Dil Felsefesi Nedir



Dil felsefesi: dilin köklerini, dilin işlevsel ve bilişsel niteliklerini, dil ile gerçeklik arasındaki ilişkiyi ve anlamın doğasını sorgulayan felsefe etkinliğidir. Bilgi felsefesi, zihin felsefesi, dilbilim, psikoloji ile iç içedir. Analitik(çözümlemeli) felsefeye göre felsefenin önemli bir disiplinidir. Anlam nedir? Dil gerçek dünyayı nasıl yansıtır? Dil doğuştan mıdır, yoksa öğrenilir mi? Bir cümlenin anlamı, parçalarından nasıl meydana gelir? gibi sorularla düşüncenin aracı olan dili sorgular.

Dilin yapısına odaklanan sentaks, sözcüklerin anlamlarını inceleyen alan semantik ve dilin kullanımıyla ilgili sorular soran pragmatik dil felsefesine yardımcı dilbilimsel disiplinlerdir. Sentaks (sözdizimi), söz grubu ve cümle gibi yapıların oluşumunu inceler. Semantik (Anlambilim) ifadelerin anlamları ve anlama katkılarını inceler. Pragmatik (uygulamacılık) ifadelerin anlam bulduğu kullanım alanlarını inceler.

Söylediklerimizin düşündüklerimizi yansıtıyor mu? Düşüncenin aracı nedir? Dil düşüncelere ne kadar tercüman olabiliyor? İnsan dilinin olanakları nelerdir? Felsefe neyle yapılır?.. Felsefede sınırsız soru bulunur. Felsefedeki soruların başında da dil ile ilgili olanlar gelir. 20. yüzyıldaki dil hamlesiyle, felsefeciler dili fark etmiştir. Dil felsefesi adıyla yürütülen çalışmalar felsefenin, düşüncenin, iletişimin imkanını sorgular. Mesela: hayatın anlamını binlerce yıldır sormaktayız. Ancak “hayatın anlamı”nın anlamı dil felsefesiyle gündeme gelmiştir. Anlamın anlamı, teşbih yerindeyse, şaşırtıcı bir farkındalık oluşturmuştur. Sorularımız kaynağından hedefine varana dek insan dilinin göreliliğine ve imkanına bağlıdır. Wittgenstein’ın felsefenin yüzüne çarptığı düşünceler felsefeden vazgeçmeye dünden razı olanlarca: “felsefenin ölümü” olarak kaydedilmiştir. Ancak dil felsefesinin söylemek istediği şey felsefi soruların yok olması gerekliliği değildir. Sorular sorulabilir. Problem kesin cevap arayışının ve kati çözümlerin dile getirilemeyişidir.

Dilbilim ve felsefe bugün iç içedir. Bunun başlıca nedeni, düşüncenin hammaddesi olan dili tanıyabilmektir. Dili daha iyi tanırsak düşünceyi(bir açıdan kendi kendine konuşmayı) ve felsefeyi( kendini sorgulamayı) tanıyabiliriz. İnsanı doğada ayırt edici en büyük özellik olan dilin betimlemesini yaparsak insanı da anlayabiliriz. Farklı dilleri anlamak için dilleri öğrendiğimiz gibi, insanı anlamak için de dil aracını öğrenebiliriz. Bir önerme oluşturduğumuzda, toplumun üzerinde uzlaşmasına bağlı imgelerden oluşan dil, bizim aracımızdır. Düşünce kaynağındaki bireyin yaşantısına göre değişen kullanım, bir ifade olarak dışa vurulduğunda da ortak dilin hakimiyet alanına girer. Önermeyi anlayan bireyler de kendi yaşantılarına ve kültürün etkilerine bağlı olarak onu kendilerince anlarlar. Dilin göreliliği ile düşüncelerin ifade edilebilme imkanı kararsızlaşır. Diğer bir yandan, dil tarih boyunca süregelen bir birikimdir. Yaşayan bir canlı yapıdır. Burada da dilin sınırları gündeme gelir. Dil içerisinde yaşanmamış şeyler ifade edilebilir mi? Hayat nedir, evren ne anlama gelir gibi soruların cevabı verilebilir mi? Hayatın içindeki dil, dışındaki cevapları barındırır mı? Sonuçta, cevapların ancak birer benzetme halini alacağı aşikardır. Dilin dışına çıkılıp çıkılamayacağı, insanın kültürel birikimlerinin haricinde ürün verip veremeyeceği dil felsefesince tartışılır. Bu tartışmalar kesin cevaplar aramaktan ziyade, anlamı anlamak ve dili tanıyabilmek adınadır

DİL FELSEFESİ- KISA TARİHİ

Dil felsefesinin bugünkü anlamda varlığı 19. yüzyılın sonunda: mantıktaki gelişmeler, geleneksel zihin algısındaki değişmeler ve zihnin yapısı ile ilgili tartışmalardan sonra, çözümlemeci geleneğin başlamasıyla meydana gelir. “Felsefede dilsel dönüş” diye anılan bu hareket dilin felsefi problemlerdeki yerini sorgular. Ancak antik Yunan’da, hatta Hint felsefesinde dilin sorgulandığını görmek de mümkündür. Orta Çağda Abelard, Ockham ve Scotus dil ve mantık ilişkisinden bahseder. On yedinci yüzyılda John Locke, sözcüklerin anlamı ile düşünme ve iletişim kurma arasındaki ilişkiyle ilgili kimilerine göre felsefe tarihinde ilk dil kuramını geliştirmiştir. Daha sonra John Stuart Mill, günümüz dil felsefesinde temel bir konumu olan “gönderme” ile “anlam” arasındaki ayrımın ilk tohumlarını atar. On dokuzuncu yüzyıl sonlarında özellikle Ferdinand Saussure’nin dil üzerine yapmış olduğu çalışmalar hem dilbilimde çok etkili olmuş hem de göstergebilimin (semiyotik) ve yapısalcılığın (structuralism) gelişimine öncülük etmiştir. Ancak günümüzde “dil felsefesi” olarak anılan alanın geliflimi ancak yirminci yüzyılın başında özellikle Gottlob Frege ve Bertrand Russell’ın çalışmalarıyla başlar. Ludwig Wittgenstein ise, Tractatus Logico-Philosophicus adlı eseriyle dilsel ve mantıksal yapıyı anlamaya çalışmıştır.

DİL FELSEFESİ KURAMLARI

Fikir teorileri: “Anlam”ın işaretler tarafından çıkarıldığını, ve tamamen zihinsel içerikler olduğunu iddia eder. John Locke , George Berkeley ve David Hume gibi İngiliz ampirisist geleneği ile ilişkilidir. Bu görüş bazı çağdaş kuramcılar tarafından semantik içselcilik adıyla tekrarlanmıştır.
Gerçek- durumsal teoriler: Anlam, doğru ya da yanlış olabilen bir durumdur. Bir tümcenin çözümlemesi, matematik dilinde her neyse, doğal dilde de aynıdır. Mantık hem formel hem de doğal dillerin temelini oluşturur. Gottlob Frege bu görüşte öncü çalışmaları yapmıştır. Ona göre: anlam sayesinde bir nesneyi zihnimizde temsil edip onu adlandırırız; adın anlamı adın göndergesi olan nesneyi belirler ve anlamlar bir araya gelerek düşünceyi (ya da günümüz dil felsefesi terminolojisinde önermeyi) oluştururlar.
Dil kullanım teorileri: Anlamın konuşma eylemi ve belirli söylenen şeyler içinde- ilgisinde olduğunu, ifadelerin kendilerinden oluşmadığını savunur. Ludwig Wittgenstein öncüsüdür. Wittgenstein, toplulukların dil kullanımı hakkındaki sorgulamaları ile dikkat çeker. Dil özür dilemek, soru sormak, oyun oynamak, ikna etmek, güç gösterisinde bulunmak gibi önemli eylemleri gerçekleştirir. John Austin’in “söz edimleri” kavramı ve Wittgenstein’ın geç dönemindeki “dil oyunları” kavramı farklı açılardan buna dikkat çeker.
Referans teorileri ( veya semantik Dışsalcılık ) : Anlam işaretlere bağlıdır. Doğru ya da yanlış bir bildirimde bulunan bir tümceyi dile getirdiğimizde, söylediğimize bir anlam yükleriz ve böylelikle bir şeye gönderme(referans) yaparak onun hakkında bir bildirimde bulunuruz. Anlam kafada değildir. Sözcüklerin anlamları yalnızca o sözcükleri kullananların kafasında olup bitenlerle değil dış dünyada yaşananlarla da ilgilidir. Tyler Burge (1946 – ) ve Saul Kripke (1940 – ) , bu yaklaşımın öncüleridir.
Doğrulama teorileri : Anlamı doğrulama veya yalanlama yöntemiyle ilişkilendirir. 20. yüzyılda mantıksal pozitivistlerin tarafından savunulmuştur. Bir tümcenin anlamının, doğruluk koşullarıyla belirlendiğini savunur. Bir tümcenin anlamını kavramak, o tüm- cenin hangi koşullarda doğru, hangi koşullarda yanlış olduğunu kavramayı gerektirir. Bu kuramın maksimi: “anlam doğruluk koşullarıdır”. Bu kuramdan yola çıkarak, Mantıkçı Pozitivistler, klasik felsefenin metafizik tümcelerinin doğrulanabilir ya da yanlışlanabilir olmamalarından dolayı “anlamsız” ya da kendi deyimleriyle “saçma” olduğunu göstermeye çalışırlar.
Pragmatist(faydacı) teoriler: Cümlenin anlamı ya da anlaşılması, onun uygulamasının sonuçlarıyla belirlenir. C.S. Peierce ve 20.yy. faydacıları tarafından kabul görmüştür.

Yorum Gönder

0Yorumlar
Yorum Gönder (0)