bir yanındaki yüksek direklerden tepemizi aydınlatan ışıklar, o çok iyi bildikleri yollarını yarıda bırakmalarına neden olmuş.
Uzun süre denizin üstünde, karanlıkta
yolculuk edince, karada güçlü bir ışık gördüklerinde vücut dengeleri bozuluyormuş, görme sorunu çıkıyormuş.
Pat diye havalandırmaya düştü, donup kaldı. Uçmayı denedi olmadı, tümüyle kanatlarının arasına büzüldü. Önüne yem niyetine bizim bulgur aşımızdan bi parça koyduk, su koyduk, yok. Yanaşmıyor.
Biraz sohbet etmeyi denedim, “Nil Deltası’nı biraz bilirim” dedim, “İskenderiye’den Dimyat’a Nil Deltası’nda yolculuk ettim, nasıl da bereketli yerler” dedim, “yaşanacak yeri de biliyorsunuz” dedim, yok… Mısır diyor, Nil demiyor!..
Havalandırmaya bir dizi ad taktım, biri de çekirgenin sıçrayamadığı yer. 7 metre yüksekliğinde bir kutu gibi olduğundan, oraya düşen kalıyor. Pek çok çekirgenin son durağı oldu!
***
Bıldırcın kardeş de uzun yolculuğunda bizim gibi Silivri Hapishanesi’ne düştü…
Ne yapsak ne etsek, uçursak…
Hava da karardı, yağmur da şiddetli. Hiç değilse mukavva bir kutuya koyup bu geceyi sağlıklı geçirmesini sağlasak…
Derken, havalandırma kapısının kapanma saati geldi. Nöbetçi gardiyan Bünyamin, bizi bıldırcının etrafında bakışır görünce, “Buraya da mı düşmüş” dedi. “Göç mevsimi ya, buradan geçerken güçlü ışıklar yüzünden düşüyorlar, bir haftada 10’u geçti” deyip aldı elimizden. Hemen boynunun altına baktı, “Kravat yok” dedi, demek ki dişi. Erkeklerin boyun altında bir çizgi olurmuş. Bünyamin, Isparta Süleyman Demirel Üniversitesi’nde av ve yaban hayatı okumuş. Seyfe Gölü kıyısında doğduğu için merak sarmış. İyi bildiği belli.
“Otur, biraz bilgi ver, şimdi bunu nasıl uçuracaksın, nasıl beslenecek” dedik, “Yasak” dedi, “hemen kapınızı kapatıp çıkmam gerek. Görevimin sınırları dışına çıkamam.”
Koğuşa girdik. Havalandırma kapısı kapandı. Aklımız bıldırcında…
***
Gece hücreme çıktım. Yatağımın yanına karımın gönderdiği son kitapları koymuştum. Biri, Pablo Neruda’nın “Kuşlar Sanatı”, Neruda’nın 45 kuşla ilgili şiiri. Biri “Kaliforaniya bıldırcını”…
Bizimkine özgürlük dileyip önce onu okudum:
“bir gölde gördüm, bir suret, bir kuş / güzelliğiyle kanıp giden / bir meyve, tüylü bir çiçek / saf armuttan bir kuş, / bir hava koşulu, / kumdan, dumandan bir yumurta: / yaklaşıp seslendim gözleri / parıldadı düşmanca bir şaşmazlıkla / alevden bir mızrak gibi, / giymişti gururunun üstüne / iki tüylü iki sancak gibi: / görür görmez onu / gözden yitirdim / baş başa kaldım alacakaranlıkla / dumanlı, puslu, geceyle, / yalnızlığıyla yolun.”
Neruda’yı kapattım… Prof. Hikmet Birand’ın kitaplarından birinde mi okumuştum ne; Türkiye, dünyadaki kuşların en önemli üç göç yolundan birinin üzerinde. Üstelik iki koldan, biri İstanbul Boğazı, öteki Çoruh Vadisi…
Derken aklıma, yıllar yıllar önce, TRT’de Gezelim Görelim programındaki o unutamadığım sahne geldi…
Karadenizliler göç mevsiminde kıyıya ışık koyup önüne ağ geriyor. Uzun yoldan gelen bıldırcınlar ilk gördükleri ışığa yöneliyor, ağa çarpıp düşüyor… Bakanlık bu avı yasaklamış ama, kimi Karadenizliler yapıyor…
Programın sunucusu Yılmaz soruyor:
- Beyefendi ağ gerip binlerce bıldırcın avlıyorsunuz…
“Evet, avlıyoruz…”
- Ama bıldırcın avlamak yasak değil mi?
“Yasak…”
- Eee?
“Hanımefendi, bıldırcınlar yasağa rağmen geliyorlar!”
Mustafa Balbay