Cumhuriyet Gazetesinde Özal’ın Zehirlenme Dedikoduları

Cumhuriyet gazetesinde 23 Ekim 2010′da Leyla Tavşanoğlu’nun 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın oğlu Ahmet Özal ile yaptığı röportaj oldukça dikkat çekiciydı. Özal’ın ölümünün ardından yirmi yıla yakın süre geçmiş olmasına rağmen birdenbire özellikle de yandaş medyaya servis edilen “Ergenekon çetesince zehirlenerek öldürüldüğü” iddialarına Cumhuriyet gazetesi de eklemleniyordu böylece..

Mahdum Özal’ın bu zehirlenme dedikodularına balıklama atladığı süreçte Demokrat Parti (DP) genel başkan adayı olması da oldukça ilginç bir rastlantı. Ahmet Özal, Leyla Tavşanoğlu’na verdiği röportajda “1998’de ben bir televizyon programına çıkmıştım. Türk halkının yüzde 96’sının babamın eceliyle öldüğüne inanmadığı yolunda bir anket sonucu çıkmıştı. Ben, “Türk halkının böyle bir inancı varsa o zaman TBMM bir komisyon kursun ve iddiaları araştırsın. Kamuoyu vicdanı rahatlatılsın” dedim. O programdan gece bir buçukta çıktım. Cep telefonum çaldı. Hacettepe Hastanesi laboratuvar şefi bir doçentti. “Babanız geldiğinde kanını aldık. Kanı bizde. Yazılı olarak talep ederseniz alabilirsiniz>” dedi. Ertesi sabah anneme yazıyı yazdırıp imzalattım. Tam o sırada telefon çaldı. Meğer bir gece önce kan yanlışlıkla dökülmüş. Bizim şüphelerimiz o olaydan sonra başladı.” diyor. Ne ilginçtir ki Leyla Hanım, Ahmet Özal’a Hacettepe Hastanesinde çalıştığı iddia edilen bu “sır laboratuvar şefi doçentin” kim olduğunu sormayı unutuyor. Ya da bu doktorun kim olduğunu önemsemediği için sorma gereği duymuyor.

Ahmet Özal, bu hayret verici ifşaatının ardından daha hayret verici başka bir ifşaatta bulunuyor Tavşanoğlu’na “Geçenlerde bir gazetede vardı. Babamın kanını alan bir hemşire kanın renginden şüphelendiği için bir tüp de kendine saklamış. Dört-beş gün sonra da hemşire ortadan kayboluyor” İddia tüyler ürpertici, merhum Turgut Özal’ın kanını alan hemşire kanın renginden şüphelenmiş (ne renkti acaba, kobalt mavisi mi, safran sarısı mı? her neyse..) bir tüp kanı da kendine saklamış. Allah Allah! Özal’ın kanını, saç tellerini, diğer dokularını saklayan saklayana. Dört beş gün sonra bu hemşire ortadan kayboluvermiş Muhtemelen faaili meçhul karanlık güçlerin marifetiyle (aslında hiç de meçhul değil, Ergenekon çetesinin sureti çıkıyor işte) bu hemşire hanımefendi de yok edilmiş. Bir Frankeştayn filmi izler gibi izliyoruz Ahmet Özal’ın kan dondurucu cinsten ifşaatlarını. Her nasılsa Leyla Hanım’ın aklına “Kim bu hemşire, ne zaman ortadan kaybedilmiş? demek gelmiyor. Ya da tıpkı Özal’ın kanını saklayan labratuvar şefi doçenti önemsemediği gibi Ergenekon çetesince ortadan kaybedilen hemşireyi de önemsemediği için bu soruyu da sorma gereği duymuyor.

Ahmet Özal, Leyla Hanıma “Ne zaman ki Türkiye’de Ergenekon davası patlak verdi, bizim şüphelerimiz daha ciddiye alınmaya başlandı. Sonuçta ilk defa 17 yıl sonra savcılar dosyayı açtılar. Yakında yeni şahitlerin ortaya çıkacağı kulağıma geldi.” diyor. Ne güzel işte Özal’ı zehirleyen çete. İşte o çeteye üye oldukları gerekçesiyle yıllardır Silivri’de tutulan Balbay’lar, Tuncay Özkan’lar, Doğu Perinçek’ler, Emcet Olcaytu’lar, Deniz Yıldırım’lar, Ufuk Akkaya’lar, Fatih Hilmioğlu’lar, Mehmet Haberal’lar. Çete üyesi olduğu için seksenli yaşlarının ortasında gece yarıları apar topar içeri alınan ve kısa bir süre sonra ölen İlhan Selçuk’lar, Uçkun Geray’lar, Kemal Alemdaroğlu’lar, Erol Manisalı’lar, Emin Gürses’ler, gencecik teğmenler, yaşlı generaller, rektörler, gazeteciler, yazarlar, aydınlar. Çetenin kasası olduğu iddiasıyla içerde ölümüne kadar bekletilen Kuddusi Okkır’lar.. Hadi hepimizin gözü aydın, Özal’ı zahirleyenler çıkıyor bir bir ortaya, Leyla Hanım’ın aydınlatıcı mahdum Özal röportajında.

Ancak röportajın en can alıcı noktası en son bölümü. Özal’ın Ergenekon çetesince zehirlenerek öldürülmesi ile Uğur Mumcu, Muammer Aksoy, Turan Dursun, Çetin Emeç, Ahmet Taner Kışlalı ve Necip Hablemitoğlu suikastlarıyla irtibatlandırılıvermesi. Ve elbette Eşref Bitlis ve Adnan Kahveci ile de irtibatlandırılıvermesi. Nasılsa tüm yollar Ergenekon’a değil mi?

Röportajın sonunda mahdum Özal, altın vuruşunu yaparak babasının neden zehirlendiğini açık seçik gözler önüne seriyor. “Bakın, babam başbakan olalı bir hafta geçmişti. Bir gün babamın çalışma odasına girmek istedim. Özel kalem müdürü içeride yüksek rütbeli bir subay olduğunu, beklememi söyledi. Görüşme bittiğinde içeri girdiğim zaman, babam masanın başında kendi kendine, “Allah Allah” diye konuşuyordu. Merak edip sordum. Önüme iki kırmızı dosya uzattı. Altın yaldızlı harflerle birisinin üzerinde “Türkiye Cumhuriyeti Devleti Kıbrıs Politikası”, öbürünün de üzerinde “Türkiye Cumhuriyeti Devleti Kürt Politikası” yazılıydı. Yani babamın başbakan oluşunun haftasında bir paşa gelip önüne iki dosya koyuyor. Bunun anlamı şu: Politikamız bu. Bunu öğren. İyice ezberle. Ama rahmetli o politikaları izlemedi. Onların dışına çıktı. İşte altın yaldızlı harflerle Özal’a bir yüksek rütbeli subay tarafından (Ergenekon çetesinin önde gelen bir üyesi olsa gerek) dayatılan “derin T.C. devletinin” Kıbrıs ve Kürt politikası. İşte Özal’ın bu dayatmalara karşı çıkarak Kürt açılımıyla “Federasyonu bile tartışmalıyız” öngörüsü, Kıbrıs’ı tabu olmaktan ve elimizden çıkaran gözü karalığı nedeniyle zehirlenerek öldürülmesnin sırrı da ayan beyan ortaya çıkarılmış oluyor Leyla Hanımın nefes kesen röportajında..

Leyla Hanım bu röportajı Cumhuriyet okurlarının sorgusuz sualsiz okuyup kabulleneceğini düşünüyor olmalı. Ancak neden böyle bir düşünceye kaptırıyor kendisini? Cumhuriyet okurunun kör, dört yanının duvar olduğunu mu sanıyor acaba, ne dersiniz?

Ali Rıza Üçer

İLK KURŞUN
**

Cumhuriyet 23.10.2010
‘Babam çizginin dışına çıktı’

8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın oğlu Ahmet Özal, babasının zehirlenerek öldürüldüğü iddiasıyla ilgili olarak “Yakında yeni şahitler ortaya çıkacak” dedi

LEYLA TAVŞANOĞLU

Sekizinci Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın oğlu Ahmet Özal, babasının zehirlendiği şüphelerinde ısrarlı. Amcası Korkut Özal’ın, bu konuda bildiklerini mezara götüreceği sözlerine tepki gösteriyor; amcasını adaletten bilgi gizlemekle suçluyor. “Ben savcı olsam bildiklerini açıklamayanı içeri atarım” diyor. Ahmet Özal’ın hayatında da bugünlerde yenilikler oluyor. Çünkü DP genel başkanlığına adaylığını koymakta kararlı.

- Babanız Turgut Özal’ın eceliyle ölmediği, zehirlenerek öldürüldüğü iddiaları tam şu sıralarda gündeme geldi. Bulgar heykeltıraş, şimdi Bulgaristan’ın Kültür Bakanı olan Vecdi Raşidov’un heykel sergisinde içtiği limonatadan zehirlendiği iddia edildi. Raşidov ise bizzat bana kesinlikle böyle bir şey olamayacağını söyledi. Sizce bu iddialar neden tam şu sıra yeniden gündeme geldi?

A.Ö. – Bakın, olayın Raşidov’la bir ilgisi yok ki. Ben de annem de bunu defalarca söyledik. Babam 1993’te vefat etti. 1998’de ben bir televizyon programına çıkmıştım. Türk halkının yüzde 96’sının babamın eceliyle öldüğüne inanmadığı yolunda bir anket sonucu çıkmıştı. Ben, “Türk halkının böyle bir inancı varsa o zaman TBMM bir komisyon kursun ve iddiaları araştırsın. Kamuoyu vicdanı rahatlatılsın” dedim.

O programdan gece bir buçukta çıktım. Cep telefonum çaldı. Hacettepe Hastanesi laboratuvar şefi bir doçentti. “Babanız geldiğinde kanını aldık. Kanı bizde. Yazılı olarak talep ederseniz alabilirsiniz” dedi. Ertesi sabah anneme yazıyı yazdırıp imzalattım. Tam o sırada telefon çaldı. Meğer bir gece önce kan yanlışlıkla dökülmüş. Bizim şüphelerimiz o olaydan sonra başladı.

O sıralar ben Kanal 6 yönetimindeydim. Kanaldaki bir muhabir arkadaş gizli bir kamerayla Hacettepe laboratuvarına girdi. Laborant bir hanımla konuştu. Hanım aynen şunları söyledi: “Kanda bir insanda olmaması gereken şeyler bulduk.” Bunun üzerine bizim şüphelerimiz perçinlendi.

- Geçenlerde bir gazetede vardı. Babamın kanını alan bir hemşire kanın renginden şüphelendiği için bir tüp de kendine saklamış. Dört-beş gün sonra da hemşire ortadan kayboluyor.

Peki, ölümden hemen sonra neden otopsi yaptırmadınız?

A.Ö. – Geçenlerde televizyonda bir profesör konuşuyordu. 1993’te tıp teknolojisinin bugünkü kadar ileri olmadığını söylüyor, “Kanında zehirli madde varsa yattığı toprağa bile geçmiş olabir. Önce saçında inceleme yapılır. Orada yeterli bulgu olmazsa toprağa metal yayılıp yayılmadığına bakılır. Bugün bu ortaya çıkarılabilir” diyor. Babam öldüğü sırada neyin ne olduğunun ancak FBI laboratuvarlarında yapılacak tahlillerle ortaya çıkarılabileceği söylenmişti. 1999’da milletvekili olduğumda TBMM’de babamın ölümünün araştırılması ve sonuçlarının halka açıklanması istemiyle bir önerge verdim. 1999’dan sonra da bu konuda pek çok önerge verildi. Ama bütün hükümetler nedense bu konuda herhangi bir adım atmadı.

Ne zaman ki Türkiye’de Ergenekon davası patlak verdi, bizim şüphelerimiz daha ciddiye alınmaya başlandı. Sonuçta ilk defa 17 yıl sonra savcılar dosyayı açtılar. Yakında yeni şahitlerin ortaya çıkacağı kulağıma geldi.

- İyi de, bu konunun çözüleceğine inanıyor musunuz?

A.Ö. – Benim çok umudum var. Bakın, Kennedy suikastı 35 yıl sonra netleşmeye başladı. Bizde işler daha hızlı olur. Onun yarısı kadar sürer diyorum. Eh 17 yılı geçirdiğimize göre bu işin çözülmesi de yakındır. Ben konunun mutlaka TBMM’ye gelmesi ve bir araştırma komisyonu kurulmasında ısrarlıyım.

1993 yılı derin yapılanmanın en büyük darbesidir. Bakın, Uğur Mumcu, Muammer Aksoy, Turan Dursun, birkaç yıl önce Çetin Emeç, daha ileriki yıllarda Necip Hablemitoğlu, Ahmet Taner Kışlalı suikastlara kurban gittiler. Bütün bunları gördükten sonra bunların araştırılması gerektiğini söylüyorum.

Bildiklerini anlatsın

- Amcanız Korkut Özal, “Ağabeyim öldürüldü. Bunu biliyorum. Ama bildiklerim benimle birlikte mezara gider” dedi. O bilgilerin mezara gömülmesi fikrine katılıyor musunuz?

A.Ö. – Bana göre çok yanlış. Geçen gün Mehmet Keçeciler de konuşmuş. “Ben de biliyorum. Bana söylemişti. Ama benimle mezara gider” demiş. Böyle bilgilerin mezara gitmemesi gerekir. Sana söylediyse ve bilgin varsa hukuken savcıya bütün bildiklerini anlatmak zorundasın.

Savcıdan bilgi saklamak ya da bildiklerini anlatmamak bana göre suçtur; adaleti engellemektir. Merak ediyorum, savcının karşısında da bildiklerini mezara götürmekte ısrar ederler mi? Ben savcı olsam bildiklerini söylemeyeni içeri atarım.

- Bir de Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis’in suikastta öldürüldüğü yeniden gündemde…

A.Ö. – Adnan Kahveci, Eşref Bitlis hep yakın aralarla öldüler. Uğur Mumcu’dan başladı. Kahveci, Bitlis ve babamla devam etti. O otomobil kazasında Adnan’ın (Kahveci) bütün dosyaları kayboldu.

Projeleri farklıydı

- Peki, neden Bitlis, Kahveci ve babanız?

A.Ö. – Çünkü o sıralarda çok yoğun olarak Kürt meselesinin çözümü, PKK terörü üzerinde çalışıyorlardı. Onların istediği çözümler yumuşak yaklaşımlardı. Örneğin ekonomik kalkınma, kanunların değiştirilmesi, kültürel haklar gibi. Her ülkede güvercinler ve şahinler vardır. Demek ki bazı şahinlerin projeleri farklıydı.

Bakın, babam başbakan olalı bir hafta geçmişti. Bir gün babamın çalışma odasına girmek istedim. Özel kalem müdürü içeride yüksek rütbeli bir subay olduğunu, beklememi söyledi. Görüşme bittiğinde içeri girdiğim zaman, babam masanın başında kendi kendine, “Allah Allah” diye konuşuyordu. Merak edip sordum. Önüme iki kırmızı dosya uzattı. Altın yaldızlı harflerle birisinin üzerinde “Türkiye Cumhuriyeti Devleti Kıbrıs Politikası”, öbürünün de üzerinde “Türkiye Cumhuriyeti Devleti Kürt Politikası” yazılıydı.

Yani babamın başbakan oluşunun haftasında bir paşa gelip önüne iki dosya koyuyor. Bunun anlamı şu: Politikamız bu. Bunu öğren. İyice ezberle. Ama rahmetli o politikaları izlemedi. Onların dışına çıktı.

İlk Kurşun

Yorum Gönder

0Yorumlar
Yorum Gönder (0)