Nazım Hikmet (2)


Hayatı boyunca birçok iftiraya uğrayan Nazım Hikmet’in “Beni Stalin yarattı!” dediği ise büyük bir yalan. Stalin onu yaratmadı, tam tersine öldürmek istedi. Nazım’ın, Stalin devrindeki Sovyet bürokrasinin “devrimi” yok ettiği yolundaki özel konuşmalarını, yakın dostu Abidin Dino aktarmıştı bana.

Kurtuluş Savaşı’nın en güzel destanını yazmış olan Nazım, bu kadar çile çekmeyebilir, çok güzel, rahat ve zengin bir hayat sürebilirdi. Çünkü aristokrat bir aileden geliyordu, yakışıklı ve kültürlüydü, iki yabancı dil biliyordu, genç yaşında Mustafa Kemal Paşa ile tanışmıştı. Cumhuriyeti kuran kadrolar arasında çok akrabası, eşi dostu vardı. Atatürk’ün Selanikli bir hemşehrisi olarak zaten, yetişmiş insan kıtlığı çekilen bir devrin, en önemli yöneticilerinden biri olabilirdi. Çankaya’daki sofralara katılabilr, geniş kültürü ile göz doldurabilir, bakan olabilir ve hayatını yalılarda, köşklerde geçirebilirdi. Bugün de birçok meydana ve caddeye adı verilmiş, heykelleri dikilmiş olurdu.

Daha çocukluğunda şu şiiri yazacak bir atmosfer içinde yetişmişti.

“Sararken alnımı yokluğun tacı

Silindi gönülden neşeyle acı

Kalbe muhabbette buldum ilacı

Ben de mürîdinim işte Mevlânâ.

Ebede set çeken zulmeti deldim

Aşkı içten duydum, arşa yükseldim

Kalpten temizlendim, huzura geldim

Ben de mürîdinim işte Mevlânâ.’’

Daha sonra da Kurtuluş Savaşı’nı ve onun liderini taçlandıran destanlar yazmıştı. Böyle bir insanın, politik sistemlerin çarkları arasında ezilip parçalanması beklenmezdi. Ama ne yazık ki öyle oldu ve bunun bir tek nedeni vardı.

O dönemde neredeyse bütün dünya aydınlarını etkisi altına almış olan “insan kardeşliği, eşitlik ve emeğin en yüce değer olması” inancı. Bu idealin Sovyetler Birliği’nde yeşereceği umutları.

O dönemde bu umuda kapılmayan kültür adamı yoktu zaten. Picasso’dan Neruda’ya, Aragon’dan Andre Gide’e kadar yüzlerce tanınmış sanatçı Moskova’dan gelen haberlerle heyecanlanıyordu. Hele Hitler faşizminin Sovyet Orduları tarafından perişan edilmesi, olağanüstü bir sevinç yaratmıştı.

Nazım’ı dünya aydınlarından ayıran şey; onun bu umudu, Türkiye gibi sert ve acımasız bir ülkede yeşertmeye çalışması olmuştu. Dönemin güçlü adamları Şükrü Kaya, Mareşal Fevzi Çakmak gibi korkunç düşmanlar edinmişti.

Ama düşmanlık ne yazık ki bu kişilerle sınırlı değildi. Nazım’ın parlak kişiliği, birdenbire herkesin önüne geçen şöhreti, kitaplarının kapışılması, şiirlerinin ezbere okunması, konuşma yaptığı salonlara gençlerin akın akın gitmesi gibi göstergeler onu kısa sürede her kesimin gözünde istenmeyen adam durumuna getirdi.

Faşistler ondan nefret ediyordu ama aydınlar da kıskanıyordu. Zaten “sol ve aydın” kıskançlığı, fazla açıklamaya gerek duyulmayacak kadar bilinen bir gerçek. Kendi içlerinden çıkan, bir zamanlar kendileriyle aynı düzeyde olan ama sonra yeteneği sayesinde tırmanarak, merdivenin daha üst basamaklarına tırmanan, geniş hayran kitleleri edinen hiçbir arkadaşlarını bağışlamaz bu çevreler. Hemen dedikodular, çamur atmalar, aleyhte yazılar ve fısıltı gazetesi iftiraları başlar.

Nazım (bütün sol aydınların olmasa bile) bu insanların da hedefindeydi. Onun başına gelecek olan bir felakete sevinecek çok insan vardı.

Türkiye Komünist Partisi de ondan hoşlanmıyordu. Çünkü çok tanınmıştı, halk üzerinde gücü çok büyüktü ve deli dolu sanatçı yüreği, parti disiplini ile onu zaptrapt altına almak isteyen komünist liderlere uygun gelmiyordu.

Aslına bakarsanız Nazım, yalnız partiye değil, bu ülkeye uygun gelmiyordu. Bunun da sebebini onun kişiliğinde aramak gerekiyor.

Nazım büyük coşkulara kapılan, yüreğinden geleni gümbür gümbür söyleyen, sözünü sakınmayan bir şairdi. Bir köşeye çekilip bencilce kariyer hesapları ve stratejileri yapan, zamanı gelince bunları uygulayan insanların tam tersiydi. Kimseyi aldatmıyordu, olduğundan farklı bir kişiliğe bürünmeye çalışmıyordu.

Bu kişilik özelliği sürekli olarak başını derde soktu. Çünkü bu ülke için çok önemli bir eksikliği vardı (!) “Sinsi ve kurnaz” değildi.

Zamanı ve mekanı aşan bir zekâsı, müthiş bir yeteneği vardı ama kalbi bir çocuk kadar saftı, heyecanlarla doluydu. Dolayısıyla “sinsi” bir biçimde plan yapamıyor, “kurnazlık” ise yakınından bile geçmiyordu.

Zaten zeki insanlar kurnaz olmaz, kurnazlar da zeki. Bu iki kavram arasında kesin bir zıtlık vardır. Einstein da kurnaz değildir, Mevlânâ da, Nietszche de, Hz. İsa da. Herhangi bir sokak kurnazı, bu büyük insanları iki dakikada kandırmayı başarabilir. Çünkü hem küçük hesaplara akılları ermez hem de insanlıkla ilgili yüksek düşünceleri, bu derece alçalmayı kavrayamaz.

Zekâ rüyaları olan büyük insanlara, kurnazlık ise “köşeyi dönmeye çalışan” küçük insanlara özgüdür.

Nazım küçük bir insan değildi. Bu yüzden, sistemlerin çarklarında dişli olamıyordu.

1937 yılında genç bir Harbiye öğrencisi, “Hayran olduğu üstadı Nazım Hikmet’i” ziyarete gelmişti. Öğrenci gittikten sonra Nazım’ı aldı bir kuşku. O genci polis göndermiş olabilirdi, yoksa kendisine bir tuzak mı kuruluyordu. Heyecanlı yapısıyla hemen telefona sarılıp Emniyet Müdürlüğü’nü aradı. Öğrenciyi boşuna gönderdiklerini, kendisine tuzak kurma oyununun farkında olduğunu söyledi.

İşte bu telefon; ünlü 1938 Harp Okulu davasının temelini oluşturdu ve Nazım “Askeri isyana teşvik” suçundan uzun yıllar boyunca hapis yattı. Oysa bu suçlamayla uzaktan yakından ilgisi yoktu:

Hapishaneden Atatürk’e şöyle bir mektup yazdı:

“Türk Ordusu’nu ‘isyana teşvik’ ettiğim iddiasıyla 15 yıl ağır hapis cezası giydim. Şimdi de Türk Donanması’nı ‘isyana’ teşvik etmekle töhmetlendiriliyorum. Türk inkılabına ve senin adına and içerim ki suçsuzum. Askeri isyana teşvik etmedim. Deli, serseri, mürteci, satılmış, inkılap ve yurt haini değilim ki bunu bir an olsun düşünebileyim. Askeri isyana teşvik etmedim.

Senin eserine ve sana, aziz olan Türk dilinin inanmış bir şairiyim. Sırtıma yüklenen ve yükletilebilecek hapis yıllarını taşıyabilecek kadar sabırlı olabilirim. Büyük işlerinin arasında seni bir Türk şairinin felaketi ile alakalandırmak istemezdim. Bağışla beni. Seni bir an kendimle meşgul ettimse, alnıma vurulmak istenen bu ‘inkılap askerini isyana teşvik’ damgasının ancak senin ellerinle silinebileceğine inandığımdandır.

Başvurabileceğim en inkılapçı baş sensin. Kemalizm’den ve senden adalet istiyorum. Türk inkılabına ve senin başına and içerim ki suçsuzum.”

Bu mektup yazıldığında Atatürk Dolmabahçe Sarayı’nda son günlerini yaşıyordu. Mektup “Gelen evrak” listesine kaydedildi ve Nazım’ın yakını olan Ali Fuat Cebesoy tarafından, Atatürk’e verilmesi ricasıyla, hastanın yanına girip çıkabilen Şükrü Kaya’ya iletildi.

Ama o mektup hiçbir zaman Atatürk’e verilmedi, zaten bir Nazım düşmanı olan Şükrü Kaya engel olmasaydı Nazım büyük bir ihtimalle bağışlanacaktı. Çünkü Mustafa Kemal’in bağışlayıcı bir kişiliği vardı ama Şükrü Kaya’ların acıması yoktu.

Atatürk’ün Nazım’ı sevdiğine ilişkin birçok belge var.

İki sarışın Selanikli’nin ilk karşılaşması, Milli Mücadele’nin başlangıç yıllarında Ankara’da Meclis’te oluyor. Nazım bu karşılaşmayı büyük bir hayranlıkla ve heyecanla anlatıyor. Atatürk onun şair olduğunu öğrenince Milli Mücadele’yi destekleyen şiirler yazmasını istiyor. Nazım’ın yazdığı bu şiirler, Ankara tarafından dağıtılıyor.

Yıllarca Atatürk’ün hizmetinde bulunmuş olan Cemal Granda’nın anılarında da çok ilginç bir bölüm var: Atatürk Çankaya köşkünde arkadaşlarıyla masa başı sohbetleri yaparken, sürekli olarak müzik çalınmasını istermiş. Bu yüzden de Cemal Granda gramofona sürekli plak yerleştirirmiş. Bir akşam, ne olduğuna bakmadan bir plak çekip çalmaya başlamış. Şiir okuyan gür bir ses doldurmuş odayı. Nazım’ın o dönemde kaydettiği şiir albümlerinden birisiymiş bu. Sofradakiler telaşlanmış, Cemal Granda plağı kaldırmaya çalışmış ama Atatürk “Durun, dinlemek istiyorum!” diyerek onlara engel olmuş. Şiirleri sonuna kadar dinlemiş. Bunların kime ait olduğunu sormuş. “Nazım Hikmet” demişler. “Şimdi nerede?” demiş. Bursa cezaevinde yattığını söylemişler. Atatürk “Yazık!” demiş, “Acaba gel bizimle devrimimiz için çalış desek kabul eder mi?”

Elbette o kadroda bulunan kimse bu isteği yerine getirmek için adım atmamış ve olay unutulup gitmiş.

(Devamı gelecek pazar)

NOT: Bugün Deniz Gezmiş, Yusuf İnan ve Hüseyin Aslan’ın idam edilişlerinin 40. yıldönümü. Onları anmak için Ataşehir’de Can Dündar’ın hazırladığı belgesel gösterilecek. Ben de şarkılarımla anacağım onları. İspanya, İtalya, Portekiz, Yunanistan gibi ülkelerde, bir zamanlar faşizmin öldürdüğü insanlar, bugün saygıyla anılıyor. İsimleri caddelere, parklara, kültür salonlarına veriliyor. Hem de hangi ideolojiye, hangi görüşe ait olursa olsunlar. Türkiye ne yazık ki bu olgunluğa erişemedi. Zalim düzenin 40 yıl önce idam ettiği öğrencilere bugün dil uzatanlara, saldıranlara bile rastlanıyor. Gönül isterdi ki barbarca öldürülen Denizleri de Menderesleri de, diğer kurbanları da rahmetle analım. Ama Türkiye’deki hoyrat kutuplaşma ve düşmanlık, buna izin vermiyor. Neyse, biz yine de insanları, insanlığa davet etmekten ibaret olan hayat görevimize devam edelim.

Zülfü Livaneli
Vatan

Yorum Gönder

0Yorumlar
Yorum Gönder (0)