AKP CHP'yi bölmek istiyor


Radikal Gazetesi Yazarı Koray Çalışkan, AKP'den CHP'ye uzanan bir ufuk turu yaptı.

Arkadaşımız Sayım Çınar, Radikal Gazetesi Yazarı Koray Çalışkan ile gündem meselelerini konuştu, ortaya Ergenekon’dan basına, televizyon dünyasından sosyal medyaya uzanan ilginç bir söyleşi çıktı.

Boğaziçi Üniversitesi’nde siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler bölümünde dersler veriyorsunuz. Öğrencileriniz Radikal gazetesindeki yazılarınızı nasıl değerlendiriyor?

Her ne kadar birbirlerini etkileyen alanlar olsa da, öğretim üyesi olarak durduğum yerle siyasi kişiliğim ve gazete yazarı şapkamı birbirinden ayırmaya gayret ederim. Köşe yazısının heyecanı, bilimsel bilginin ve yaratım sürecinin pırıltısını öldürür. Siyasetin heyecanını da iyi köşe yazısının gücü… Öğrencilerimle köşe yazılarımı konuşmam, konuşmak isteyen olursa incitmeden konuyu değiştiririm. Doğrudan siyaseti de derslerime sokmam. Mesela; üç ay önce bir öğrencim Galatasaray’da bir basın açıklamasına katılacaktı. Bununla ilgili derste duyurusunu yapmak istedi fakat izin vermedim. Biraz kızdı. Sonra akşamüstü söz konusu basın açıklamasında yerde otururken sağa döndü ve yanında beni gördü. Şaşkınlıkla; “Aaa hocam! Nasıl yani?” dedi. Bu yüzden derse siyasi şapkayla girersen siyaset bilimi öğretemezsin.

Ergenekon Davası sonuçlandı. Davanın sonuçları hala çok tartışılıyor. Sizce tam olarak neler oluyor?

Yerel mahkemenin kararı var. Yargıtay bir bölümünü bozacaktır. Darbe gibi hukuksuzluğu ya da hukuku istediğiniz gibi çekiştirerek yargılayamazsınız. Ergenekon sürecinin özeti şudur: Kurunun yanında yaş da yakılıyor. “Yaş”taki sessizliği bu korkuyla yorumlarsınız. Askerin sivilden korkması demokrasi için iyidir. Ancak asker, sivilin hukuksuzluğundan korkuyorsa, o toplumda kurunun yanında yaş da yanar.

Ergenekon abartılmış bir hikaye. Yıllardır Türkiye toplumunun önüne “yapılmaya ramak kalmış bir darbe planı” koyamadılar. Üç beş zavallı askerin, on beş yirmi maceracı İşçi Partilinin, Kerinçsiz gibi sivil faşistlerin hezeyanlarını darbe planı olarak görmek ergenlere özgü bir yanılsama. Hele darbe yapmış ve siyasal İslam’ın önünü açmış Kenan Evren’i mahkemeye bile getirememiş bir AK Parti’nin Silivri şovlarını, hiç kimse kusura bakmasın, genç siviller dışında ciddiye alan yok. Sahi onlara ne oldu? Büyüdüler galiba…

Sonuçta bence bütün toplumsal meşruiyetini yitirmiş, darbeci peşinde koşan insanın kalmadığı bir zamanda, darbe karşıtı bir mahkeme sürecini ellerine yüzlerine bulaştırıyorlar. Ordu içinde yandaş yapılamayacakların tasfiye operasyonuna hukuku alet ediyorlar. Olan biten budur. Dört yılda darbe karşıtlarını, benim gibi anti-militaristleri ikna edecek ciddi bir kanıt yok…

Sizin CHP’li olduğunuzu biliyoruz. Önümüzdeki yerel seçimler için bir durum değerlendirmesi yapmanız mümkün mü?

CHP üyesi değilim. Son genel seçimde oyumu sağcı Baykal’ın adaylarına değil solcu bağımsızlara verdim. Sol dışında da hiçbir partiye oy vermem. Yerel seçimde oyumu CHP adayına vereceğim. Yalnızca ben değil, çevremde ayağı yere basan bütün solcu, sosyal demokrat, liberal, çevreci ya da laik sağcı tanıdıklarım, hatta bazı AK Partili arkadaşlarım da aynı şeyi yapacak.

Yerel seçim Türkiye demokrasisi için önemli bir fırsat. AK Parti başarısızlıktan hezeyana, savuluştan kendini kandırmaya koşuyor. Parklara AVM yapmaya kalkan, bunu da büyük bir küstahlıkla savunan bir zihniyet önce halkın desteğini kaybeder. Bu yüzden yerel seçimler yorgun AK Parti’nin İstanbul’u kaybedeceği seçimler olacak. Bugün “kaybetmeleri imkansız” diyenler, 1 Nisan’da uyandıklarında klavyelerine yüklenip, “ben demiştim, böyle giderse kaybedersiniz diye yazmıştım” diyecek.

Böyle dönüşümlerden önce hep benzer bir hava eser. O andan önce herkes neden olmayacağını, değişimden sonra da olması gerektiğini söyler. Mesele değişim vakti geldiğinde burnunuzun o kokuyu almasıdır. İstanbul’un Kadir Topbaş’tan sonraki belediye başkanı Mustafa Sarıgül olacak. Herkesin bu gerçeğe alışması lazım. Kavga ve gürültünün bittiği ve Türkiye siyasetinde bütün kartların yeniden karıldığı gün o gün olacak.

Beyaz Türklerin siyasetle ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? Gezi olaylarında Beyaz Türkler de oldukça cesurdu değil mi?

Beyaz Türkler analojik, sosyolojik isabeti olmayan bir kavram. Eğer laik orta sınıfları kastediyorsunuz haklısınız. Umutlarını yitirmiş, Baykalcı vesayetçiliği siyaset zanneden, siyaseti vekaleten idare edebileceğini düşünen laik orta sınıflar artık bıçağın kemiğe dayandığını ve yapacağı tek şeyin sokağa çıkmak olduğunu anladı. Ama soluğu Anıtkabir’de değil, meydanlarda aldı. Böyle bakınca gerçekten olumlu bir süreç.

Biz demokrasimizi elitlerin tokuşmalarının sonunda kurduk. Bu yüzden bizdeki demokrasi arızalıdır. Gezi Eylemleri orta sınıfın demokrasinin önemini idrak ettiği anın adıdır. Artık insanlar “Ne yaparlarsa yapsınlar, ben bu ülkede yaşayacağım. Bu ülkede kimse kimseye karışmayacak” , “İsterlerse gelsinler vergi denetimi yapsınlar, telefonlarımı dinlesinler, peşime düşsünler” diyorlar. İktidardan korkmayan halk muktediri korkutur. Erdoğan’ın üst üste onlarca hata yapması bundandır. Çünkü 10 yıldır ilk kez kaybedeceğini hissediyor.

İnsanların ceplerindeki telefonlarıyla kurduğu ilişkiye bakın. Eskiden bir çekince, bir korku; şimdi ise ne yaparlarsa yapsınlar olgusu…

AK Parti tarafından yürütülen barış sürecinin geldiği yeri nasıl değerlendiriyorsunuz?

AK Parti henüz bir barış sürecine başlamadı. Toplumuyla kavga eden, 5 gencini bir parkı korumaya çalıştığı için öldüren bir iktidar ancak ateşkes başarabilir. Bu konuda Türkiye toplumunda sıkıştıkları için geri adım da atamıyorlar. Ateşkes sürecini destekliyorum. Bunu barış sürecine döndürmek önemli bir hazırlık gerektirir. Savaşın olmaması başka, demokratik barış başka. Gezi Eylemleri konusunda AK Parti sınıfta kaldı. Barış süreci iki ayağın birbirine çelme takmadığı ortamda yürür, “başın” “ayaklara” gaz sıktığı ortamda değil. Umarım ateşkes süreci daha önceki açılım süreçlerinin akıbetine uğramaz. Bu konuda her demokratın sorumluluğu sürecin idaresini eleştirirken, ateşkesin bozulmaması için azami dikkat harcamasıdır.

Başbakan sosyal medyaya çok yüklendi. Sanatçıları eleştirdi, mesajlar verdi. Bu durumu nasıl okumalıyız?

Sosyal medya yandaşlarınla hegemonya kuramadığın bir alan. Başbakan’ın öfkesinin esas nedeni bu. Türkiye’nin Twitter’da en çok takip edilen siyasetçisinin Twitter’a bela okuması durumu gayet iyi özetliyor. Biz bunu “Benim olmayan takipçinin…” şeklinde de okuyabiliriz. Zaten mesele benim olmayan seçmen, benim olmayan şehir, benim olmayan belediye diye ülkeyi “senden olan” ve “senden olmayan” diye ayırmaktan kaynaklanıyor. Bir tür iktidar zehirlenmesi. Sonunda “her şey benim” diyenin hiçbir şeyi kalmıyor. Devlet kuracak kadar güçlü CHP’nin çok partili hayattaki ilk çeyrek yüzyılı bu durumun özetidir. Ancak İnönü vesayetçiliğine karşı duran Ecevit ile iktidar olmuşlar, hegemonya kurmuşlar, korporatist bir partiyi sosyal demokrasiye çekmeyi başarmışlardır. AK Parti de benzer bir süreç yaşıyor. Önceleri hegemonya tesis etmek için değiştirdikleri gömleği hegemonya kurar kurmaz çıkardılar. Eski gömlekle yeni Türkiye’yi yönetemeyeceklerini anlamalarına ise daha var. Ancak muhalefetin o öğretici sırasına Erdoğan sırtını yaslandığında fark edecekler demokrasinin önemini.

Kılıçdaroğlu iyi bir hatip, namuslu bir politikacı olduğu halde neden hak ettiği yerde değil?

Kılıçdaroğlu zor bir görev idare ediyor. AK Parti’nin genel stratejisi CHP’nin bölünmesi. Dersim özrü bunun en bariz göründüğü an. Ulusalcı ve sosyal demokrat ayrımının birleşim yerine yükleniyorlar. Amaç belli. Eğer ikiye ayrılmış bir CHP başarabilirlerse iktidarlıklarının devamlılık garantisi olacak. Kılıçdaroğlu’nun tarihi misyonu bu ayrışmayı engelleyerek CHP’nin genç kadrolarının önünü açmak. Zamanı geldiğinde de sakince onlara yerini teslim edecektir. Bu nedenle hak ettiği yerde olduğunu düşünüyorum. Yerel seçimlerde kazanılacak İstanbul başarısından sonra bambaşka bir Kılıçdaroğlu göreceğiz. Kuvvetle muhtemel koalisyon kuracak güçte olacaktır CHP.

Ekranlarda sizi tartışma programlarında sıkça görüyoruz. Sizin eleştiriye bakışınız çok farklı.

Ben insanı siyasi ve fikri duruşundan bağımsız olarak seven biriyim. Solcu bir ailede büyüdüm. Tutkulu bir karakterim var. Başka bir ailede büyüseydim ateşli bir İslamcı, tavizsiz bir feminist kadın, yerinde duramayan bir ülkücü adam, ya da dağa çıkan bir gerilla kız olabilirdim. Sosyal bilim bana her şeyden önce çoğulculuğun önemini öğretti. Birbirimizden farklı olacağız ki birbirimizi geliştireceğiz. Tamamen sizin gibi düşünen, sizin gibi davranan insanlarla yaşadığınızı düşünün. Tam bir kabus!

Ekanda da olabildiğince buna dikkat ediyorum. Kendi programımı yapıyorsam Mustafa Akyol gibi bir aydınla çalışıyorum. Sevdiğim bir arkadaşımdır. “Gezi olayları komplo falan değildir” diyebilen bir sağcıyla her yere giderim.

Bir akademisyen olarak karşı konuklarla nasıl bir iletişim kuruyorsunuz?

Fikri farkların hissi rahatsızlıklara neden olmadığı ortamlarda büyüdüm, eğitildim. Bu nedenle benden farklı düşüneni bir şans olarak görürüm. Her zaman saygıyla yaklaşırım. En ateşli tartışmalarımızdan sonra el ele, gülerek terk ederiz stüdyoyu. En son Şirin Payzın’ın programında Altan Tan’la çok sert tartıştık. Ama stüdyodan el ele çıktık. Sevip saydığım bir ağabeyimdir. Ama biz aklı yaşta değil, başta bilen insanlarız. Yaşa saygım var, ama bala hürmetim daha büyüktür.

Bir de fikrini çıkara göre eğip büken insanlar var. Zarf atarlar, strateji yaparlar, fikriyatı retoriğe teslim ederler. Onları hiç sevmem. AK Parti’yi zayıflatan en büyük etken zaten bu dalkavuklardır. İsme gerek yok.

Hükümete yakın bir fikir adamı olabilirsiniz. Ben de muhalefete yakınım. Ama ne muhalefet ne de iktidar yanaşmasından hoşlanmam. Samimiyetsiz insanlarla tartışmak zor ve sıkıcıdır. Onlar zaten hemen kendini belli eder. Böylelerini çok ciddiye almam. Zaten ayıplı fikirleri olduğunu kendileri de hisseder, savrulurlar. Onların kendileriyle nasıl çeliştiklerini göstermekten bir parça zevk aldığımı da söyleyebilirim. Böyle tiplerle tartışmak benim için bir çeşit zihin sporu. Yanaşma olmayanlarla tartışmak ise bir onur.

Türkiye’de köşe yazarlarının durumu ortada. Doğru gördüğünü, yanlış gideni yazmak gerek ama yazmıyorlar. Bu yüzden halk artık medyaya asla güvenmiyor. Neler oluyor bize?

“Hiç yazan yok” demekle “basın üzerinde ciddi bir baskı var” demek ayrı şeyler. Türkiye’de istediğini yazan ve çok popüler olan birçok gazeteci var. En iyi örnek Ahmet Hakan’dır. Haftada 6 gün, günde 6 köşe yazısı yazar. İstediğini de söyler.

Ancak basın üzerindeki baskı korkunç bir durumda. Mesela Can Dündar, Nuray Mert, Banu Güven, Ece Temelkuran, Hasan Cemal, Yıldırım Türker gibi güçlü kalemler tamamen hükümetin baskısıyla popüler gazetelerdeki köşelerini kaybetmişlerdir. Böyle olunca da Türkiye meselelerinin derinlikli bir şekilde tartışılması da engelleniyor. Cezaevlerindeki gazetecileri de ekleyince, basın özgürlüğünün ne durumda olduğu ortaya çıkıyor.

Dikkat edelim, yazmak istediğiniz zaman yazacak gazete var. Finansal sorunlar yüzünden reklam yapamayan, reklam alamayan, istediği kadar baskı yapamayan gazetelerde herkese yer var. Gerçekten yazamayan tek gazeteci tipi eskiden yandaş olmuş artık gözden düşmüş olanlar. Onlar da yazmasın zaten.

Halkın medyaya tamamen güvenmediğini ise düşünmüyorum. Güveniyor. Basılı mecradan alıyor ya da internetten okuyor. TV haber kanallarına dair ciddi bir güvensizlik olduğu doğru. Çok baskı alıyorlar ve buna bir nebze direnebiliyorlar. Gezi sürecinde birçok kanal büyük prestij kaybetti, ama birçok gazeteci ve TV programcısı da mesleki ahlaklarına uygun davrandı. Hükümetin Silivri’de yaptığını biz de medyaya yapmayalım.

Esas ilginç olan şu: Bu kadar harika gazeteciler, yazarlar bu kadar şiddetli baskı görüyorlar, köşelerini, işlerini kaybediyorlar. Ama sonra “işte gazete böyle çıkarılır” diye bir adım atmıyorlar. Gazeteci değilim, bekara eş boşamak kolay. Ondan kimseyi bu konuda eleştirmek istemem. Ancak hala gerçekten iyi ve korkusuz yeni bir gazete çıkamamış olması bana garip geliyor. Yakın zamanda bir kıpırtı olacağını seziyorum. Göreceğiz. Dijital dünyanın imkanları sınırsız. Oradan yeni bir basın çıkacaktır.

Siz bir dönem BirGün gazetesinde ezilen kadınlar için yazılar kaleme alıyordunuzç Üç kadından ikisinin dayak yediği bir ülkede kendinizi nasıl hissediyorsunuz?

BirGün benim ilk göz ağrımdır. Her gün iki tane alırım. Bir berbere bir eve. İstedikleri zaman hala arada yazarım. Çok önemli bir gazetedir. Sevgi ve saygıyla okurum. Kadın sorunu üzerine yazmayı Radikal’de de sürdürdüm, bu konuda birçok yazı yazdım. Kadına karşı şiddetin ayyuka çıktığı, her gün üç kadının erkekler tarafından öldürüldüğü, darp edildiği, onlarcasının tecavüze uğradığı bir ülkede erkek olmaktan dolayı utanıyorum. Erkeklerle kadınların arasındaki savaşta benim yerim kadının yanıdır. Kadın ve erkeğin tam anlamıyla eşit olmadığı bir toplumda ne kadın “kadınlığını” ne erkek “erkekliğini” yaşayabilir. Hayata bir daha gelecek olsam, kadın ve erkeğin daha eşit olduğu bir ülkede kadın olarak doğmak isterdim. Türkiye toplumu erkeği büyümemiş, büyütemeyen, daimi ergenliğe hapseden bir toplumdur. Kürt’üyle, Türk’üyle, Laz’ıyla kadınları daha olgun, yaratıcı, barışçıl. AK Parti’nin ülkeye verdiği en büyük zarar kadınları siyasetten, iktisattan, sosyal hayattan gün be gün uzaklaştırmaları, sadece çocuk bakımıyla aile içine hapsetmeleri. Kadınlar artık bunu fark ediyor.

Yakın tarihimizi bilmeden siyasi yazılar yazanlar var. Konusu popüler kültür olanların siyasete girmesine ne diyorsunuz?

Bence herkesin daha fazla siyasileşmesi gerekir. Siyasette yer almak illa o konuda birçok şeyi bilmeyi, tarihi özümsemeyi, o ya da bu konuda yüksek lisans falan yapmayı gerektirmez. İnsanlar eğitim durumlarından ya da bilgi birikimlerinden bağımsız olarak kendi çıkarlarının ne olduğunu zaten bilirler. Bence aklı başı yerinde herkesin hayattaki düşlerini gerçekleştirmek için siyasetin göbeğinden olmasa da kıyısından geçmesi iyi olur.

Ayşenur Arslan “Muhalif olmak loser anlamına geliyor” demişti. Muhalif olmak sizce ne anlama geliyor?

Ayşenur Abla söylediyse doğrudur. Ancak onun kastettiği şey şu: Gazetecinin, aydının görevi muktediri eleştirmektir, onun yanaşması olmak değil. AK Parti iktidarı eleştiriye öylesine tahammülsüz ki, sürekli kendini övmeyeni bile muhalif sayıyor. Oysa gazeteci ya da aydın muhaliftir. Her şeyden şüphelenir. Bağımsızdır. Fikri özgürdür. Bugün bu bağımsızlık ve özgürlüğün en değerli olduğu zamanlardan geçiyoruz. Muhalefetin lideri bunu anladı. Kendisine saydıran Ekşi Sözlük’e teşekkür plaketi veriyor. Demokrasi böyle gelişir diyor. Recep Tayyip Erdoğan ise en ufak bir eleştiriye dahi tahammülsüz. Öyle ki zamanında kendisini destekleyen gazetecileri dahi bu tahammülsüzlüğü doğrultusunda hedef alabiliyor. Bu noktada kim “loser” siz karar verin. Bence belli…


Gerçek Gündem
Tags

Yorum Gönder

0Yorumlar
Yorum Gönder (0)