Nâzım’ın şiiri


Nâzım Hikmet, ömrü boyunca siyasetin kaynayan kazanlarına atıldığı ve bir simge olarak tartışıldığı için, ona asıl büyüklüğü sağlayan şiiri üzerinde pek durulmamıştır. Bunu yazarken, Nâzım üzerine araştırmalar yapan onun şiirini inceleyen ulusal ve uluslararası kaynakların varlığını görmezden gelmek istemiyorum elbette. Bu alandaki değerli çalışmaların sayısı hiç de az değil ama basın, siyaset ve kitleler açısından Nâzım “tartışmaların şairi” olagelmiştir. Kimileri onun heyecanlı ve kırılgan yüreğinden ideolojik bir önder yaratmaya çalışmış, kimileri onu şeytanlaştırmaya çalışmıştır.

Oysa o, herşeyden önce bir şairdir. Hem de 20. yüzyılın en büyük şairlerinden birisi. Adı Neruda, Lorca, Aragon, Mayakovsi ile birlikte anılan bir büyük şair.

Bu hakikat, onun dizelerinde vurucu bir ifadeye kavuşur:

“Ben bir insan

Türk şairi Nâzım Hikmet ben

Tepeden tırnağa iman

Hasret ve ümitten ibaret ben.”

(Son dönemlerdeki ideolojik kamplaşmada, “tepeden tırnağa iman” dizesinin “tepeden tırnağa insan” olarak değiştirildiğini görüyor ve üzülüyorum. Çünkü ilk dizede zaten “insan” deniliyor. Nâzım ustalığında bir insan üçüncü dizede bunu tekrar etme acemiliğine düşer mi? Hem “iman” sözünden korkmanın ne anlamı var? Bir ara da onun Sovyetleri eleştiren “Anlamayı öğreniyorum inanmayı yitirmenin pahasına” dizesini de sansürlemişlerdi. Bütün bunlar şaire yapılan büyük bir haksızlık.

Nâzım ömrü boyunca sosyalizme, eşitliğe, emeğin en yüce değer olduğuna, işçi sınıfına ve barışa inanan bir şairdi. Öyle yaşadı ve düşüncelerine ihanet etmeden “bir devrimci” olarak öldü. Ama bu durum onun soyalizm uygulamalarındaki aksaklıkları, bürokrasinin işçi sınıfı üzerinde kurduğu baskıyı görmesine ve eleştirmesine engel değildi. Hatta tam tersine, halkın vicdanı olarak bunları yazmak göreviydi.)

Dedim ya, “Nâzım’ın ideolojisi”, “Nâzım’ın kadınları”, “Nâzım yıkanır mıydı?”, “Nâzım Komünist Partisi’ne ihanet etti mi?” gibi milyonlarca dedikodu satırı içinde, büyük şairin dizeleri bile unutturulmak istendi ama öyle sağlam, öyle değerli yapıtlar vermişti ki çoğu şiiri, Pir Sultan gibi, Karacaoğlan gibi halkın ezberine girdi.

Nâzım’ın şiirindeki bu kudret, bugün bile genç kuşakları etkileyen söyleyiş biçimi en başta özel yeteneğinden kaynaklanıyordu kuşkusuz. Kelimenin tam anlamıyla büyük şair oluşundan geliyordu.

Ama hepimiz biliriz ki büyük şairler tek başına yetişmez. Mutlaka onları besleyen kaynaklar, gelenekler, etkiler vardır. Hele edebiyat gibi usta-çırak yönteminin geçerli olduğu bir alanda başka türlüsü düşünülemez bile.

Nâzım Hikmet aruz biliyordu, aruz vezninin o tumturaklı ritmi neredeyse kanında akıyordu. Gençlik dönemi dışında aruz veznini kullanarak şiir yazmadıysa bile, bir buzdağının alt kesimi gibi, dil ritmi bu temel üzerinde yükseliyordu. Mesela Şeyh Galib’i ezbere biliyordu.

Ayrıca kendisinden önce gelen Yahya Kemal gibi bir maestronun, Tevfik Fikret gibi bir ateşli mısralar ustasının, Ahmet Haşim gibi olağanüstü bir sembolist şairin mirasına sahipti.

Zaten o dönemin şairlerine baktığımız zaman, hepsinin bu zengin gelenekten alabildiğine yararlandıklarını görürüz. Mesela, Nâzım’ın çağdaşı olan Necip Fazıl da aynı kaynaklardan beslenmiştir.

(İşte yine geldik şu uğursuz siyaset bahsine. Necip Fazıl okuyarak yetişen ve Nâzım’a düşman olan birçok kişi, Nâzım okurlarının siyasi nedenlerle Necip Fazıl’ı okumadığını, sevmediğini sanır. Oysa gerçek değildir bu. Necip Fazıl da Türk dilinin en güçlü mısralarını yazmış bir şair olarak kuşakları etkilemiştir. Abidin Dino, bir dönem yakın arkadaşlık ettiği Necip Fazıl’ın “egzantrik” kişiliği hakkında çok güzel anılar aktarmıştı bana. Çetin Altan her masada mutlaka ondan bir kaç şiir okur. Otel odaları, Bu yağmur, Ne hasta bekler sabahı şiirleri nasıl unutulabilir?)

Çağdaşları gibi Nâzım’ı da çok etkilemiş olan bu muazzam gelenek, şairin hapiste uzun yıllar geçirmesiyle bambaşka bir zenginliğe ulaşır. Çünkü orada Anadolu’nun has Türkçesi’yle tanışmıştır. Artık şiirine gündelik halk deyişleri, halk türküleri girer. “Pamukladı mıydı kavaklar-Kiraz gelir ardından” der. “Beypazarı meskenimiz ilimiz-Kimse bilmez nerde kalır ölümüz”den “Akşam oldu yakamadım gazımı” tadına ulaşır. Böylece divan şiiri, rubailerine yansıyan o büyük şark geleneği ve Anadolu’nun pınar gibi akan şiirleri bu yaratıcı zihinde birleşir.

Ama Nâzım’ı Nâzım yapan etkiler bunlarla da sınırlı değildir. Aslından okuduğu Fransız şairleri ve yine aslından okuduğu Rus şairleri ona yepyeni ufuklar açar.

Nâzım üstüne araştırma yapanlar, onun üzerindeki en büyük etkiyi Mayakovsi’nin yarattığını söylerler. Olabilir ama belki bir dönem için doğrudur bu.

“Trrrrum, trak tiki tak!” gibi şiirler yazdığı gençlik dönemi için.

Ama sonraları daha dingin, daha kendine özgü, daha lirik bir anlatıma kavuşmuştur.


Zülfü Livaneli
Vatan
Daha yeni Daha eski