Yalakalık zor iştir herkes beceremez
Cumartesi, Ekim 19, 2013
Ünlü gazeteci, “AKP’yi eleştirmenin” kovulma, övmenin yükselme sebebi haline geldiğini belirtti. Başlıktaki beceriye, Yiğit Bulut’u örnek gösterdi...
Mustafa ile yeni gazetesindeki küçücük odasında buluştuk. O, 9 metrekare diyor. Bence olsa olsa 6-7 metrekaredir bu oda. Deyim yerindeyse yüzünde güller açıyor. Şu küçücük mekanda nasıl bir huzur bulduğunu anlamak için konuşmaya bile gerek yok. Tek takıntısı duvarda asılı olan bir tablo. Onun yerine bir Atatürk portresi astı mı değme keyfine…
Elimde piyasaya yeni çıkan kitabı “Dön Kardeşim”, karşımda eski dostum Mustafa Mutlu başlıyoruz sohbete. Biliyorsunuz kitabı duayen gazeteci Rahmi Turan yazdı köşesinde. Hem de iki defa. Ama bu kitap daha çok yazılır… Çok konuşulur. Çünkü mesele sadece Mustafa Mutlu’nun “dönmemesi” değil. Mesele medya.. Mesele medyadaki dönüşüm…
* 3 Eylül’de kovuldun. 3 Ekim’de kitap çıktı. “9 günde yazıldı” diyorsun. Neden 9 gün?
Hiç hesapta yoktu aslında bu kitabı yazmak. Tam bir romana başlamak üzereydim. Ama 3 Eylül günü Vatan’ın Genel Yayın Müdürü İsmail Yuvacan telefonla arayıp işten çıkarıldığımı sözlü olarak tebliğ edince afalladım aslında. O an hem beklediğim, hem de beklemediğim bir sonuçla karşı karşıya olduğumu düşündüm…
* Hiç kimse şaşırmadı kovulmana. Sen neden beklemiyordun ki?
Beklememek değil, tabii ki bekliyordum. Ama ben hayatım boyunca hiç boş kalmadım. Nil sen beni çok uzun yıllardır tanıyorsun. Ben yazmadan duramam. Yazacağım bir yerim kalmamıştı. Oysa 10 yıldır haftada 7 gün yazan bir adam olarak, ertesi gün yazı yazmama fikri beni çok korkuttu.
* Hiç çaktırmadın ama. İlk demecinde yazacak yer bulamazsan, duvara yazacağını söyledin..
Evet duvara yazacağım dedim. Taşa yazacağım dedim. Hatta kovulmadan önce de bunları düşünüp, günün birinde neden ve nasıl kovulduğumu yazacağımı da söyledim. Ama işte başına geldiğinde ister istemez şaşırıyorsun. Biliyorsun haberi aldığımda Erdek‘teydim. Kırmızı Kedi yayınlarından sevgili dostum Haluk aradı. Telefonumda onun adını gördüğüm anda karar verdim bu kitabı yazmaya. Saat sabah 9 filandı. ‘Geçmiş olsun’ dedi Haluk. Ben de ona ‘Kitap yazıyorum’ dedim. ‘10 gün sonra kitap sende. Kağıtları toplamaya başla, matbaayı ayarla’ dedim. O 10 gün lafı ağzımdan nasıl çıktı bilmiyorum. Bu konuşma ayın 4’ünde oldu. Kitapta da yazdım; ayın 6’sında İstanbul’da işten atılma partime katıldım. Kitabı yazmaya da aynı gece başladım. 15’inde de son noktayı koydum. Toplamda 9 gün.
“Ben dönmeyeceğim”
* Kitapta sadece Vatan’dan kovulmanı yazmıyorsun. 32 yıllık meslek hayatının bir özeti aynı zamanda. Ama sondan başa gidiyor.
Erdoğan Demirören bana ilk ‘Dön kardeşim’ diye holding merkezinde söyledi. Ben de o gün kendisine; bir medya patronu ile bir yazar arasında böyle bir diyalog olmayacağını söyledim. ‘Yapılacak tek bir şey var. Bizim yeni yayın politikamızla, sizin yazılarınız uyuşmuyor. Bu yüzden de size teşekkür ederiz demek’ dedim. Yani aslında yapılması gereken beni o gün şutlamaktı. ‘Ben tüp şirketimde çalışanlarımı da 3 kere uyarırım’ diye başlamıştı konuşmasına. ‘Ben sizin çalışanınız değilim. Ben bu gazetede çalışmaya sizden çok önce başladım. Siz geldiniz bu gazeteyi satın aldınız. Beni bugün itibariyle işten atın. Çünkü ben dönmeyeceğim’ diye açık açık söyledim kendisine.
* Bu diyaloglar kitapta var. Kitabı henüz okumayanlar Rahmi Turan’ın SÖZCÜ’deki köşesinde okudular. Peki, Erdoğan Demirören bu uyarıları yaparken nasıl bir açıklama yaptı sana?
Hayır öyle bir şey demedi. Ama şöyle bir şey söyledi; ‘Ben Beyefendi’yi 3 haftada bir kez Dolmabahçe’ deki çalışma ofisinde ziyaret ediyorum. Her gittiğimde önüme bir dosya konuyor. Milliyet ve Vatan gazetelerinde Beyefendi’yi rahatsız eden haber ve yazılardan oluşan bir dosya bu. Bunun önemli bir bölümü de senin yazılarından oluşuyor. Benim yanımda çalışan 14-15 bin insan var. Ben bunlara ekmek veriyorum. İşlerimin bozulmasını, senin yazıların yüzünden başıma bir şey gelmesini istemiyorum. Dön kardeşim!..’ Ben de kendisine ‘Dönme organım bozuk, hasta’ dedim. Anlamadı..
* Tazminatını aldın değil mi?
Hayır, şimdi onun davasını açıyoruz. Ben 10 yıl boyunca Vatan’da yazdım mı yazmadım mı orası meçhul. Biliyorsun bana işten çıkarıldığım sözlü olarak tebliğ edildi. Ben de buna dair yazılı bir belge istedim ilk önce. ‘Öyle bir belge veremeyiz, sizin bizde sözleşmeniz yok çünkü’ dediler. Dolayısıyla ben de şimdi Vatan’da yazdım mı yazmadım mı emin değilim!.. Tabii bu işin komik tarafı ama, ne yazık ki Türkiye’de işler böyle yürüyor.
* Neden çekip gitmedin?
10 yıllık gazetemdi ve kaleyi terk etmeyi kendime yakıştıramıyordum. O dönemde çok teklif de aldım. Okurlarıma; ‘Türkiye’de şu anda bir sindirme ve yıldırma politikası izleniyor. Sakın mevzilerinizi kaybetmeyin. Üstünüzdeki baskı ne olursa olsun; askerseniz istifa etmeyin, hukukçuysanız direnin’ diye söyleyen, bunları yazan bir yazar olarak ‘Benim üstümde baskı var’ diyerek istifa etmeyi kendime yakıştıramadım. Bunu yakıştıramamak da sonuçta psikolojik işkenceyi getirdi. Mobbingi getirdi. İnsanlar gazete içinde benimle selamlaşmaktan korkar hale geldi.
“İktidara sert eleştiriler”
* Aklıma geldi; Yiğit Bulut da bir zamanlar Vatan’da yazıyordu. Kendisiyle tanışır mıydın?
Yok. O dışarıdan yazıyordu yazılarını, hiç karşılaşmadık. Ama aynı yerlere konferans vermeye gidiyorduk. Atatürkçü Düşünce Derneği’ ne filan hep aynı dönemlerde konuşmacı olarak davet ediliyorduk. İnsanlar en az beni sevdikleri kadar onu da seviyorlardı. Bu arkadaş, en az benim yönelttiğim kadar iktidara sert eleştiriler yöneltiyordu. Birden bire kalktı Pensilvanya’ya gitti. Sonra Vatan’dan ayrıldı ve bir süre ortadan kaybolduktan sonra aramıza döndüğünde değişmişti. Şimdi Başbakan’ın en yakın fedaisi konumunda baş danışmanı olarak icra-i sanat eylemeye devam ediyor. İcra-i sanatı burada laf olsun diye söylemiyorum. Çünkü yalakalık zor iştir, herkes beceremez!
Psikolojik işkence gördüm…
* Yani 5 kuruş almadan işten çıkarıldın öyle mi?
Ben bu konuda bütün hukukçulara çok teşekkür ediyorum. İstanbul Barosu’nun yönetim kurlu başta olmak üzere Türkiye’nin en saygın avukatları benim açacağım her davada yanımda olduklarını daha ilk günden itibaren söylediler. Şimdi sadece kıdem tazminatı davası değil, sosyal hak davası değil, Türk basınında ilk defa bir dava açacağız; mobbing davası. Çünkü gazete Demirören yönetimine geçtikten sonra ben büyük bir psikolojik işkence altında çalıştım. Yazdığım her yazıdan sonra fırça yedim. Tabii bunu tırnak içinde söylüyorum, ben onu fırça olarak kabul etmesem de, hep acaba ertesi günkü yazıma ne diyecekler diye uykularım kaçtı, sağlığım bozuldu…
Sözcü
Tags