Yaklaşık bir ay sonra ülkemizde ve dünyada yeni bir “8 Mart Uluslararası Kadınlar Günü “ kutlamaları yapılacak. Yine her yıl olduğu gibi alışılmış, sıradan ve içeriğine pek de inanılmayan politik mesajlar yayınlanacak, kadın örgütleri çeşitli etkinlikler düzenleyecek, günün anlamı vurgulanacak, kadınlara karşı artmakta olan şiddet olayları kınanacak. Sonra, 9 Mart günü, Türkiye’de ve dünyanın birçok ülkesinde, 7 Mart günü nerede kalmıştık anlayışı ile toplumlarda ve ailelerde kemikleşmiş eski davranışlar ve uygulamalar ile kadına yönelik dayatma, hor görme ve zaman zaman da cinayetlere varan şiddete geri dönülecektir.
Uluslararası Kadın Günü’nün tarihçesini öğrenmek için internette Türkçe olarak arama yapıldığında wikipediada şu açıklama ile karşılaşılmaktadır; “8 Mart 1857 tarihinde ABD’nin New York kentinde 40,000 dokuma işçisi daha iyi çalışma koşulları istemiyle bir tekstil fabrikasında greve başladı. Ancak polisin işçilere saldırması ve işçilerin fabrikaya kilitlenmesi, ardından da çıkan yangında işçilerin fabrika önünde kurulan barikatlardan kaçamaması sonucunda 129 kadın işçi can verdi. İşçilerin cenaze törenine 10,000 i aşkın kişi katıldı. 26-27 Ağustos 1910 tarihinde Danimarka’nın Kopenhag kentinde 2. Enternasyonel’e bağlı kadınlar toplantısında Almanya Sosyal Demokrat Partisi önderlerinden Clara Zetkin, 8 Mart 1857 tarihindeki tekstil fabrikası yangınında ölen kadın işçiler anısına 8 Mart’ın Dünya Kadınlar Günü olarak anılması önerisini getirdi ve öneri oy birliğiyle kabul edildi. Türkiye’de 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü ilk kez 1921 yılında ‘Emekçi Kadınlar Günü’ olarak kutlanmaya başlandı. 1975 yılında ve onu izleyen yıllarda daha yaygın ve yığınsal olarak kutlandı, kapalı mekânlardan sokaklara taşındı. ‘Birleşmiş Milletler Kadınlar On Yılı’ programından Türkiye’nin de etkilenmesiyle 1975 yılında ‘Türkiye 1975 Kadın Yılı’ kongresi yapıldı. 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’nden sonra dört yıl süreyle herhangi bir kutlama yapılmadı. …[i]”
Aynı arama İngilizce olarak yapıldığında yine wikipediada şu açıklama yer almaktadır; “(Bilinen) İlk Kadınlar Günü kutlaması 28 Şubat 1909 günü New York’ta yapıldı. Bu kutlama, Amerikan Sosyalist Partisi tarafından, 1908 yılında Uluslararası Kadın Tekstil İşçileri Sendikası’nın düzenlediği grevi anma amacıyla düzenlenmişti. Daha sonraları ileri sürülen iddiaların aksine 8 Mart günü böyle bir grev yapılmamıştı. 1910 yılının Ağustos ayında, Danimarka’nın Kopenhag kentinde toplanacak olan ‘Sosyalist İkinci Enternasyonal’ genel toplantısı öncesinde ‘Uluslararası Kadınlar Konferansı’ düzenlendi. Bu toplantıda, kısmen Amerikan sosyalistlerinden etkilenen Alman Sosyalist Luise Zietz herhangi bir tarih belirtmeksizin her yıl kutlanmak üzere ‘Uluslararası Kadın Günü’ önerisini ileri sürmüş, bu öneri sosyalist arkadaşı daha sonra komünist lider olan Clara Zetkin tarafından desteklendi. (17 ülkeden gelen 100 kadın)delege, bu öneriyi, kadınların oy kullanması dahil eşit haklarını gerçekleştirme düşüncesi ile kabul etti. İzleyen yıl, 19 Mart 1911 günü Avusturya, Danimarka, Almanya ve İsviçre’de bir milyonu aşkın kişi Uluslararası Kadın Günü’nü kutladı. Bu kutlamalar sırasında sadece Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nda 300 gösteri yapıldı. Viyana’da kadınlar Ring Sokağında (Ringstrasse) Paris Komünü şehitlerini onurla anan pankartlarla gösteri yürüyüşü yaptılar. (Bu gösterilerde) Kadınlar oy ve kamuda görev alma haklarının verilmesini istedi. Çalışma hayatındaki cinsel ayırımcılığı protesto ettiler. …[ii]” İngilizce dilinde yapılan aramada Birleşmiş Milletler’in resmi sitesinde Uluslararası Kadınlar Günü sayfasında da yukarıda değinilen İngilizceden çevrilmiş metne yakın bir bilgi yer almaktadır. Bu metinde sadece 1908 yılında New York kentinde grev olmadığı iddiasına yer verilmemiştir.
Yukarıda Türkçe ve İngilizce dilinde wikipediadan derlenen bilgiler özet olarak sunuldu. Aralarında önemli fark bulunmasına rağmen bu farkların üzerinde durmayacağım. Çünkü bu yazıyı yazıp, kutlamalardan erken bir tarihte yayınlamak istememin nedeni farklıdır.
Bu yazı için hazırlıklara başladığımda ulaşabildiğim “kadın tarihi” konusundaki ilk kitap, İngiliz feminist Mary Wollstonecraft (1759-1797) tarafından 1792 yılında “Kadın Haklarını Savunma” (Vindication of Rights of Women) ismi altında yayınlanmıştır. Bu kitabın Türkçesi 2015 yılında İş Bankası yayını olarak “Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi” başlığı ile çıkmıştır. İkincisi ise, ABD’li Doktor William Alexander tarafından 1796 yılında Philadelphia’da iki cilt olarak yayınlanmış görünüyor. Kitabın özgün adı: “The History of Women- From the Earliest Antiquity to the Present Time” olup dilimize “Kadınların Tarihi-En Erken Antik Dönemden Günümüze” olarak çevrilebilir. Bu iki kitaptan daha önce kadın tarihi konusunda yayınlanmış kitaplar var ise, bunlara erişememek benim kusurum olmuştur, o nedenle de hem okurdan hem de varsa o kitapların yazarlarından özür dilerim. Wollstonecraft’ın 1792 de yayınlanan kitabının 10 uncu bölümü “Ulusal Eğitim” başlığını taşıması, bence kendi eğitim tarihimizi anımsadığımızda üzerinde dikkatle düşünmemiz gereken bir husustur.
Benim bu yazıda sorgulamak ve okurların da sorgulamasını istediğim husus, ülkemizde Dünya Kadınlar Günü’nü ne denli bilgili ve bilinçli olarak kutladığımızdır. Diğer bir deyişle, Dünya Kadınlar Günü’nü kutlarken, ülkemiz ve dünya tarihi boyunca kadınların karşı karşıya bırakıldığı zorluklar, dayatmalar, haksızlıklar, ayırımcılık, kıyımlar, şiddetler ve zulümleri biliyor muyuz, biliyorsak ne kadarını biliyor ve ne kadarını anımsıyoruz? Bu yazımla okurlara bilgiçlik taslamak niyetinde değilim. Çünkü, ben bu konudaki kendi cehaletimi gidermek için okuduğum bazı kitaplardan yapacağım çeşitli alıntılarla, henüz bu kitapları okuma fırsatını bulamamış insanlarımızı bu kitaplardan en az birini, 8 Mart 2016 Dünya Kadınlar Günü kutlamalarından önce okumaya özendirmeye çalışmaktır. Bu yazımı okuma fırsatını bulanlara da bir önerim olacak. 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nden önce tanıttığım bu kitaplardan en az bir veya ikisini kendileri satın alıp okudukları gibi, eşlerine, kız ve erkek çocuklarına mutlaka okutmalarını isterim. Hatta ekonomik olanaklarının el verdiği boyutta, sevdikleri arkadaş ve dostlarından hiç olmazsa birkaçına bu kitaplardan hediye ederek onların da bu konuda bilgilenip bilinçlenmelerine katkıda bulunmalarını isteyeceğim.
Kitapları tanıtma sıralamam kitaplara verdiğim önem önceliklerimi göstermemektedir. Tanıtım sıralamamın temelinde, önce kendi ülkemizin kadın tarihi konusunda bilgi sunan bir kitabı tanıttıktan sonra, Avrupa kadın tarihine ilişkin bilgi veren kitapları tanıtarak dünya kadın tarihi konusunda bir bütünlük sağlamaktır. Daha sonra yeniden ülkemiz kadın tarihine yönelik olarak okuduğum kitapların tanıtılmasına geçilecektir. Bunu izleyecek şekilde kadınların dinler tarihindeki yeri konusunda bilgi veren bir kitabı tanıtıp, sonra da İslam dininde kadının durumunu incelemiş iki ilahiyatçının kitaplarına yer vereceğim. En sonda da günümüz Türkiye’sinde ve dünyasında kadının durumunu değerlendiren bir kitabı tanıtacağım.
Tanıtımları bitirdikten sonra da genel bir değerlendirme sunacağım.
Okur bu sunum bölümünden sonra, kitap başlıklarına ve yazarlara bakarak dilediği kitap tanıtımını okuyup son bölüme geçebileceği gibi, tanıttığım sıra ile tüm kitap tanıtımları okuduktan sonra hangi kadın tarihi konusunda bilgilerini pekiştirmek için hangi kitaptan başlayacaklarına karar vermeleridir. Benim önerim ikinci yolun seçilmesidir.
Kitapları lise bitirmiş kız çocuklarının yanında mutlaka erkek çocuklarına okutulmasını önemsiyorum. Çünkü, bu kitaplar erkek çocuklara da, hem cinslerinin tarih boyunca kadına yaptıkları baskı, dayatma, hatta zulüm, işkence ve şiddete varan davranışların kadınlarda açtığı bireysel ve toplumsal yaraları ve kötülükleri öğreterek, başta kız kardeşleri ve anneleri olmak üzere diğer kadınlara saygılı olma bilincini kazandıracağını ve gelecekte eşlerine sevgi yanında saygı duyma duygusunu pekiştireceğine inanıyorum.
“Osmanlı Kadın Hareketi” Serpil Çakır, Metis Yayınları
İlk basımı 1994 yılında yapılan bu araştırma kitabının dördüncü basımının ancak Kasım 2013 yılında yapılabilmiş olmasında hepimizin büyük kusuru ve vurdumduymazlığı olduğunu düşünüyorum. Düşünün ülkemizin kadın tarihi konusunda çok önemli yeri olan bu kitap 19 yılda sadece dört basım yapabilmiştir. Her basım 1,000 kitap olarak yapıldı ise 19 yılda 4,000 kitap okuyucuya sunulabilmiş demektir. Her basım 2,000 adet ise, okuyucuya sunulabilen 8,000 adet olmuştur.
Türkiye İstatistik Kurumu’nun 2013 yılı için belirlediği hane halkı sayısı 20,220,578 dir. Bu durumda, Osmanlı Kadın Hareketi kitabının piyasaya sürülen sayısının 8,000 olduğunu ve kurumsal (kütüphaneler, özel/kamu kurumları) satın alması olmadığını ve son basımın tümünün satıldığını varsayarsak (20,220,578/8,000=2,527.6) yaklaşık 2,500 haneden sadece birinde bu kitabın bulunduğu sonucuna varabiliriz. Hesaplamayı bir başka türlü yaparsak, 2014 yılında ülkemizde 15 yaş üzeri kadın ve erkek nüfusu sırasıyla 29,532,327 ve 29,301,147 dir. Buna göre Osmanlıda Kadın Hareketi kitabı (29,532,327/8,000=3,691) yaklaşık 3,700 kadından birine veya kadınların sadece (8,000/29,532,327=0.00027089) on binde 2.7 sine ulaşabilmiştir. “Okunmuştur” yerine “ulaşabilmiştir” sözcüğünü kullanmamın nedeni, akademik değeri yüksek bu tür kitapların her satın alan tarafından baştan sona okunduğu konusunda emin olamamamdır. Kaldı ki, bu kitapların büyük çoğunluğunun Prof. Dr. Çakır’ın öğrencileri tarafından satın alındığı düşünüldüğünde öğrenci dışı insanlarımızın bu kitaba erişimi çok daha düşük oranlara inecektir. Benim yaptığım bu küçük hesaplamayı karamsar buluyorsanız, siz her kitabın en az 2 veya 3 kişi tarafından okunduğu varsayımına göre kendi hesabınızı yapın ferahlıya biliyorsanız ferahlayın.
Benzeri hesaplamaları tanıtımını yapacağım diğer kitaplar için yapmayacağım. Dileyen okur yukarıdaki veriler ışığında kendisi yapabilir.
Bu veri değerlendirmesinden sonra şimdi kitabı tanıtacak nitelikte alıntılar yapmaya başlayabilirim. Alıntılayacağım metinler kitapta, özgün metine sadık kalmak amacıyla, ilk yayınlandıkları dönemin Osmanlıca şekliyle verildiğinden bunlardan bazılarını güncel Türkçemize çevireceğim veya gerekli sözcüklerin güncel dilimizdeki karşılıklarını parantez içinde vereceğim ki genç kuşaklar da kolayca anlayabilsinler.
İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Serpil Çakır, Osmanlı Kadın Hareketi isimli kitabını, yaklaşık 1868-1915 döneminde yoğunlukla İstanbul’da yayınlanan çeşitli kadın dergilerinde yer alan yazıları ve bu dergilere gönderilen mektupları temel alarak hazırlamıştır. Dolayısı ile o dönemde Osmanlı Devletinde yaşayan kadınların duygu ve düşüncelerinin özgün sesini yansıttığını söylemek doğru olur.
Çakır, kitabın giriş bölümüne çok doğru olarak “Erkek Tarihinden Kadın Tarihine” başlığını vermiştir. Bir düşünün şimdiye kadar okuduğunuz tarih kitaplarında hiç kadından bahsedildiğini veya kadınların tarihine ilişkin dilimizde kendi yazarlarımızca yayınlanmış bir kitabı anımsıyor musunuz? Yanılmıyorsam, saray entrikalarında rol almış birkaç valide sultan veya padişah eşinden başkasına tarih kitaplarında değinildiğini anımsayamazsınız.
Çakır’ın kitabının bu bölümünün ilk sayfasında yer alan ve çok önemli bulduğum iki küçük paragrafı sizlerle paylaşmak isterim. “Biz kadınlar yıllarca kendi geçmişimizden habersiz yaşadık. Geçmişimizdeki bu bilinmezliği neye borçluyuz (!), tarih gerçeği olduğu gibi gösteriyor mu?[iii]” Kadın tarihinin ülkemizde ve dünyada inatla ve ısrarla örtüle gelen örtüsünü aralayan kitaplardan birisi Çakır’ın bu kitabıdır. Kadın tarihine ışık tutan diğerlerinden okuyabildiklerimi de bu yazımda sizlere tanıtmaya çalışacağım. Kitabın Giriş bölümünden alıntılamak istediğim diğer küçük paragraf ise şöyledir; “Oysa bilmeden, tanımadan, yaşanmadan kadın gerçekliği ortaya konamaz ve gerçekçiliği hakkında bize ulaştırılan bilgiler de önyargılardan bağımsızlaştırılamaz. Bu nedenle, önyargılarla dolu bilgilerin yani bilgisizliğin yerine kadınlar için yeni bilginin oluşturulması gereklidir. Bu bilgiyi oluşturacak olan ise, bu pratiği yaşayan kadınlar olacaktır (sayfa 12)” Çakır, izleyen sayfada 1882 yılına kadar kadına Osmanlı istatistiklerinde yer verilmediğini kaydediyor. Kadını bırakın insan yerine koymayı sayısal bir veri olarak belirtmeye bile gerek görmemiş Osmanlı İmparatorluğu.
1868 yılında yayına başlayan “Terakki” (gelişme-ilerleme) gazetesi, 1869 yılında haftada bir çıkardığı “Terakki-i Muhadderat” başlıklı dergisinde kadınların mektuplarına yer vermeye başlamıştır. Derginin adında yer alan sözcüklerin Ferit Devellioğlu’nun Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgatı’ndaki karşılıkları şöyledir; Muhadderat: Kapalı, örtülü, namuslu kadınlar, Müslüman kadını (sayfa 795) ve Terakki: yükselme, ilerleme (sayfa 1299). Dolayısı ile derginin adını “Müslüman kadının İlerlemesi” veya “Örtülü Kadınların ilerlemesi” olarak günümüz diline çevirebiliriz. Bu derginin beşinci sayısında Rabia imzası ile yayınlanan bir yazıda yer alan bir paragrafta şunlar belirtilmektedir; “Şurasını iyi bilmek gerekir ki, ne erkekler kadınlara hizmetkâr, ne de kadınlar erkeklere cariye olmak için yaratılmıştır. Erkekler hüner ve marifetleri ile hem kendilerini, hem de hepimizi geçindirebiliyorlar da, biz niçin bilgi ve hüner kazanmaya kudretli olamıyoruz? El ve ayak, göz, akıl gibi vasıtalarda bizim erkeklerden ne farkımız vardır? Biz de insan değil miyiz? Yalnız cinsimizin ayrı oluşu mu bu halde kalmamıza sebep olmuştur? Bunu hiçbir sağduyu sahibi kabul etmez. Eğer böyle olmak gerekse idi, Avrupa kadınları da bize benzerdi. Bilgiden yoksun kalmamıza meşru örtünmemiz sebep gösteriliyorsa ona da taşrada bulunan kadınlarımızı göstermekle yetinirim. Çünkü onlar erkeklerine her çeşit hizmette yardım etmekte, erkeklerle beraber çalışmaktadırlar (sayfa 24).” Rabia hanımın adının Arapça anlamı “dördüncü” sözcüğünün dişil şeklidir. Bu hanıma babası, özgün ve anlamlı bir sözcükle isim vermek yerine, beklediği erkek çocuk dünyaya gelmediği, doğan dördüncü kızı veya çocuğu olduğu için sadece sayısını belirten bir isim koymaya değer bulmuş herhalde.
1895-1908 döneminde 13 yıl boyunca yayını 604 sayısına ulaşan “Hanımlara Mahsus Gazete”den alıntılanmış bir paragrafın dilini güncelleştirerek alıntılıyorum; “Bir toplum ailelerin birleşiminden oluşur. Ailede bir bölüm yani erkekler bilimsel bilgiyle donanır ve kadın yoksun kalırsa, o aile ve bunlardan oluşan toplum pek ileri gitmez. (Ailenin ve toplumun) tüm üyelerinin bir arada gelişmesi lazımdır. … Kadın ne derecede bilgili olursa onun terbiye kucağında büyüyecek çocuk o kadar yüksek terbiye görür. İleride üyesi olduğu toplumun gelişmesine, mutluluğuna çalışacak (olan) bu çocuktur (sayfa 28).” Erkeklerle eşit düzeyde eğitim almasına izin verilmeyen bir kadın, ülkesinin ve toplumunun geri kalmışlığına koyduğu bu tanı ile, yaşadığı devrin tüm okumuş erkeklerine ve yöneticilerine önemli bir ders vermiştir.
İsmet Hakkı Hanım, İkdam gazetesinde yayımlanan yazısında kadınların ikinci sınıf muamelesi görmelerine şu cümlelerle isyan etmiştir; “Bizler şu asrın gelişmesinden ne hisse alacağız? Yine o tepile tepile, eğitile eğitile maziye karıştı zannettiğimiz üzüntülerle mahrumiyetlere mi boyun eğeceğiz? Hayır, hayır artık çok çektik yetişir. Evet, artık bu yeknesak siyah gölgelerde bu gaflet yüküne, hissiz, mütevekkil katlanmak istemiyoruz (sayfa 33).”
Osmanlı Devletinde toplumsal konumlarına ve geri bırakılmalarına isyan eden kadınlar, dünyadaki gelişmeleri de yakından izlemekteydiler. Bu konuda kitaptaki birçok örnekten birini buraya alıntılıyorum. İsmet Hakkı hanım, Demet Dergisi’nde 1906 yılında yayımlanan yazısında, “… Erkeklerin doğaca aklen kadınlara daha üstün olduğu neden iddia ediliyor? Çünkü onlar daha iyi tahsil ediyor. Doğalarındaki zekâyı, sanat, fen ile tamamlıyorlar. O halde henüz aynı fırsatlardan yararlanmayan kadınları aşağıdır diye hakir görmek pek insaflıca bir davranış olmaz zannederim. … Madam Küri bugün Sorbon’da ders veriyor. Fransa hukuk, tıp mektepleri erkek kadar kadın talebe alıyor. Pek beğenilen İngiltere’de de sufrajetlerin (oy hakkını savunan kadınlar) şiddet ve metanetleri pek büyüktür. Bunlar bize aynen göstermiyor mu ki, kadınlar da erkekler kadar gelişmeye ve yükselmeye kabiliyetlidir (sayfa 35).”
Osmanlı Kadın Hareketleri kitabında yer alan ve 1911 yılında Kadın Dergisinde yayınlanmış bulunan “Kadınların Fikri ve İçtimai Terakkisine Çalışır Risale” kesinlikle bir kadın isyanının manifestosudur. Tamamının mutlaka okunması gerekir diye düşündüğüm, gerek bu kitap ve gerekse içindeki uzun metinden iki paragraf alıntılamak isterim. Bu kitapçık (risale), kitapta tanıtım bilgileri yer alan “Beyaz Konferanslar” çerçevesinde yapılan bir konuşmanın metnidir. Bu kitapçıkta yer alan bir kadın çığlığı şu sözcüklerle dile gelmiştir; “Akşam bir okka (1283 gram) ekmekle hayatı, mukaddesatı (kutsal sayılan her türlü inancı) satın alınan bu biçareler her şeylerini mülevves (kirli, pis) bıyıklarını burarak emreden erkeklere medyundurlar (borçlu hissederler). Onların dini, vicdanı, izzet-i nefsi (onurları), namusu, fikri, hissi yoktur; bir köpek gibi vahşi ağır tekmeler altında inler; ayaklar öper; namusuna söğülür, sükût eder (susar); izzet-i nefsi (onuru), bir kadın için her şeyi demek olan izzet-i nefsi ayaklar altına alınır, ağlamakla mukabele eyler. Hele ses çıkarsın, Allah’ın söylemek için yarattığı dilini biraz tahrik etsin (hareket ettirsin)bütün bu hakaretlerle, dayaklarla teskin edilemeyen (yatıştırılamayan) vahşetin son şekli ‘Boşsun mel’un’ istifra’ı (sözlerinin kusulması) olur (sayfa 68).” Kitapçıktan alıntılayacağım ikinci feryat şu cümleleri içermektedir; “Maarif her şey iken daha dün, hepimiz biliriz, leyli (yatılı) bir kız mektebi için söylenmedik söz, edilmedik bühtan (iftira) kalmadı. Niçin? … Din mi müsait değildi? Hâşâ, dinimiz, o din-i muhterem, noksan kabul etmez. ‘Kadınları cahil bırakınız, okutmayınız ‘ diyen bir din (anlayışı) bence münkerdir (dini inkâr etmektir). O halde, … Bu en kuvvetli maniadan (engelden) sonra anlıyorsunuz ki, hanımlar, bunda yine erkeklerin, o hodbin mahlukların bayağı bir rolü ta’assubdan (bağnazlık) ziyade bir müdhikesi (gülünçlüğü) var. Maksat pek açık, pek aşikâr: Bizi mazlum, küflü, sefil bırakmak istiyorlar. Tenevvür (aydınlanma) onların işine gelmez. Çünkü zulmetler haydutların hem-razıdır. Çünkü şu gece açılsın, onların bütün içtimai sirkatlerini (toplumsal hırsızlıklarını), cinayetlerini göreceğiz. Şimdiye kadar topraklara gömülen kadınlık dirilecek; artık ne muştalayacakları sine (demir parçası ile vuracakları göğüs), ne kıracakları kafa kalacak; artık ‘Seni boşarım, mel’un’ diyen mülevves diller kuruyacak, tekmelemek için kalkan ayaklar kırılacak (sayfa 70).” Yüzyıllardır altında ezildikleri zulmün biriktirdiği öfkeyi dile getirme yanında özgürlüklerine kavuştukları günü nasıl özlemle beklediklerini açıkça dile getirmiş yazan kadın. Bir başka yazıdan alıntılanmış bir paragrafı da sizlerin dikkatine sunmak isterim. “Evet biz Osmanlı kadınları bir inkılâp yapıyoruz. Bunda şüpheye mahal yok. Fakat bir inkılâbı temin ve idame etmek, onu vücuda getirmekten pek güçtür. Maksad-ı esası (Temel amacı) onu avamil (sebepler) ve müessiratıyla idame etmek (etkin olarak sürdürmek) ve netayic-i müfide (faydalı sonuçlar) göstererek kökleştirmek nesil-i müstakbele (gelecek kuşaklara) numune (örnek) olarak tevdi etmektir (sayfa 126).” Prof. Dr. Çakır’ın nitelikli araştırmasından buraya kadar alıntıladığım birkaç cümle dahi Osmanlı toplumundaki kadınların Cumhuriyet devrimlerini, nasıl susamışlıkla ve özlemle beklediklerini göstermeye yeterlidir. Osmanlıda Kadın Hareketleri kitabından yapılacak yüzlerce alıntı var. Ancak kitabı okuma keyfinizi korumak için birkaç alıntı ile bu tanıtımı tamamlamak istiyorum. “Osmanlı-Türk sivil konutlarının başlıca özelliği, pencerelere kafesler ya da yüksek duvarlarla çevrili, kapalı mekân olmasıydı. İster saray, ister konaklarda olsun, kadınların oturduğu yer erkeklerden ayrılmış; kadın ve erkeğin birbirini görmesi, her türlü söz alışverişinde bulunması yasaklanmıştı. … Konaklarda sadece harem dairesindeki pencereler kafesli olurken, zaten küçük olan halk evlerinde hareme rastlanmaz, ancak evin tüm pencereleri kafesli olurdu. Kadının kapalı yaşamına önemli bir gösterge de Osmanlı mahallelerinin temel özelliği olan ‘çıkmaz sokak’ olgusuydu. Kadının gideceği ve gezeceği yerler devlet tarafından sınırlanmıştı. Hangi araçlara bineceği, araçların hangi bölümünde oturacağı, nerelerden alışveriş yapacağı, hangi camilerde ibadet edeceği en ince noktasına kadar fermanlarla düzenlenmişti (sayfa 158-159).” Bu satırlar, eski Osmanlı kentlerinde çıkmaz sokakların neden bolca var olduğunu da öğretiyor. Ancak, kadının aklını örtmeye çalışan ve emeğini dışlayan yönetimler ve anlayışlar, toplumun kendisi için de bir çıkmaz sokak oluşturmuştur.
Osmanlı toplumundaki kadının içinde bulundurulduğu cendereden ve bunun yarattığı toplumsal sorunlarından yakınanlar sadece kadınlar değildir. Çok seyrek olsa da, vicdanın sesini dinleyen uygar bir toplum özlemi çeken erkekler de vardır. Meclis-i Mebusan Başkatibi Mustafa Asım bey, Osmanlı toplumunu “kadınsız millet” olarak tanımlıyor. “… memleketimizdeki maddi, manevi bütün harabelerin, bütün çirkinliklerin arkasında ben yalnız tek bir şey görüyorum: Kadınsızlığımız. … Kadınlarımızın cehaleti filan demiyorum, dikkat buyurulur mu, ‘kadınsızlığımız’ diyorum. Çünkü Allah başka milletlerin başına vermesin, biz öyle bir haldeyiz ki, onu tarif için ‘kadınsız millet’ demekten başka çare yoktur. Ah! Hanımefendiler, Bulgar kadınları da cahil, Sırp kadınları da cahil, Rus kadınları da cahil … Fakat biz o türlü cahiliz ki, cehaleti nasıl diyeyim hariz-i can (tılsım) ediyoruz. Cehaletimize dokunan, en büyük düşmanımız oluyor. Cehaletimiz gider, hatta bir nebze eksilir diye, nerede bizden farklı insanlar varsa onlardan uzak kaçar, mahallelerin içlerine, evlerin içlerine, en içlere çekiliriz. Evlerimizin etrafını duvarla örter, perdelerin, kafeslerin, kepeneklerin önleri tahta havaleler çeker, kapanırız; evet hep örtünürüz, kapanırız, saklanırız, gizleniriz. Fakat kimden? Neden? Emin olunuz öğrenmekten, bilmekten; yani nurdan ve ziyadan (ışıktan) kaçarız (sayfa 163-164).” Kadının gelişmesini ve kişiliğini törpüleyen bu yoğun baskı rejimine rağmen, ailesince medeni cesareti yüksek şekilde yetiştirilen sınırlı sayıda kadının karşılaştığı sorunları da Nesrin Salih isimli bir kadın 25 Mayıs 1329 (1913-14) günü “Türk Kızları” başlıklı yazısında dile getirmiştir. Bu yazıdan kısa bir alıntı sunmak isterim; “Bir parça iyi giyinen bir kadın, bir parça serbest olan bir hanım ve iyi söz söyleyen hatta (kendisini) müdafaa etmesini bilen bir genç kız, onlarca, namussuz ve ahlaksızdır. Fakat asıl hafi (gizli) ahlakı, namusu, dini bilmeyen, fakat en âlim geçinen bu kısım, en çok kadınlara tecavüz ve taarruz edenlerdir. Hatta zevciyle (kocası ile) ve biraderiyle giden kadın, bunların dillerinden taarruzlarından kurtulamaz. Attığımız her hatvede (adımda) bunlardan birine muhakkak tesadüf edeceksiniz. … Vapur iskelelerinde, tünelde, şimendifer bekleme mahallerinde, çarşıda, her yerde … Adi tecavüzlerine de tahammül edeceksiniz. Bunlara bir parça terbiyelerini, ahlaksızlıklarını göstermek için durdunuz mu? Artık bütün suç ve kabahat sizdedir. Çünkü terbiyesiz, çünkü zelil ve adisiniz, çünkü siz hakkınızı müdafaa ediyorsunuz. Bir polise de söyleyemezsiniz. O da birkaç kelimeyle bu halkı dağıtmaktan başka bir şey bilemez, çünkü polis de, … tenha gördüğü yerde, vazifesini unutacak derecede taşkınlıklarda bulunur (sayfa 169-170).”
Osmanlı kadınları içinde örtünmek zorunda bırakıldıkları giysilere ve örtülere de bilgili ve bilinçli bir karşı çıkış vardır. Çakır’ın bu konuda seçtiği alıntılardan birini paylaşmak istiyorum. “Şeriat-ı Muhammediye’de peçe yoktur. ‘Vardır’ diyenler ispat etsin. Eğer şeriatta peçe olsa hîn-i şahadette (şahitlik durumunda) hâkim ‘yüzünüzü açın’ teklifinde bulunmazdı. Demek bir mesele hakkında bir kadın şahadet edecek olursa, yüzünü açık bulundurmak mecburiyetindedir. …(sayfa 181).” Osmanlıda Kadın Hareketleri kitabında Osmanlı kadınlarının peçeye ve tesettüre karşı çıkışlarına ilişkin çok ilginç yazı örnekleri olduğu gibi, kadınların giyim kuşamları için çıkarılan fermanlardan da örnekler vardır. İnsan bir kitabı okuduktan sonra, zaman zaman “ben bu kitabı neden daha önce okumadım” der ya, işte Osmanlıda Kadın Hareketleri de, bana göre, o türden bir kitaptır. Ben altını çizerek okuduğum bu kitaptan çok şey öğrendim. Zaman zaman döner kenarını kıvırdığım sayfalara göz atarım. Bana göre her evin kütüphanesinde mutlaka bulunması ve hem kadınların hem de erkeklerin okuması gereken bir kitaptır. 342 sayfa olan kitapta çokça eski sözcükler olmasından endişe etmeyin, zira yazar günümüzde kullanımı kalmamış sözcüklerin yanlarına günümüz sözcüklerini parantez içinde koymuştur. Bu kitaptan, Osmanlı toplumunun içinde bulunduğu ortamda, büyük büyük annelerinizin yaşadığı koşulları öğrenecek ve böyle bir düzenin geri getirilme arzularına, daha bilinçli karşı durmanızı özendirecektir.
Bu kitapta alıntılar yapılan tüm dergilerin tam metinlerinin günümüz diline çevrilerek yayınlanması ülkemiz ve insanlarımız için büyük bir kazanç olacak ve Osmanlı toplumunu tam olarak tanımamızı sağlayacaktır.
“Kadın ve Sosyalizm”, August Bebel, Agora Kitaplığı
August Bebel (1840-1913)önde gelen Alman sosyalistlerindendir. İlkel toplumlardan 19 uncu yüzyılın son çeyreğine değin kadının toplumlardaki konumunu, yaşadığı baskı, zulüm ve sorunları incelediği “Kadın ve Sosyalizm” isimli kitabını 1879 yılında yayınlamıştır[iv]. Kitap, yayınlanır yayınlanmaz geniş bir çevreden olumlu ve olumsuz yaygın tepkiler almıştır. Kısa sürede birçok yabancı dile çevrilmiştir. 1895 yılında 25 inci, 1909 yılında 50 inci basımı yapılmıştır. Bebel, 1895 yılında 25 inci baskı için yazdığı önsözde, kitabın Londra ve New York’ta olmak üzere iki kez İngilizceye çevrilmesinin yanından Rus, İtalyan, İsveç, Danimarka, Polonya, Flaman, Yunan, Bulgar, Romanya, Macaristan ve Çekoslovakya dillerine de çevrildiğini yazmıştır. Kitabın çevrisi ülkemizde ilk kez 2013 yılında basılıyor ve hâlâ ikinci baskısı yapılmış durumda değil. Almanya’da yayınlanmasından 134 yıl ve diğer dillere çevrilmesinden 120 yıl kadar sonra ülkemiz okuru dünya kadın tarihi konusunda çok önemli bir kitapla tanışma fırsatı yakalamış oluyor. 526 sayfa olan bu kitap geniş bir zaman yelpazesini kapsadığı gibi, incelediği her dönem için zengin bilgiler içermektedir. Prof. Dr. Serpil Çakır’ın “Osmanlıda Kadın Hareketleri” isimli kitabından sonra okurlarıma dünyada ve özellikle de Alman toplumunda kadınların tarihi konusunda geniş bilgi içeren ve yayınlandığını izleyen yıllarda büyük tartışma konusu olan kitabın tanıtımını, tadımlık ve okuma arzusunu besleyecek alıntılarla, yapmanın uygun olacağını düşündüm.
Bebel’in kitabını tanıtmaya, giriş bölümünde yer verdiği birkaç gözlemi ile başlamak istiyorum. “… bir çok kişi, kadın sorunu olmadığını iddia eder, çünkü şimdiye dek kadının işgal ettiği ve gelecekte de işgal etmesi gereken konum, onu eş ve anne olarak belirleyen ve yuvayla sınırlayan ‘doğa mesleği’yle verilmiştir. Dört duvar dışında olup bitenler ya da ev içi görevleriyle yakın bağıntıda olmayan şeyler kadını ilgilendirmez (sayfa 2).” “ … kadının bedensel ve ruhsal açıdan bağımsız olması ve böylelikle diğer cinsin lütfuna ve merhametine bağımlı kalmaması için ekonomik açıdan da bağımsız olması gerektiği söylendiğinde sabırları taşıyor, öfkeleri kabarıyor ve ardından ‘zamanın çılgınlığı’ ve ‘delice hak eşitliği çabaları’ üzerine şiddetli bir suçlama seli geliyor(sayfa 3).” Bu söylemlerin okura hiç de yabancı gelmediğine eminim.
Bebel, “İlkel Toplumda Kadının Konumu” başlıklı bölüme şu saptama ile başlamış; “Kadının ve işçinin ortak yanı, ezilen olmalarıdır. Bu baskının biçimleri zaman içinde ve çeşitli ülkelerde değişti ama baskı kaldı(sayfa 11).” Kuşaklar boyu süren kadına baskının toplumda ve kadında yol açtığı anlayış konusunda da, Bebel şu gözlemde bulunmuştur; “Kuşaklardan beri süregelen koşullar sonuçta alışkanlık halini alır ve kalıtım ile eğitim bunun her iki taraf açısından ‘doğal’ görünmesine yol açar. Bu sebeple, özellikle kadın, bugün hâlâ aşağı konumunu doğal bir hal olarak kabulleniyor ve ona bunun onursuzluk olduğunu, erkekle eşit, toplumun her açıdan aynı değere sahip bir üyesi olmaya çalışması gerektiğini kavratmak kolay değildir (sayfa 12.” Bebel bu gözlemlerini şu saptama ile tamamlamış; “Kadın, köleleşen ilk insandır. Kadın, köle var olmadan önce köle olmuştur (sayfa 12).” Bebel, kadının ilk köle olduğunu ileri sürmesine karşın, kitabın ilerleyen sayfalarında ünlü Yunan tarihçisi Heredot’tan yaptığı bir alıntı ile tarihte kadının egemen olduğu dönemlere ilişkin şu saptamayı aktarıyor; “Bir Likyalıya kim olduğunu sorduğunuzda, cevap olarak kendi adını, annesinin adını verir ve ana soyundan diğer kadınları sayarak böyle devam eder. Bundan da öte, özgür doğmuş bir kadın bir köleyle evlendiğinde, çocukları özgür vatandaş olur, fakat özgür bir erkek yabancı bir kadınla evlense veya metres tutsa, o zaman çocuklar –erkek, devletin en yüksek kişisi dahi olsa- bütün vatandaşlık haklarından yoksun kalır (sayfa 26).” Okurların çok iyi bildiği üzere Likya, Batı Anadolu’nun Teke Yarımadasında (bugünkü Antalya ili) M.Ö. 2 binli yıllarda yaşayan bir devlettir. Bu arada şunu da belirtmeliyim ki, Heredot’un “Tarih” isimli kitabını okuduktan sonra ülkemizi gezmek çok daha farklı bir keyif veriyor.
Bebel, antik çağ Yunan toplumunu anlattığı bölümde ana soyluluktan baba soyluluğa geçişin kadının toplumdaki yerini etkileyişini de ayrıntı ile ele alır. Bu bölümden iki kısa alıntı yapacağım. “Kadının özgürlüğü artık son bulmuştur. Evden dışarı çıktığında, başka bir erkeğin arzusunu uyandırmamak için örtünmek zorundadır (sayfa 40).” Bebel, bu dönemde kadının konumunu anlatmayı şu gözlemlerle sürdürüyor; “Kadın gerçi erkeğin yatağını paylaşır, ama masasını paylaşamaz, ona adı ile hitap etmez, ‘Bey’ der, onun hizmetçisidir. Resmi olarak hiçbir yerde görünemez, sokakta her zaman örtülü ve son derece basit giysili dolaşır. Zina yaptığında Solon yasasına göre suçunun cezasını hayatıyla ya da özgürlüğü ile ödemek zorundadır. Erkek onu köle olarak satabilir (sayfa 40).” Aynı bölümde, özellikle zengin ve yüksek statüdeki erkeklerin yaşamında “hetereliğin” nasıl kurumsallaşmış yeri olduğu da anlatılmaktadır.
Kitap Yahudilik inancının geliştiği uzun süreci de mercek altına almakta bu inanç sistemi içinde kadının haklardan yoksun oluşu ve evliliğin nasıl bir temele dayandığını da incelemektedir. “Kadının Yahudilerde daha sonra aldığı düşük konumun bir başka göstergesi, kadınların bugün (1870 ler ) bile sinagogda, erkeklerden ayrı bir yerde ibadete katılmalardır, duaya dahil edilmezler. Eski Yahudi görüşüne göre kadın cemaate dahil değildir; o, dini ve siyasi bakımdan bir sıfırdır. On erkek bir araya geldiğinde, beraber ibadet yapabilirler. Sayıları ne olursa olsun kadınlar bunu yapamaz (sayfa 34).”
Bebel, Roma İmparatorluğu döneminde kadınlar üzerindeki baba egemenliğinin babanın yaşadığı sürece evli kadın üzerinde de devam ettiğine ve evlenme şekil ve usullerine ilişkin örnekleri anlatmakta ve giderek bu ülkede ahlaki yozlaşmanın nasıl başlayıp sürdüğünü ve çöküntüye gidiş sürecini de açıklamaktadır.
Hıristiyanlığa göre kadın, yeryüzüne günahı getiren ve erkeği mahveden, pis baştan çıkarıcıdır. Bu sebeple havariler ve kilise papazları evliliği her zaman, bugün (1870 ler)fahişelik için söylendiği gibi, zorunlu bir kötülük olarak gördüler. Tertullian (160-240) şöyle sesleniyor: ‘Kadın, sen sürekli paçavralar ve yas içinde dolaşmalısın, insan soyunu mahvettiğini unutturmak için, gözlerin yaşla dolu olmalı, bakışların pişmanlığı göstermelidir. Kadın! Sen cehennem kapısısın!’ Ve ‘İnsan soyu yok olsa da, evlenmeme yolu seçilmelidir (sayfa 62-63).” Kitapta, bu görüşlerin nasıl evlenme karşıtlığını beslediğini ve en azından din adamlarının evlenmemesinin nasıl kurumsallaştığı da anlatılmaktadır.
Kitap erken Hıristiyanlık döneminin önde gelen ilahiyatçılarından ve İncil’den yaptığı alıntılarla kadının en azından bu inanç sisteminde modern çağlara değin nasıl ötekileştirildiğini açıklamıştır. Bu alıntılardan sadece birini buraya aktaracağım. Bu, İncil’in ekinde yer alan aziz Pavlus’un, Korintli’lere gönderdiği mektupta yer almaktadır: “Kadınlarınız topluluk içinde sessiz kalsın, çünkü onların konuşmasına izin verilmemelidir, onlar yasanın da söylediği gibi kul olmalıdırlar. Fakat bir şeyler öğrenmek istiyorlarsa, bırakın evde erkeklere sorsunlar. Topluluk içinde konuşmak kadına yakışmaz (sayfa 63).”
Ortaçağda, kadınlar eskiden karşı karşıya kaldıkları zulümlere yenileri de eklenmiştir. Bu dönemde güçlü konum elde eden toprak ağaları, topraklarında yaşayan kadın ve erkeklerin efendisi konumunu elde etmiş ve onların yaşamını belirleme hakkına da sahip olmuştur. Bu döneme ilişkin olarak kitaptan iki alıntı yapmak istiyorum. “Toprak ağası, serfleri ve kulları üzerinde neredeyse sınırsız tasarruf hakkına sahipti. On sekiz yaşına basmış her erkeği ve on dört yaşına basmış her kızı evlenmeye zorlamak onun hakkıydı. Erkek için kadını, kadın için erkeği seçebilirdi. Dul erkek ve kadınlar üzerinde de aynı hakka sahipti. Tebaalarının efendisi olarak kendisini, kadın serfleri ve kullarının cinsel kullanımı üzerinde tasarruf sahibi olarak görüyordu. Bu, jus primae noctis’te (ilk gece hakkında) ifadesini bulan bir erktir (sayfa 70).” Bazı yörelerde yeni evlilerin bu ilk gece hakkından kurtulabilmeleri için ilginç vergiler konulmuştur. Kitap okunduğunda bu ilginç vergilerin nerelerde nasıl uygulandığı görülecektir.
Kitapta, ortaçağda ve izleyen dönemde yer alan veba salgınlarının hüküm sürdüğü dönemlerde kadınların içine düştükleri durumlar da anlatılmaktadır. Ortaçağda fahişeliğin neden arttığı ve hangi kurumların kadınlara bu tür yaşam sürmeleri için destek verdiği ve genel evler açtığını da şaşırarak öğreneceksiniz.
Martin Luther’in (1483-1546), Roma kilisesinin uygulamalarına karşı çıkıp, Protestanlık akımını başlattığında birçok önemli söylemleri de gündeme getirmişti. Bunlardan birisi de evlilik üzerine söylemleridir. Bu söylemlerinden ikisini buraya alıntılamak istiyorum. “Erkek olmamak ne kadar benim elimde değilse, erkeksiz olmak da o kadar az senin elindedir, çünkü erkeğin bir kadına, kadınınsa bir erkeğe sahip olma zorunluluğu, özgür bir irade ya da öğüt değil, gerekli, doğal bir şeydir (sayfa 83).” Yukarıdaki alıntılardan da anımsanacağı üzere, Roma kilisesinin bazı teologlarına göre, evlilik pek de yüceltilmiyordu. Luther ise evliliği yüceltmenin ötesinde evliliğe lâik bir gözle bakan görüşler dile getiriyordu. “… evliliğin başka bir dünyevi iş gibi dışsal bir şey olduğunu bil. Nasıl ki, bir dinsizle, Yahudiyle, Türkle, kâfirle yeme, içme, uyuma, yürüme, ata binme, alışveriş, konuşma ve pazarlık gibi şeyler yapıyorsam, onunla evlenebilmeli ve evli kalabilmeliyim. Ve bunları yasaklayan deli yasalarını önemseme … Bir dinsiz de tanrı tarafından en az St. Peter, St. Paul ve St. Lukas kadar iyi ve sağlıklı yaratılmıştır –gevşek, sahte Hıristiyanlarla hiç kıyaslamıyorum (sayfa 83).” Luther’in gerek bu görüşlerine ve gerek Roma’yı eleştiren görüşlerine Kilise şiddetle karşı çıktı. Reformculuk sürecine ilişkin gelişmeler konusunda kitapta geniş bilgi de bulunmaktadır. Reformculuk süreci Avrupa’da 30 yıl süren son derece kanlı din savaşları ile, ki bu “Otuz Yıl Savaşları” olarak anılır, başlamıştır. Bu savaş süresince Avrupa’daki politik gelişmeler yanında kadınların durumunda ortaya çıkanlar konusunda da kitapta bilgiler yer almaktadır. Luther’in 1500 lü yıllardaki sözleri ile ülkemizde son haftalarda dile getirilen bazı görüşleri birlikte değerlendirip zaman dilimi belirlemesi de yapabilirsiniz.
Kitapta, 18 inci yüzyıl, Fransız ihtilali ve sanayi devrimi sürecinde kadınların toplumsal yaşamdaki yerine ilişkin gelişmeler de anlatılmakta ve sonra da kitabın yazıldığı 19 uncu yüzyılda kadının durumu ayrıntılı olarak işlenmektedir.
Kitapta Kant’tan (1724-1804) yapılan bir alıntıyı da buraya aktarmak istiyorum. “Erkekle kadın ancak birlikte tam ve bütün insanı oluştururlar, bir cins diğerini tamamlar (sayfa 106).” Ünlü İngiliz iktisatçısı John Stuart Mill (1806-1873) ise “Evlilik, yasanın tanıdığı tek gerçek köleliktir (sayfa 113).” düşüncesini dile getiriyor.
Bebel, kitabında önemli bir bölümü istatistikler eşliğinde, “Bekârlık ve İntihar Sıklığı”, “Doğumların Gerilemesi”, “Para Evliliği ve Evlilik Borsası” başlıklı ara bölümlerde, bu konuların burjuva toplumunda ortaya çıkmasının sosyal ve ekonomik boyutlarını ele almaktadır.
Kitapta “Ailenin Sarsılışı” başlıklı bölümde, 19 uncu yüzyılda, öncelikle boşanmalardaki artış ve nedenleri istatistik veriler eşliğinde incelenmektedir. Bu bölümden şu alıntıyı yapmak istiyorum: “Boşanmış kadına, deyim yerindeyse, üçüncü cins (neutrum) olarak bakılır ve öyle davranılır. Buna rağmen boşanma davalarının çoğunu kadınlar açıyorsa eğer, bu onların ne tür manevi işkenceler altında ezildiklerinin göstergesidir. Fransa’da yeni boşanma yasası (1884) henüz yürürlüğe girmeden önce, sofra ile yatağı ayırmak için başvuruların çoğu kadınlardan geliyordu. … bütün boşanma başvurularının üçte ikisinden fazlasını kadınların yaptığını görüyoruz (sayfa 128-129).” 19 uncu yüzyılda, Batı toplumlarında kadınların çalışma hayatında çok düşük ücretlerle yer almalarına rağmen, eşlerinden gördükleri kötü muamele karşısında, büyük ekonomik ve sosyal sıkıntı çekecek olmalarına rağmen boşanma sonucu yaşayacakları hayat koşullarını seçmeleri, evlilikte çekilen sıkıntıların bir gösterisidir. Batı ülkelerinde kadınlar yasalar önünde erkeklerle eşit olma hakkını elde edebilmek için büyük sıkıntılara göğüs germiş ve çok ciddi bedeller ödedikten sonra bugünkü özgürlüklerine kavuşabilmişlerdir.
Sanayileşme ile birlikte kadınların fabrikalarda çok sağlıksız koşullarda çalışmaları yanında, çalışan kadınların çocukları da çok büyük bedeller ödemiştir. “… Bakım ihmal edilir, uygunsuz beslenme veya tümüyle yetersiz beslenme söz konusu olur, sessiz olmaları için bunlara (çocuklara) uyuşturucu verilir. Daha başka sonuçları şunlardır: kitle halinde ölüm ya da dermansızlık ve sararıp solma, tek kelimeyle, ırkın dejenerasyonu. Çoğunlukla çocuklar, doğru dürüst anne ya da baba sevgisi tatmadan ve bu sevgiyi gerçekten duyumsamadan büyürler. Proleterya işte böyle doğurur, yaşar ve ölür. Ve devletle toplum, bayalığın, aklâksızlığın ve suçun çoğalmasına şaşar (sayfa 139).” Batı’da çalışanların ve bu bağlamda kadınların, sendika hakları elde etmeleri, çalışma saatlerinin kısalması, iş yerlerinin sağlıklı duruma getirilmesi, kreşler açılması gibi hakları elde edebilmek için ödedikleri bedelleri kitapta işlenmektedir.
Bebel, kadının eğitimi konusunu da ele alıyor ve bu konudaki duyarsızlığı ve sonuçlarının sosyal ve toplumsal maliyetini de açıklıyor.
Bebel kitabında 19 uncu yüzyılda bile erkeklerin kadınlar konusundaki yaygın bağnazlığına örnekler vermektedir. Bu bağlamda, kitaba alınan, Almanya’nın ünlü filozoflarından Arthur Schopenhaur’un (1788-1860) kadınlar hakkındaki düşüncesini aktarmak isterim. “Kadın büyük işlere yetenekli değildir. Onun karakterinde edim değil, acı çekmek vardır. Hayatının günahını doğum sancıları, çocuk kaygısı, erkeğe bağımlılıkla öder. Hayat gücünün ve duyumlarının en şiddetli ifadeleri ona yasaklanmıştır. Onun hayatı erkeğinkinden daha sessiz ve anlamsız olmalıdır. Kadın kendisi çocuksu olduğu, ömür boyu büyük bir çocuk olarak, çocuk ile esas insan olan erkek arasında bir tür orta basamak olarak kaldığı için, çocuk bakımı ve eğitimiyle görevlendirilmiştir. … Kızlar ev hayatı ve itaatkârlık için eğitilmelidir. Kadınlar en titiz ve en onulmaz dar kafalılardır (sayfa 164-165).” Bebel, bu tür alıntıları bu düşünceleri benimsediği için alıntılamıyor, aksine kadınların erkeklerle eşit statüye erişebilmeleri için geçmişte verdikleri mücadeleler ve karşılaştıkları engellerin iyice anlaşılabilmesi için vermektedir.
Kitapta, geçmişte sadece Katolik papazlarının evlenmesi yasaklanmışken, 19 uncu yüzyılda bu uygulama devam ederken, çeşitli Avrupa ülkelerinde diğer bazı meslek gruplarına mensup erkeklerin evlenmelerini güçleştirecek kuralların konulduğunu açıklar. Bu konuda da subayların evlenebilmeleri için komuta kademesinden izin alma gerekliliği yanında, evlenecekleri kadınların belirli bir servete sahip olma zorunluluğunun da bulunduğundan bahseder ve somut örnekler verir.
Kitap izleyen bölümde fuhuş ve kadın ticaretinin nasıl geliştiği irdeler ve 19 uncu yüzyılda bazı devletlerin fuhşu düzenlerken, diğer bazılarında buna göz yumulmakla yetinildiği anlattıktan sonra cinsel hastalıklardaki gelişme ve bunları önlemeye yönelik alınan önlemler anlatılmıştır.
19 uncu yüzyılda İngiltere, Almanya, Fransa ve ABD’de kadınların işgücüne katılım oranlarındaki gelişmeler istatistikler eşliğinde açıklanırken, ücretlerinin genel olarak ve özellikle de aynı işleri yapan erkeklerden çok düşük olmasına ilişkin örnekler anlatılır. Kadın erkek ücretlerinin sadece sanayi ve ticaret alanında farklı olmadığı bu farklılıkların posta hizmetleri ve öğretmenlik gibi hizmetler alanında da geçerli olduğuna ilişkin veriler de sunulmuştur. Bu bağlamda, çok düşük düzeydeki ücretlerin kadın işçileri fuhşa iteklediği de anlatılmaktadır.
19 uncu yüzyılın son çeyreğinde bile kadınların üniversitede okumalarına yönelik olarak çıkarılan engeller konusunda, ABD ve Avrupa’dan örnekler verilmiştir. “Dâhiler gökten düşmez; eğitim ve gelişim için fırsatları olmak zorundadır. Bu ise şimdiye dek kadınlarda eksikti, binlerce yıl baskı altında tutuldular ve düşünsel güçlerini eğitme fırsatı ve imkânı ellerinden alındı ya da köreltildi. … her köy öğretmeni, öğrencileri arasında ne kadar çok yeteneğin, eğitim imkânları bulunmadığı için tam olarak gelişemediğini bilir. Evet, hepimiz hayatımızda, daha şanslı koşullarda yeteneklerini geliştirebilseler, dâhi olabilecek insanlar tanımışızdır. Erkekler arasındaki yeteneklerin ve dâhilerin sayısı, şimdiye dek açığa çıkabilenlerden çok fazladır. Binlerce yıldır düşünsel olarak erkek cinsinden çok daha fazla ezilmiş, engellenmiş ve köreltilmiş olan kadın cinsinin yetenekleri de aynen bu durumdadır (sayfa 252-253).” Bebel böyle düşünmekle ve yazmakla birlikte, yıllar sonra, Prusya Eğitim Bakanı 1902 yılında Parlamento’da şu görüşü dile getirecekti: “Kız liseleri eğitim idaresinin reddetmesi gereken bir denemeydi; erkekle kadın arasındaki doğa tarafından verilmiş ve kültürle geliştirilmiş farkların (kadınların) lise ve üniversiteye gitmesi ile zarar görmesi söz konusu idi (sayfa 275).”
1888 yılında piskopos J. N. Wood, Westminster kilisesinde verdiği bir konferansta şu bilgileri de açıklamıştı: “… kadın daha yüzyıl önce masada yemek yiyemiyor ve kendisine soru sorulmadan önce konuşamıyordu. Yatağın üzerinde kocasının erkinin işareti olarak bir kırbaç asılıydı; kadın huysuz davrandığında erkek onu kullanabilirdi. Kadının buyruklarını yalnızca kız çocukları dinlemek zorundaydı; oğulları için o yalnızca bir hizmetçiydi (sayfa 289).”
Kitap çeşitli ülkelerde kadınların oy hakkı elde edebilmek için verdikleri mücadeleleri ve bu hakkın verilmemesi için direnen erkek politikacıların görüşlerini de örnekleri ile açıklamaktadır.
Bebel’in bu kitabı içerdiği nitelikli bilgi ve analizlerin yanında dip notlarındaki kitapları görmek bakımından da önemlidir. Dipnotlarda yer alan kitaplar Almanya’da hangi yıllarda hangi tür kitapların yayınlandığını öğrenmek ve kendi tarihimizde bu konuları ne zaman düşünmeye başladığımız ile karşılaştırabilmek açısından da ışık tutucudur. Birkaç örnek vermek isterim. Bachofen 1861 yılında “Analık Hukuku”nu; K. Kautsky 1883 de “Evliliğin ve Ailenin Ortaya Çıkışı”nı; Joh. Scherr, 1879 da dördüncü baskısı yapılan “Alman Kadın Dünyasının Tarihi”ni; Veritas, 1893 de “Yasa Önünde Fahişelik” konulu kitabını; H. Krose, 1906 da “İntihar Sıklığının Sebepleri”; Paul Kollmann, 1907 de “Saksonya’da Boşanmalar”; Jules Rouyer (Fransız) 1839 da “Antik Roma’da Tıp Çalışmaları”; Reich (editör) 1893 de 2 nci baskısı yapılan “Kürtajın Tarihi ve Tehlikeleri”; Dr. F. B. Simon 1909 da 7 inci baskısı yapılan “Kadının Sağlık Bakımı”; Max Rubner 1907 de “Hijyen Ders Kitabı”; Dr. Max Taube, 1893 de “Evlilik Dışı Çocukların Korunması”; J. Blakeman, Alice Lee ve K. Pearson (İngiliz) 1905 yılında, “İngiliz Beyin Ağırlıklarının Biyometrik Sabitlerinin İncelenmesi” başlıklı kitapları yayınlamışlardır. Bu son kitapta erkek ve kadın beyinleri ve yetenekleri de incelenmekte ve kadınlara bu konuda yapılan haksızlıkları da bilimsel olarak ortaya koymaktadır.
“Kadın Şifacılar” Jeanne Achterberg, Everest Yayınları
Bebel’in kitabından sonra bu kitabı tanıtmamın nedeni, “Kadın ve Sosyalizm” kitabında, tarih boyunca toplumlarda şifacılık görevini üstlenmiş bulunan kadınların bu işlevleri nedeniyle Ortaçağ’da nasıl cadı avına uğradıkları konusunda fazla bir bilgi verilmemiş olmasıdır. Şifacı kadınlar binlerce yıldır toplumların sağaltılmasında çok önemli görevler üstlenmiş olmasına karşın, Ortaçağ’da kilisenin sapkınlık suçlamalarına hedefi haline gelmiş, hatta yakılarak öldürülmelerine değin uzanan ciddi bir vahşetin hedefi olmuşlardır.
Bu şifacı kadınlar ülkemiz kadın tarihi bakımından da önemlidir. Toplumsal tarihimizde “kocakarı ilacı” olarak bilinen ilaçları da bölgemizin şifacı kadınlar üretmiştir.
Bu kitap dilimize Ağustos 2009 çevrilmiştir. İnternet ortamında saptayabildiğim kadarı ile henüz ikinci baskısı yapılmamıştır. Kitap 295 sayfadır.
Önsözün başlangıcında şu ifadeye yer verilmiştir; “Dünyanın her yerindeki kültürel söylenceler, yaşam ve ölümün gizemlerini yalnızca kadınların bildiği, dolayısıyla yalnızca onların büyülü şifacılık sanatını uygulayabildikleri bir zamandan söz eder. Kriz ve felaketlerde (bazı öykülere göre), kutsal bilgeliğin koruyucusu kadınların bu saygın konumu kasten ve zorla ellerinden alındı.[v]”
Hiç düşündünüz mü, ilkel çağlarda hamile kadınların doğumunda onlara kim yardım ediyordu, hastalanan, avlarda ve çatışmalarda yaralanan insanları kimler nasıl sağaltıyordu, ilkel toplumların doktorluğunu hem de hemşireliğini kimler üslenmişti? Bunun yanıtını kitapta şu cümle ile veriliyor: “Yaratıcı sıvılar sağaltıcı törenlere akar. Tarihöncesi dönemlerde şifacılık bilimi bütün bunları birleştiriyordu, eczacılık, yönlendirme ve ritüel. Bugün kabile kültürlerinde olduğu gibi hastalara bakmak, doğum yaptırmak ve sevdiklerini son uykularına dalarken rahatlatmak kadınların işiydi. Kadın, topraktaki deva ve insan aklında depolanmış şifayı veren sihri arardı (sayfa 4).”
Kitabın başlangıcında, ilkel çağlarda Tanrıça ve daha sonraki çağlarda erkek egemenliğinin başlaması ile yapılanan tanrılar panteonunda tanrıların yanında tanrıçalara yer verilmeye devam edilmesinin temelinde, kadınların insanlığın başlangıcından sonra üstlene geldikleri sağaltıcı konumlarının etkileri olduğu belirtilmektedir. Bu bağlamda şu alıntıyı yapmak isterim; “kadınların kutsallığının yükselişi ve düşüş öyküsü, en iyi İnanna -ya da daha sonra Asurluların tanıdığı gibi İştar- söylencesinin kısa bir açıklamasında anlatılır. Bütün tanrılar ve tanrıçalar tarafından yazılı sözle en çok onurlandırılan İnanna’dır. Göklerin ve Yeryüzünün Kraliçesi, Akşamın Hanımefendisi, Sabah Yıldızı olarak bilinen İnanna, bu ileri insanlar arasında düzeni ve uygarlığı hızlandıran kozmik güç olarak kabul edilirdi (sayfa 11).”
Sümerlilerin yazıyı bulmaları ile başlayan yazılı tarihe göre, Sümerli kadınların şifacılık konusundaki bilgi birikimleri insan bedeninin işleyişi, hastalıklar ve sağaltımlar da dahil sözlü olduğu kadar yazılı belgelerle de Fenikelilere, Mısırlılara, Anadolu toplumlarına ve antik çağ Yunanistan’ına aktarılabilmiştir.
Antik çağ Yunanistan’ında şifacılık ve sağaltım Aesklepios ve ailesindeki kadınlarla özel konuma ulaşmıştır. Tıbbın kurucu babası olarak kabul edilen ve günümüzde de tıp fakültelerini bitiren doktorların ettiği yeminin ilk yazarı olarak benimsenen, Hippokrates’in yeminin başlangıç bölümü bu kitapta şöyle yer almıştır: “Bu yemini ve bu taahhüdü yeteneğim ve bu yeminin mantığına göre yerine getireceğime Doktor Apollon’u, Aesklepios’u, Hygiena’yı ve Panakeia’yı ve bütün tanrıları ve tanrıçaları tanığım tutarak yemin ederim (sayfa 35).”
Aesklepios’un ailesindeki her kadının elinde yılan dolanmış bir asası vardı. Bu yılanlı asa onların sağaltıcı olduğunu gösteren simge olarak kabul edilirdi. Nitekim çift yılanın dolandığı asa günümüze kadar tıbbın simgesi olarak gelmiştir.
Roma İmparatorluğu döneminde toplumun önem verdiği önde gelen tanrıçalar ve işlevleri kitapta şöyle açıklanmıştır: “Diana da gebelik ve doğum için en gözde tanrıçalardan biriydi. Minerva’ya genel şifacı ve koruyucu olarak saygı gösterilirdi. Mater Matuta, görevi bebeklerin dünyaya gelebilmeleri için rahmi açmak olan eski ve çok uzun süre saygı gösterilmiş bir tanrıçaydı (sayfa 41).”
Okuduğum diğer kaynaklarda, antik çağ ve belki öncesinden beri ebelik görevlerini üstlenen kadınların doğum öncesi ve sırasında doğum yapacak kadına fiziki olarak yardımda bulunurken bir yandan da doğumla ilgili tanrıçalara çağrıda bulunduğu ve dualar okuduğu belirtilmiştir. Ortaçağda ebelerin bu eski dua geleneklerini sürdürmesi, cadılık ve şeytanla işbirliği olarak yorumlanıp kabul edildiği için cadılık suçlaması ile öldürüldükleri ve yakıldıkları bir süreç de yaşanmıştır.
Kitapta, kadın doğum konusunda ilk bilinen kitabın da Romalı kadın şifacısı Soranus (M.S. 98-138) tarafından yazıldığı belirtilmektedir (sayfa 42).
Ortaçağın başlangıcında Avrupa veba salgınları büyük çaplı ölümlere yol açmış ve bu yaygın ölümler sıradan insanları olduğu kadar bilgi ve beceri sahibi insanlardan da büyük kayıplara yol açmıştı. Bu felaketler zinciri sonucunda toplumlarda kadınlara verilen önem ve değerler de erozyona uğramıştır. Bu konuda kitap şu gözlemde bulunmaktadır: “Daha sağlıklı, doğurgan kadınlar, evlilik yaşamlarının çoğunu -yarısı 20 yaşına varmadan ölecek olan- ortalama altı çocuk doğurarak, hamile kalarak geçirmeyi umabilirlerdi. Gerilemeye başlayan bütün kültürlerde olduğu gibi dişilerin değeri düşmüştü. Kız bebeklerin seçilerek öldürülüşleri, ‘kötü hava koşullarına maruz bırakma’ ya da ihmal etme (erkekler için olduğundan daha kısa emzirme süreleri gibi) yoluyla uygulanıyordu. Malikâne ve kilise bölgelerinin kayıtları salgın ve kıtlık zamanlarında erkek doğumlarının orantısız yüksek olduğunu gösterir. … Toplumsal sınıfları ne olursa olsun kadın şifacılar zamanlarının çoğunu gebe kadınların yanında hazır bulunarak, yaşamın başlangıç ve sonuna tanıklık ederek, hasta çocuklara bakarak geçirirdi. Şifacılık bilgilerini sözlü gelenek ve çıraklıkla sürdürerek, bitki bilimci ve deneyci işlevi görürlerdi (sayfa 52).”
Kitapta erken Ortaçağ’da şifacı kadınların geleneksel yöntemlerle doğum sürecine nasıl katkıda bulunduklarına ilişkin çarpıcı ve yer yer irkiltici örnekler de anlatılmıştır.
Ortaçağ’ın 11-13 ncü yüzyılları arasında kadın şifacılara kilise ile yakın ilişkide olmaları kaydıyla olumlu bakılmaktaydı. Kitap bu konuda şu görüşe yer vermiştir: “Toplumsal ve siyasal gelişmelerle hâlâ değişken olan dinsel durum, kadınların şifacılık bilimlerini, yakın geçmişe ve geleceğe göre olağanüstü bir özgürlükle uygulamalarına izin veriyordu (sayfa 75).”
Şifacı kadınlara yönelik olarak kilisenin tutumu 13 üncü yüzyıldan itibaren hızlı bir değişim göstermiştir. Bunun temelinde kilisenin varlığını sürdürebilmesi için bazı temel kavramların katı biçimde savunulup sürdürülmesi inancı ve kararı yatıyordu. Bunlardan biri ve kadınların kaderini belirleyeni “İlk Günah Öğretisi” olmuştur. Bu bağlamda kitapta yer alan bir iki noktayı kısaca alıntılamak isterim. “(Kadının) cezası sonsuza kadar acılar içinde çocuk doğurmak ve erkeğe boyun eğmektir. Dünyadaki bir cennette yaşamanın keyfi, çıplaklıktan, cinsel ilişkiden, doğumdan ve yaşamın kendisinden utanç duymaya dönüşür. … Kadınlar her bakımdan kaybetti. Hıristiyanlık dünyasının gücü elinde tutmasının altında yatan mantığın sürdürülebilmesi için kadınların yapısında var olan günahkârlığı da sürdürülmeliydi. … Daha sonra bu öğreti kadınların –kötü yaradılışta olması ve dayağı hak etmesinin dışında açık bir neden olmadan- dövülmesini haklı çıkarmak için kullanılacaktı. Doğum sırasında diğerlerine rahatlatıcı kocakarı ilaçları verme cesaretini gösterenler şiddetle cezalandırılıyordu, çünkü doğum sancıları kadına günahkâr bir doğası olduğunu anımsatmak için vardı: Havva’nın ihlalinin cezasıydı (sayfa 85).” Kilisenin bu kuralları koyması ve katı olarak uygulanması dönemin önde gelen skolastik düşünürlerinden daha sonra kilise tarafından aziz ilan edilen Thomas Aquinas (1225-1274) ve diğerleri tarafından da desteklenmiştir. Kitap, Thomas Aquinas’tan şu alıntıyı yapmıştır: “İnsan türünü korumak ya da yiyecek ve içecek sağlamak için gerekli olan nesneyi, kadını, yalnızca kullanmalı(dır) … Kadın erkeğin eşi olmak için yaratıldı. … Ama bütün diğer amaçlar için erkeğe diğer erkekler daha iyi yardımcı olacaklarından, kadının kendisine özgü rolü gebe kalmaktır (sayfa 86).”
Dile getirilen bu söylemlerin de etkisiyle, Ortaçağ’ın ilerleyen dönemlerinde kadın şifacıların çevresindeki kısıtlama çemberi giderek daralmış ve şeytanla işbirliği yaptıkları suçlamaları artmaya başlamıştır. Bunun sonucunda da cadı avları denen süreç başlamıştır. Bu gelişmelerle ilgili olarak kitaptan şu alıntıyı sunmak isterim: “Kadınların şifacılık bilimlerindeki becerisi çoğunlukla reddedilmiyordu. Ama kadınların resmen tıp okumasına izin verilmediğinden, bilgilerinin yalnızca şeytandan gelmiş olabileceği geniş çapta kabul ediliyordu. Kilisenin yaklaşımı, ‘eğer bir kadın eğitim görmeden sağaltım cüretinde bulunursa, o bir cadıdır ve ölmelidir’ şeklindeydi. Kilisenin ve devletin mekanizması, ‘Batı uygarlığının en şok eden kâbusunu, en iğrenç suçunu ve en derin ayıbını ve homo sapiensin düşünen insanın, savunduğu her şeyin kararmasına yol açanı düzenledi Sayfa 105.’” Bazı kaynaklarda, geniş ölçüde 1484 yılında başladığı ileri sürülen kapsamlı cadı avı süreci 1750 lere kadar devam ettiği ve bu dönemde yüzde 80 i kadın olmak üzere en az yüzbinlerce insanın cadı oldukları savı ile işkence gördükten sonra yakıldıkları veya asılarak idam edildikleri ileri sürülmektedir[vi]. İleri sürülen bu rakama, kilisenin sapkın ilan ederek öldürülmesini sağladıkları ve haçlı seferlerinde öldürülenler de eklendiğinde sayı milyonlarla ifade edilir boyutlara tırmanmaktadır.
Kitapta bu sürece ilişkin kapsamlı bilgiler ve din adamlarının dile getirdikleri birçok görüşe de yer verilmiştir. Kitap zaman içinde yer alan çeşitli uygulamalarla kadına yönelik kıyımın dozunun düştüğü aşamaları da ele alarak 20 nci yüzyıla kadar gelmektedir. Kitap ayrıca, kadınların genel olarak üniversite eğitimine ve özel olarak da tıp eğitimine alınmasını engellemek isteyenlerin kurguladıkları düzenlere de değinmektedir. Umarım yaptığım alıntılar bu kitabı da okuma isteğinizi beslemiştir.
“Kadının Gizlenmiş Tarihi” Sheila Rowbotham, Payel Yayınları
Türkçe ilk basımı Ekim 2011 de yapılmış bu kitap ağırlıkla son 300 yılda kadınlarını normal yaşamda ve çalışma yaşamlarında karşılaştıkları baskıları, horlanmaları ve şiddeti örnekleri ile anlatmaktadır. Anlatılan bu süreç içinde kadınların sendikal hakları yanında seçme ve seçilme haklarını da elde edebilmek için verdikleri mücadeleler, engeller ve başarılar da ele alınmıştır. Bu boyutu ile Bebel ile Achterberg’in kitaplarına seçenek değil aksine onları tamamlar niteliktedir. İlk basımı Ekim 2011 de yapılan bu kitabın 2016 yılının başında ilk baskısının hâlâ tükenmemiş olması için kimi suçlamalıyız? Gerek bu kitap ve gerek diğer kitapların okur bulamaması için, UNDP’nin İnsani Gelişme Raporu 2015’e göre, 25 yaş üzeri nüfus içinde en az ikinci derece okul bitirmişlerin oranının yüzde 49.4 olan bölümüne okuma sevgi ve alışkanlığı vermeden lise diploması veren Millî Eğitim Bakanlığımızın dışında kimseyi suçlamaya hakkımız yok sanırım.
Kitaptan yapmak istediğim ilk alıntı 17 inci yüzyılda şifacı kadınların durumu ile ilgili olacak. “17. Yüzyıl sonlarında kadın cerrahlar hâlâ vardı ama cadılık ve büyücülük kadın sağaltımcılara gittikçe daha fazla yakıştırılır olmuştu. Tıp bilime dönüştüğündeyse, öğrenime giriş koşulları kadınları bu alandan uzaklaştırmış ve uğraş eğitimi parasal yönden karşılayabilecek ailelerin oğulları için ayrılmaya başlanmıştı. Kadınlar bastırılıp dibe itilmişti. Varlıklı kadınlar doğururken, tıbbın salt kadınlara özgü dalı olan ebeliği de erkekler üstlenir olmuştu. Kadın ebeler artık salt yoksullara gidiyordu.[vii]”
17 nci yüzyılda İngiltere’de püriten inanç sistemi yaygınlaşmaya başlamış ve bu gelişme Roma Kilisesini olduğu kadar bu ülkeye özgü Anglikan Kilisesini de gücünü azaltma riski ile ciddi şekilde karşı karşıya getirmeye başlamıştı. Püritenlerin iki kiliseyi tedirgin etmesinin önde gelen nedenlerinden birisi de kadınların toplumdaki konumuna yönelik anlayışı idi. Kitaptan bu duruma ilişkin bir alıntı yapmak isterim. “Katı ilkeci (Püriten) ailede kadın, erkeğin eşiti değilse de, en azından eşiydi. Küçük çaplı çiftliklerde ya da işlerde çalışan kadına, ailenin varlığını artıracak değerli bir mal gözüyle bakılıyordu. Kadın erkeğin iş ve yaşam arkadaşıydı. Katı ilkecilerin kadına davranışı, yoksul kadınları sığırla bir tutan eski anlayışa oranla daha insancıldı. Doğumdan sonra kadınların, temizlenip arınmaları için kiliseye şükran yakarışına götürülmeleri gibi geleneklere karşı çıkmaları; kadınların doğuştan pis ve günahkâr olduğu konusunda herkesin benimsediği dinsel inançlara saldırmaları yeni bir insanlık anlayışının ortaya çıktığını gösteriyordu. Yeryüzünde kadının yeri erkeğin altında olsa da, ruhu Tanrının gözünde erkeğinkiyle birdi (sayfa 29).”
İngiliz yazar Daniel Defoe (1660-1731) ünlü kitabı Robinson Crusoe’den çok önce 1698 yılında yayınladığı “Projeler Üzerine Deneme” isimli kitabında kadın haklarını ve bu bağlamda da kadınların eğitim hakkını savunmuştur. Bu konuda incelediğim kitap şu alıntıyı yapmıştır. “Uygar ve Hıristiyan bir ülke sayıldığımız dünyada, kadınları okutmanın yararını yadsımamızı, hep en barbar geleneklerimizden biri olarak düşünmüşümdür. Karşı cinsi budalaca, küstahça kınayıp duruyoruz; oysa onlara da bizimkine denk bir eğitim fırsatı verilse hiç kuşkum yok ki bizden daha az günah işlerler (sayfa 36).” Defoe bu konuyu ele alan tek yazar değildi, ilk İngiliz feministi olarak kabul edilen yazar Mary Astell (1666-1731) 1697 yılında “Kadınlar için Ciddi bir Öneri” başlıklı kitabında kadınlara özel olarak bir yüksek öğrenim kurumu kurulması önerisini getirmiş ve daha sonra da 1700 yılında da “Evlilik Üzerinde Düşünceler” isimli kitabını yayınlamıştır[viii]. İncelediğimiz kitap bu konudaki yazından bir başka örnek olarak da Sopia takma adı ile bir kadının 1739 yılında, “Kadınlar Erkeklerden Aşağı Değildir” ismi ile bir kitap yayınlandığını belirtiyor(sayfa 37). İngiltere’de kadınların eğitimi konularında bu yayınların yapıldığı dönemde Osmanlı İmparatorluğu’nda kadın haklarını ve bu bağlamda da kadınların eğitim haklarını savunan bir kitap yazılmasını bir tarafa bırakın, bu konuyu henüz düşünen bile yoktu.
Kitapta, hemen yazımın başlangıcında bahsetmiş olduğum İngiliz yazar Mary Wollstonecraft’ın kısa yaşam öyküsünden bahsedilmekte ve kitabından bazı alıntılar da yapılmıştır (sayfa 45-48).
Kitabın “Tarım ve Sanayi Devrimi” başlıklı bölümünde, sanayileşmeye başlamanın ortaya çıkardığı artan işgücü talebine karşılık kadınların birçok iş kolunda çalışmasına karşı çıkılmasına yönelik olarak kadınların sergilediği direnişler örnekleri ile anlatılmaktadır. Bu süreçteki mücadeleye şiirleri ile katılan şairlerin yazdıklarından da çok güzel örneklere yer verilmiş kitapta. Sanat ve hak direnişinin birlikteliği çok güzel sergilenmiş.
18 inci yüzyılın ikinci yarısında gıda fiyatlarındaki artışa ve makineleşmeye karşı İngiltere’de kadın örgütlerince düzenlenen çeşitli direnişlerden üç alıntı yapmak istiyorum. İlki, “1795’de Wakefield’da şöyle bir duyuru çıkmıştı: ‘Wakefield’da yaşayan tüm kadınlarla yurttaşları … mısır fiyatlarını konuşmak üzere … önümüzdeki Cuma saat dokuzda New Church’e bekliyoruz … Bu toplantı, söz konusu yerde buluşacağımız Halifax yurttaşlarının isteği üzerine düzenlenmiştir (sayfa 54).’” İkincisi, “1820’de pamuk dokumacıları, ‘motorlu dokuma tezgahı’ denen makinenin vergilendirilmesini ve işsiz kalan dokumacıların toprak almasına olanak verecek bir sermaye kurumu kurulmasını istemişlerdi. İktisatçı David Ricardo hükümetin görevinin sanayinin önünü açmak olduğunu söylemiş ve dokumacıların önerisinin ‘toplumdaki güvenlik duygusunu oluşturup pekiştiren malın kutsallığı düşüncesini sarsacağını’ belirtmişti (sayfa 56).” Üçüncüsü ise, “Geçimleri erkeklerinkine bağlı olduğu için kadınlar da, makineleri kırıp döken erkekleri destekliyordu. Örneğin 1826’da Lancashire ayaklanmalarında binlerce genç ve yetişkin erkek motorlu dokuma tezgâhlarını parçalayıp yok etmek üzere bazı kadınların da katıldığı bir yürüyüş başlatmıştı. Chadderton’da askerlerin vurduğu bir kadın ‘kan kaybından ölmüştü.’ Erkekler yargıca şöyle söylemişti: ‘Artık karnımızı doyuramıyoruz, çocuklarımız evde açlıktan ölüyor. Yiyecek bulamıyoruz, işimiz de yok. Boş söz karın doyurmaz’ (sayfa 57).” Görüldüğü üzere sanayi devrimi üretim bollaşması getirirken yaygın işsizliğe yol açtığı için toplumsal tepkilere ve patlamalara da yol açmıştı. Bu süreçte önce kadınlar sonra da erkekler işsiz kalmıştı. Bu durumun doğmaması ve toplumsal tepkilerde patlama olmaması için dokumacıların, işsizlerin toprak sahibi olabilmesi için ileri sürdükleri makinelere vergi konularak fon oluşturma yaklaşımına devrin önde gelen iktisatçısının karşı koyması da dikkat çekmektedir.
Kitapta kadınların sendika kurma hakları için verdikleri mücadeleler de bu süreçte yer alan toplumsal olaylarla birlikte anlatılmaktadır. Kadınların direnişi sadece kendi ve ailelerinin haklarını korumakla sınırlı kalmıyordu. İngiltere’deki kadınlar, ülkelerinin sömürgelerde yaptıkları baskı ve zulümlere de karşı çıkıyorlardı. Bu kadınların erkeklerden çok daha insancıl olduklarının güzel bir örneği idi. Kitapta üzerinde durulan bir diğer konu ise, nüfus artışından kaynaklanan sorunlar ve bu sorunlarla baş edebilmek için uygulanan yöntemlerle ilgilidir. Burada da kadınların çektiği sıkıntılar anlatılmaktadır.
19 uncu yüzyılda kadın haklarına yönelik tartışmalar yeniden başlamıştı. Bu tartışmalar ilişkin olarak kitaptan şu alıntıyı yapmak istiyorum. “… İktisatçı James Mill, kadınlarla, çocukların kocalarından ve babalarından yasal olarak aynı haklara sahip olmasında hiçbir yarar görmüyordu. William Thompson buna yanıt olarak 1825’de, insan ırkının yarısını oluşturanların yanı kadınların, kendilerini siyasetle yurttaşlık hakları açısından ve ev içinde köleleştirmeye çalışan insan ırkının öbür yarısının yani erkeklerin, haksız isteklerine karşı çıkış seslenişi adlı yapıtını yayınlamıştı. Thompson, çıkarları, kendi çıkarı olmayan insanların önemli bir savunucusuydu (sayfa 73).” Thompson’un kitabından yapılan alıntıyla ilgili şu bölümü de okurlarla paylaşmak isterim: “… Size saygı göstermeliler; salt kendi bencil isteklerini doyurmak için az bulunan bir et parçası gibi arzulanmamalısınız. Erkeklerden saygı görmek için kendinize saygı duymanız gerek; bunun için çaba harcamalı, daha yararlı olmalısınız (sayfa 76).”
Sosyalist ve komünist düşüncenin kurucuları Marx ve Engels, İngiliz sanayi devrimindeki gelişmeleri ve toplumdaki etkilerini yakından izleyip yazdıkları makale ve kitaplarda eleştirel olarak ele alıyorlardı. Kitap bu iki yazarın döneme ilişkin gözlemlerine de yer vermiştir. Kitaptaki alıntılardan birini okurlarla paylaşmak isterim: “Engels, aralarda fabrikalardan fırlayıp bebeklerini beslemeye koşan anaları anlatır. Anaların emzirmeyi ellerinden geldiğince çabuk kesmesi hiç de şaşırtıcı değildi. Bebekler ana sütü yerine sulandırılmış, genellikle de mikroplu inek sütüyle besleniyordu. 1870’lerden sonra, analara bebeklerini beslemeleri için yoğunlaştırılmış süt, ekmek lapası, şeker ya da pekmezle tatlandırılmış su verilmeye başlanmıştı. Kadınlar işe gittiklerinde, çocuklar yaşlı kadınlara, büyük analara ya da bakıcılara bırakılıyordu. Bakıcılar olabildiğince çok çocuğu ufacık yerlere tıkıştırıyor ve afyon ruhuyla susturmaya çalışıyordu (sayfa 102).”
Bu konu ile ilgili olarak kısa bir parantez açmak istiyorum. 19 uncu yüzyılın sonlarına doğru nüfus artışı sorunları yeniden gündeme yoğun olarak gelmişti. Bu bağlamda da “doğum denetim” yöntemleri üzerinde sert tartışmalar da başlamıştı. Kitap bu tartışmalarda öne çıkan isimlerden de alıntılar yapmıştır. O tartışmaları kitabın okunmasına bırakarak burada okurlara, günümüz Türkiye’sinde de bu konunun zaman zaman tartışıldığını göz önüne alarak, dünya nüfusunun 1750 den bu yana izlediği seyir konusunda bir bilgi sunmak istiyorum. Bu amaçla Tablo 1 i hazırladım.
Tablo 1
Dünya Nüfusunun 1750 yılından günümüze gösterdiği artış
Yıllar
Dünya nüfusu yaklaşık
(000 eklenecek)
1750 750,000
1850 1,200,000
1900 1,600,000
1950 2,519,470
2000 6,085,572
2050 9,075,903
Kaynak: 1750-1900 dönemi için Cipolla “Dünya Nüfusunun İktisat Tarihi” Ötüken Yayınları 1. Basım 1980, sayfa 99. 1950 ve sonrası için UNECE medium variant serisi.
Kitapta, Ricardo’nun nüfus artış kuramı çerçevesinde tartışılan nüfus denetimi yapılırken dünya nüfusu yaklaşık 1.4 milyar kişi olarak tahmin ediliyordu ve tarımsal üretimde teknolojik gelişmelerin hızla devreye girmesi söz konusu idi. Günümüzde ise, tarım teknolojileri son derece gelişmiş ve sınıra dayanmaya yaklaşmış, devreye tohumların genetiği ile oynanma girmiştir. Tohum genetiği ile oynanmanın olası sonuçları üzerinde yoğun tartışmalar sürmektedir.
Dünya Bankası’nın yaptığı araştırmaya göre, günümüzde satın alma gücü paritesine göre günde 1.90 ABD doları veya altında gelirle yaşayan nüfus dünya nüfusunun yüzde 12.7 dir. 2015 yılı için bu yüzdenin sayı olarak karşılığı yaklaşık (7,219,431 x .127=916,867.7) 917 milyon kişidir. O nedenle günümüzde nüfus artışı ve doğum kontrolü gibi konuları tartışırken bu sayının yanında, nüfusun sayısal değeri mi yoksa nitelikli yapısı mı bir ülke için önemli ve anlamlıdır boyutundan ele almak gerekir diye düşünüyorum. Parantezi burada kapatıp, yeniden kitaba dönelim.
Kitabın izleyen bölümlerinde kadınların oy hakkını kazanmak için verdikleri mücadele, karşılaştıkları bağnazlıklar, I. Dünya Savaşı sırasında kadınların yaşamları, Savaş sonrası işsizlik ve kadınların durumu, analık ve aile üzerindeki tartışmalar, doğum kontrolü konuları ele alınmaktadır. Bu konulara ilişkin birkaç alıntı ile bu kitabın tanıtımını tamamlamak istiyorum.
1913 yılında, “Oy hakkını savunan kadınlar tutukevlerine kapatıldığında siyasal suçluların ayrıcalıklarından yararlanamıyordu. Bunlar cezaevine atılan çok sayıda orta sınıf insanının oluşturduğu ilk kümeydi; gene toplumcular dışında, kolluk güçleriyle şiddetli bir biçimde ilk çatışanlar da onlardı. Salıverildiklerindeyse Holloway cezaevindeki koşulları sergilemekle kalmıyorlar, aynı zamanda tutukevi deneyimlerinin son derece eğitici olduğunu söylüyorlardı. The Faith That is in Us (İçimizdeki İnanç) adlı kitabında Mrs. Pethick Lawrence, Halloway cezaevinde bir bebek ağlaması sesini ilk duyduğu günü anlatıyor ve kadının yerinin evi olduğunu söylemesine karşın onu yasaları yapmak için değil de tutukevine atmak için evinden çıkaran toplumun ikiyüzlülüğünü dile getiriyordu. Yoksulluk ve iktisadi açıdan kendisini bırakıp giden erkeğe bağımlılık, içeri düşen kadınların en önemli suçuydu (sayfa 145).” Iona isimli bir yazar 5 Haziran 1908 günü yayınladığı bir yazısında şöyle diyor; “Eskiden kadınların hiçbir şey yapamayacağına, her şeyin erkeklere bağlı olduğuna inanırdım. Oysa şimdi, fırsat verilirse, yürekli bir kadının altından kalkamayacağı hiçbir iş yokmuş gibi geliyor bana. Hyde Park gösterilerimizde kürsüye çıkan kadınlara bakmanız yeter (sayfa 157).”
İngiltere’de I. Dünya Savaşı öncesinde kadınlara seçme hakkı verilmemişti. Bu sürece ilişkin ayrıntılı bilgilere kitaptan ulaşılabilir. Savaş sonrasında 1918 yılında 30 yaş üzerinde ve belirlenen minimum gayri menkule sahip kadınlara oy hakkı tanınmıştı, 21 yaş üstü kadınlara bu tür kısıtlamalar olmaksızın oy kullanma hakkının 1928 yılında verilmesinde ise, kadınların o dönemde sürdürdükleri mücadele yanında, Savaş döneminde üstlendikleri görevlerde kanıtladıkları yararlılıklarının da çok önemli rolü olmuştur. Savaş döneminde kadınların üstlendikleri sorumluluklar konusunda yapacağım alıntı ile bu kitabın tanıtımını bitirmek istiyorum. “Kadınlar (sanayi ve ticaret alanında çalışmalarının yanında) hemşire olarak ve savaş araç ve gereçleri ile ilgili işlerde çalışıyor, savaş için harcanan çabalarda yazmanlık görevlerini dolduruyorlardı. Bu yalnızca savaş makinesine yardım etme sorunu değildi; savaşa giden erkeklerin yerini kadınların doldurması gerekiyordu. Kadın işgücüne bağımlılık, erkek ve kadın işleri anlayışının artık sarsılmaz olmadığı anlamına geliyordu. Kadınlar ev hizmetlerinden ayrılmış, dışarıda çalışmaya yönelmiş ve kadın işlerini küçümsemeye başlamıştı. Evli kadınlarla dullar ve daha önceleri çalışmayı aklından bile geçirmeyen orta sınıf kadınları yazmanlık işlerini yürütür olmuştu. Emekçi sınıfın kadınlarıysa madencilik işlerinde çalışan gençlerle yarı nitelikli işçilerin yerini almıştı … Bu değişiklikler ordunun emperyalist savaştaki gereksinimleri sonucunda ortaya çıkmıştı. Erkek işlerini yapmanın bedeli gerçekten çok ağırdı; bu işlerde çalışmayı kadın emekçilerin özgürleşmesi saymak çocuksu bir görüş olurdu (sayfa 184-185).”
“Fransız Devriminde Kadınlar” Galina Serebryakova, Evrensel Basım Yayın
Bu kitabın dilimizdeki ilk basımı 1998 yılında, ikinci basımı ise 14 yıl sonra 2012 de yapılabilmiştir. Dokuz kadının kısa biyografisini içeren bu kitap 175 sayfadır. Dokuz kadının isimleri sırasıyla şöyledir; Théroigne De Méricourt, Charlotte Corday, Manon Roland, Madam Du Barry, Claire Lacombe, Lucile Desmoulins, Elizabeth Lebas, Madam Tallien ve Jozéphine Bonapart.
Fransız İhtilaline yönelik özel merakımız yok ve sadece lisede öğretilen Avrupa ve bu bağlamda da Fransa tarihi ile sınırlı bir bilgimiz varsa çoğumuz sadece iki kadının ismini anımsarız; Marie Antionette ve Josephine Bonapart. Bunlara ek olarak da çok daha önceki dönemlere ilişkin olarak elbette Jeanne D’Arc’ı. Oysa, tarih kitaplarımız yazmasa bile, Fransız İhtilali döneminde çok önemli rol oynayan kadınlar vardır.
Kitabı sizlere tanıtabilmek için bu kadınların birkaçının biyografilerinden bazı alıntılar yapacağım. Théroigne De Méricourt, 1756 yılında bir topraksız köylünün kızı olarak doğup geçim sıkıntısı nedeni ile evlatlık olarak verilmiştir. Şimdi onun kitaptaki biyografisinden kısa alıntılar yapmak istiyorum. “1789’da Fransa’daki olayları öğrenince, öğrenimini ve şarkıcılık çalışmalarını bir kenara bırakarak, aceleyle artık, devrimin koşullarının tamamen hazır olduğu Paris’e gitti (sayfa 19).” “14 Temmuz 1789’da, Théroigne tehlikeye aldırmayarak Bastille köprüsündeki cesur adamlar arasında, kılıcıyla kendine yol açarak kaleye hücum etti. Kalabalık onu hayranlıkla alkışlıyordu (sayfa 20).”
Avusturya ordularının Nisan 1791’de Liège’e girmesi ve yapılan bir ihbar üzerine Théroigne tutuklanarak, Avusturya’ya götürülmüştür. Avusturya İmparatoru Leopold, Fransa’daki sıra dışı öykülerini duyduğu Théroigne ile görüşmek istemiştir[ix]. “Görüşmeleri sırasında Théroigne soğukkanlılıkla ve kesin bir dille, özgürlük ve eşitlik için, dünyanın bütün monarşistleriyle savaşmaya hazırlandığını söyledi ve kendi devrimci fikirlerini açıkladı. Leopold, Théroigne’i şövalyece bir jestle serbest bıraktı (sayfa 22).” Théroigne, Saint Antoine’da kadınlara yaptığı konuşmada şunlara değindi; “Kendimizi vatanımıza adamayı unutmamalıyız. Silahlanacağız: Doğa bile bu hakkı bize veriyor. Onlardan daha az yiğit, daha az cesur olmadığımızı göstereceğiz erkeklere; Avrupa’ya, Fransız kadınının kendi haklarının bilincinde olduğunu göstereceğiz; onlar anlamsız ve ahlaksız batıl inançlara aldırmayarak 18. Yüzyıl’ın eşitlik düşüncesinin üzerinde yükseliyorlar. … Fransız kadınları! Bir kez daha tekrar ediyorum; görevimiz büyüktür; yıllardır cahil ve köle durumunda kalan kadınların, zincirlerini kırmasının tam zamanıdır (sayfa 23-24).” “Théroigne, Saint Antoine varoşlarında bir kadın kulübü kurdu. Kadınlar haftada üç kez akşamlarını burada geçiriyorlar; kitap okuyor, tartışıyor ve toplumsal işlerle uğraşıyorlardı (sayfa 24).” “1793 ilkbaharında, Jirondenler’in idam edilmelerinden ve Ulusal Meclis’ten çıkarılmalarından kısa süre önce, Théroigne barış çağrıları yaparak Paris’in tüm seksiyonlarına başvurdu. ‘Yurttaş! Nereye gittiğimizin farkında mıyız? Ustalıkla körüklenen ihtiraslarımız bizi baştan çıkarıyor. Hepimiz mahvoluşun kıyısındayız. … (sayfa 26).” Sanırım, bu birkaç alıntı sizleri Théroigne’nın öyküsünü okumaya özendirmiştir.
Charlotte Corday D’Armont, küçük bir malikâne sahibi soylu bir babanın kızı olarak doğmuştu. Küçük yaşta annesinin ölümü üzerine Fransa’daki aristokrat manastırlarından birine verilmişti. Corday’ı Fransız İhtilali ile birlikte anılan kadınlar listesine yazdıran olay, onun, Jacoben kulübü devrimcilerinden “Halkın Dostu” gazetesini çıkaran Jean Paul Marat’ı öldürmesidir. Bu olayın ayrıntılarını kitapta bulacaksınız.
Manon Roland, 1754 yılında, Paris’ta çalışan gravürcü Gatien Phlipon’un kızı olarak dünyaya geldi. 11 yaşında kendi isteği ile Saint-Etienne Manastırına girdi ve orada bir yıl kaldı. Plutarkos’u, Voltaire’i, Rousseau’yu, Randal’ı ve diğer Fransız yazarlarının kitaplarını okudu. 1780 yılında fabrika müfettişi olarak çalışan Jean-Marie Roland ile evlendi. Roland, İhtilal sırasında Jirondist akım içinde yer aldı ve liderliğine kadar yükseldi ve Kral 16. Louis’in 1792 de kurduğu kabinede İçişleri Bakanı olarak görev yaptı. İhtilal’e giden yoldaki çalkantılı yaşam öyküleri, tutuklanmaları kitapta ayrıntısı ile anlatılmıştır. Manon hapiste kaldığı süre zarfında önce anılarını ve daha sonra da mahkemedeki savunmasını yazmıştır. Buraya savunmasından kısa bir bölümü almak istiyorum. “Adil gökyüzü! Özgürlüğe kavuşması için canımı ortaya koyduğum bu zavallı halkı aydınlat, … Özgürlük, … Yerine göre ölümden nefret etmeyi de ölüme koşmayı da bilen gururlu bir ruh için özgürlük. Ama darağacına yapışan kendi kanıyla sarhoş olmak için pislik ve fesatlığa batmış insanlara değil. Gerçeğe bağlı, gerçek dostlarını anlayan, dalkavuklardan nefret eden, adil bir yönetime sahip, hümanizmi seven bilge halklar için özgürlük; şimdilik böyle bir halkınız olmayacak, yurttaşlarım hakkında, özgürlük hakkında boşu boşuna konuşacaksınız. Sırası geldiği zaman her birinizin kurban gideceği tek bir avantaja sahip olacaksınız; ekmek istediğinizde size cesetler verecekler, sonunda köle olacaksınız (sayfa 76).” Mahkeme, Manon’a kendini savunma hakkı tanımaksızın idamına kararı vermiştir.
Şimdi de, Claire Lacombe’e ait bölümden bazı alıntılar yapmak istiyorum. “Burjuvazinin kadınları Ulusal Meclis’e cesaretle şu dilekçeyi yazdılar: ‘Siz tüm ayrıcalıkları kaldırdınız, erkek cinsinin de tüm ayrıcalıklarını kaldırınız. … Despotların zincire vurduğu 13 milyon köle sefalet çekiyor.’ Fakat zengin kadınların demokrasi ateşi çok hızlı söndü. Olympe de Gouges (Olimp dö Guj olarak okunur), devrimin ilk yıllarında feminist devrimciler arasında yer almıştı ama, XVI. Louis’nin idam edilmesine karşı çıkarak Robespierre’le sert tartışmalara girdi. Mahkemede krala kendini savunmasına izin verilmesini talep ediyordu. … Birkaç beceriksiz davranış, birkaç hayalperest adımdan sonra, demokratik hatip, yetenekli dramaturg ve hiciv yazarı Olympe de darağacında öldü (sayfa 92).” O dönemin Paris’indeki kadınlar için de kitapta şu gözleme yer verilmiştir; “Paris’in varoşlarında binlerce kadın, devrim şarkıları söyleyerek savaş ceketleri dikiyor, mızrakları temizliyor, çocuklarını uyuturken bildiri okuyorlardı. 1793 yılı, … Cephelerde vurguncular tarafından sefil bırakılmış aç, yalınayak insan sürüleri, Paris’e doğru yaklaşıyordu (sayfa 93).” Böyle bir ortamda siyaset sahnesine çıkan, “Claire Lacombe, 4 Ağustos 1765’te küçük bir taşra kenti olan Pamiers’de doğdu. Genç yaşlarında dram (oyunculuğu) yolculuğuna başladı. Devrimden hemen önce Marsilya ve Lyon’daki nispeten büyük tiyatrolarda Racine ve Corneille’in trajedilerinde başrol oynadı. Bununla birlikte önemli bir başarısı yoktu (sayfa 97).” Claire, 1792 yılında ilk kez Yasama Meclisi’nde kürsüye çıktığında ateşli bir söylev verdi. Bu söylevinden kitapta yer alan bölümü aktarmak istiyorum; “Kanun yapıcılar, Ben bir Fransız aktristim ve şimdi kalacak yerim yok; ama umutsuzluğa kapılıp yıkılmıyorum. Ruhum temiz bir sevinçle doluyor. Fakat, tehlikede olduğunu açıkladığınız anavatanıma bağış yaparak yardım edemiyorum, ona kendi kişiliğimi vermek istiyorum. Bir Romalı cesaretiyle ve duyduğum nefretle despotların yok edilmesine yardımcı olmaktan mutluluk duyacağım. … Tek bir despot dahi kalmayıncaya kadar hepsini yok edelim. Kanun yapıcılar! Siz anavatanın tehlikede olduğunu söylüyorsunuz, ama bu yeterli değil, Fransa’yı mahvetmeye yemin etmiş bu tehlikeyi doğuran suçluların egemenliğini elinden alın. Bize güven veren liderleri başa geçirin, düşmanların ortadan kalktığını söyleyin (sayfa 97).” Claire, Kral’ın Sarayı Tuileries’e yapılan saldırıya da katılmış ve elinden yaralanmasına rağmen çatışmalardan çekilmemişti (sayfa 99). Claire, Kadınlar Kulübünde yaptığı bir konuşmada kadınların siyasette yer almaya ve devlet yönetimine katılmaya hakları olduğunu şu sözlerle savunmuştu; “Eğer kadınların savaşmaya yetenekleri varsa, devleti yönetmeye de var (sayfa 102).” Fransız İhtilali’nin inişli çıkışlı süreci Claire’in yaşamına da yansımış, sonunda hapse de girmiş, hapiste yaşadıkları ve hapisten çıkışta yaptıkları kitapta anlatılmaktadır.
Fransız Devriminde Kadınlar kitabındaki alıntıları bu kadarla sınırlandırıyorum. Ancak şu belirtmek isterim ki, Fransız devriminin geri planındaki birçok konuda bu kitap ilginç ve öğretici bilgi içermektedir. Kitapta yer alan kadınlar içinde Olympe de Gouges için ayrı bir bölüm konulmamış olması bence bir noksandır. Zira bazı kaynaklara göre, Olympe de Gouges İhtilal döneminin en militan, çatışmacı ve radikal kadın hakları savunucularından birisi olarak kabul edilmektedir. 18 inci yüzyılda erkekler kadınların entelektüel yeteneklerini küçük görüp toplumsal etkinliklerde rol alamayacağını savunurken, Gouges, bu konuda kararlı tavır ortaya koymuştur. Fransız Ulusal Meclisi 1791 yılında yeni Anayasa’yı kabul etmişti. Anayasa’nın giriş bölümünde “Erkek ve Yurttaş Haklarına” (The Declaration of the Rights of Man and Citizen) yer verilmişti. Gouges, bu girişin kadın hakları konusunda suskun kaldığını ileri sürerek “Kadın ve Yurttaş Hakları” bildirgesini yayınladı. İhtilal dönemindeki politik etkinlikleri ve düşünceleri nedeni ile 1793 yılında giyotinle idam edilmiştir. Gouges’ın “Kadın ve Yurttaş Hakları Bildirgesi”nin Fransızca veya İngilizce metnine ücretsiz olarak internet ortamından ulaşılabilir.
Fransız İhtilali sırasında hazırlanan Anayasa’nın kadın haklarına yer vermemesine yönelik karşı çıkış sadece Olympe de Gouges’dan gelmemiştir. Diğer karşı çıkış, başlangıç bölümünde değindiğim gibi 1792 yılında İngiliz vatandaşı Mary Wollstonecraft’tan gelmiştir. Wollstonecraft “Kadın Haklarını Savunma” isimli eserini bir mektup ekinde M. Talleyrand Perigord’a göndermiştir. Talleyrand, 1797-1807 ve 1814-1815 dönemlerinde Fransa’da Dışişleri Bakanlığı yapmış olan İhtilal döneminin önde gelen politikacılarından birisidir. Wollstonecraft’ın “Kadın Haklarını Savunma” isimli kitabının İngilizcesine ücretsiz olarak internet ortamında ulaşılabilir.
Batı ülkelerinde kadın tarihi konusunda yayınlanmış kitaplardan dilimize çevrilmiş olanlardan okuyabildiklerime yukarıda yer verdim. Öncelikle bu kitapları çevirenlere ve yayınlayanlara teşekkür etmek istiyorum, ülkemiz kültürel yayınlarında önemli bir boşluğu doldurmaya başlamışlardır. Ancak bu çabalar burada durmamalı yenileri eklenmelidir. Şimdi de Prof. Dr. Serpil Çakır dışındaki yazarların ülkemizin kadın tarihine ışık tutacak kitaplarından okuyabildiklerimi sizlerle paylaşmaya devam etmek istiyorum.
“Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türk Kadını” İsmet Zeki Eyüpoğlu, Pencere yayınları
Kitabın ilk basımı 2007 yılında yapılmıştır. İnternet ortamından saptayabildiğime göre henüz ikinci baskısı yapılmamış, ilk baskı satılmaktadır. Kitap 135 sayfadır.
Eyüpoğlu, Giriş bölümüne şu cümle ile başlamıştır; “En değerlisinden, en değersiz sayılana değin bütün erkeklerin anaları kadındır. Buna karşın, bütün erkekler kadına karşı saygılı değildir[x].” Giriş bölümünden birkaç alıntı daha yapmak isterim. “Kadının değersiz sayıldığı, yerildiği, kötülendiği bir inanç ortamında erkeğin değerini savunmak olanaksızdır (sayfa 7).” “Atatürk ‘dünyada ne varsa kadının eseridir’ derken, kadını bir insan olarak görmenin erdemini sergilemiştir. Büyük niteliği kazanmış birçok düşünürün, bilginin, aydının kadına bakışı olumsuzdur, ancak kadın olmadan, onların varlığı da söz konusu değildir (sayfa 7).” “Bütün ortaçağ boyunca, Anadolu’da kadının düşüşü kesintiye uğramamış, daha sonraki yıllarda da, kadın düştüğü yerden, daha doğrusu düşürüldüğü yerden kaldırılamamıştır. Cumhuriyet Yönetimi egemenliği ele geçirince, İslam ülkelerinde, yalnızca Türkiye’de kadın gerçek değerini yasaların getirdiği eşitlikle kazanmaya başlamıştır. Ancak eski geleneklerin, uygulamaların sürdürüldüğü aile yaşamında, yine kadın dışlanmışlığa gizlice sürülmüştür (sayfa 11).” “Bugün, İslâm toplumlarınca, kadının çağ dışı bırakılması, kadının da benimsediği bir uygulama biçimine girmiştir. Bu olumsuz eğilimin giderilmesi, uzun süreli bir eğitim uygulamasına bağlıdır. Gelenekleşen, yaşamı düzenleme durumunda olan bir eğilimin ortadan kaldırılması, yerine çağdaş bir düzenin kurulması, yaşamı biçimlendirmesi sanıldığı gibi kolay değildir (sayfa 16).”
Eyüpoğlu, “Kadın Kavramı” başlıklı bölüme şu cümleyle giriş yapmıştır; “Uygarlığın gelişim çizgisini izleyen bir aydının, kadın konusunda birtakım çıkmazlar, boşluklar göreceği doğaldır. Aristotles gibi, kadının, bir insan olarak önemini küçümseyen, onu ‘insan’ kavramı dışında bırakma eğilimi gösteren düşünürler az değildir (sayfa 19).” “Tek Tanrılı dinler içinde kadına karşı olumsuz tutumu kutsallaştırma Tevrat’ın bir becerisi olarak neredeyse 2700 yıl gündemde kalmış, Batı uygarlığının en parlak evrelerinde bile kadın bir ‘değer varlığı’ niteliğinde görülmemiştir (sayfa 19).”
Kadının Bölünmüşlüğü başlıklı bölümde Eyüpoğlu’nun açıkladığı görüşlerden de şu alıntıları yapmak isterim. “Doğa kimseyi kimseye kul, köle yaratmamıştır, erkeğin dişiden güçlü olması insanlar üzerinde egemenlik kurma anlamına gelmez (sayfa24).” Eyüpoğlu, eğitimli kadınların bile kimlik ve kişilik mücadelesine katılmakta çekingen oluşunu şöyle dile getirmiştir; “Yükseköğrenim kurumlarında görev almış, bilimsel sanlar kazanmış, dahası yurt dışında öğrenim görmüş nice kadın, kendini erkekten aşağı gördüğünü, bunu açıklamaktan çekinmediği(ni) güncel olaylardan öğreniyoruz. Bu olay kadının kendini dışlamasıdır, ‘insan’ kavramının dışında bırakmasıdır (sayfa 25).”
Eyüpoğlu, “Şeriat Kadını” başlıklı bölümünde birçok gözlemde ve değerlendirmede bulunmuştur. Bunlardan birkaçını okurların bilgisine sunmak isterim. “Şeriat kadını erkeği vurgulayan ‘insan’ kavramının dışındadır, onun görevi erkeğin gereksinimlerini yerine getirmek, çocuk doğurmak, doğurduğu çocukları babanın uygun gördüğü nitelikte büyütmektir. … Kadının tüm davranışları önceden belirlenmiştir, bunların dışına çıkamaz, içinden çıkmayı düşünse bile büyük bir suç işlemiş sayılır (sayfa 32).” Diğer bir gözlem ise şöyledir; “Şeriat kadınının yaşamında tanrısal buyrukların yeri de, anlamı da yoktur. Onun için biricik geçerli, kutsal kaynak ‘Hoca Efendi’dir. Bu Hoca Efendi düzenli bir öğrenim görmemiştir, en çok ilkokulu bitirmiştir, değişik yollardan önemli kazançlar sağlayarak ‘şeyh’ sanını elde etmiştir. Artık bütün engeller aşılmış, tanrısal buyruklar arkaya itilmiş, hepsinin yerini ‘Hoca Efendi’nin ‘Şeyh Hazretleri’nin usdışı saçmalıkları almıştır (sayfa 35).”
“Cumhuriyet Kadını” başlıklı bölümde de Eyüpoğlu, Cumhuriyet ile birlikte kadının kazandığı toplumsal konumu ve bilinci ele almaktadır. Bu bölümden de kısa birkaç alıntı yapmak isterim. “Ülkemizde Cumhuriyet kadını ile şeriat kadını çağdaş bir toplumdadır, biri eski, öteki yeni değildir, başka bir söyleyişle ikisi de süredeştir, eş zaman içindedir (sayfa 40.” Eyüpoğlu, Cumhuriyet kadınını da şöyle tanımlamaktadır; “Cumhuriyet kadını bilimin gerçeğine, uygarlığın sürekli bir gelişim çizgisi üzerinde yürüdüğüne, düşünsel emeğin üretimine, insan değerlerinin etkinliğine, insanın bir ‘değer varlığı’ olduğuna inanan kadındır (sayfa 41).” Eyüpoğlu, Cumhuriyet’in şeriat kadınına da tanıdığı hakları şöylece dile getirmiştir; “Türk kadını, çağdaş uygarlığın gerektirdiği ne varsa, hepsini Cumhuriyet’le kazanmıştır, dahası Cumhuriyet Yönetimi’nin karşısına çıkma, onu yıkma özgürlüğünü bile Cumhuriyet’ten almıştır. Şeriat yanlısı kadının imrendiği, özendiği Osmanlı Yönetimi’nin hangi çağında kızlar yükseköğrenim kurumlarında, toplum kesimlerinde üstün aşamalı görevler alabiliyorlardı? İslam’ın hangi kaynağı kadına bu yetkiyi sağlamıştı? Cumhuriyet kadını bütün çağdaş olanaklarını Cumhuriyet Yönetimini izleyen devrimlerle kazanmıştır, bu nedenle çağdaş bir varlıktır. Çağdaş varlık olmak çağın içinde yaşamak değil, çağın gelişim sürecinde üretici yeri almaktır (sayfa 42-43).” Eyüpoğlu bu bölümde, gençliğinde tarikata nasıl katıldığını ve annesinin çarşafla ilgili bir anısını da anlatmaktadır. “1939 yılında, İstanbul Fatih yöresinde Nakşibendi Tarikatı’na girdiğim evrelerde, çarşafı üstü açık olarak yalnızca Vefa-Süleymaniye yörelerinde Siirtli kadınlar giyerdi, onların da yüzleri açıktı, başlarına birer yeldirme atarlardı. 1950’den sonra, İstanbul’da çarşaf giymeye başlayan kadınlarımızın çoğunun Doğu Karadeniz yörelerinden geldiklerini çok iyi biliyorum. 1940 yılların sonlarıydı, ben lise öğrencisiydim. Bir gün Sabahattin Eyuboğlu anneme: ‘yenge devlet emir verse çarşaf giyer miydi?’ dediğinde annemin yanıtı şuydu: ‘Gazi paşa bizi kurtardı, sen padişahlık mı istiyorsun? Oysa Cumhuriyet kurulduğu yıllarda annem en az otuz altı yaşındaydı, … (sayfa 49).”
İzleyen bölümde Eyüpoğlu, “Cumhuriyet Kadınının Başarı Düzeyi” konusunu ele alıyor ve başarılarını anlatıyor. Bu bölümden tek bir alıntı yapıp, Cumhuriyet Kadınının Başarılarını okumayı sizlere bırakıyorum. “Cumhuriyet kadını, toplumsal kurumlaşmada, erkekten daha başarılı oldu diyebiliriz, yeter ki uygarlığın ışığından eşit ölçüde yararlanma olanağı bulsun, birtakım yapay engellerle karşılaşmasın. Cumhuriyet kadınının karşısında en büyük engel dinsel uygulamalar, inanç kapsamlı yorumlardır. Ülkemizde inanç bireysel olmaktan çıkarılmış, yönetimsel bir içerik gibi görülmüş, gösterilmiştir. Ülkemizde tanrının yargıçlığını birtakım düzmece ‘Hoca Efendiler’, yalancı ‘Şeyh Hazretleri’ üstlenmiştir (sayfa 52).”
“Cumhuriyet Kadınının Başarısız Kaldığı Alan”ın ele alındığı bölümünün başlangıcında Eyüpoğlu şu gözlemi yapıyor; “Bir kadın, şunun bunun yardımıyla, müzisyen, ressam, yontucu olamaz. Bu uğraşlar uzun emeklerin tüketilmesini, çabaların eritilmesini gerekli kılar, bu nedenle sanatta, bilimde, felsefede kişisel çaba, bireysel emek değişmez koşuldur, emeksiz başarı olmaz (sayfa 57).” Eyüpoğlu, kadınların başarı grafiğinin en düşük olduğu alan olarak politikayı işaret ediyor ve bu konuda çeşitli değerlendirmelerde bulunduktan sonra şu eleştiriyi dile getiriyor; “Bugün Kamutay’da koltuk edinmiş kadınlarımızın neredeyse hepsi, kendi partileri içinde bile, toplumsal bir varlık değil birer araç durumundadır. … Böylece, bir toplumsal araç özelliği taşıyan Cumhuriyet kadını, koltuk tutkusu uğruna, kendisini insan yapan değerlerden uzaklaşıyor, dahası onları düşünmüyor, önemsemiyor bile (sayfa 60).” Eyüpoğlu’nun bu gözlemlerini sadece kadın politikacılarla sınırlamak onlara haksızlık olabileceği gibi, benzeri tavır içinde olan erkek siyasetçileri de görmezden gelmek olur.
Kitabın izleyen bölümünde “Kırsal Kesim Kadını” değerlendirilmektedir. “Kırsal kesim kadını geleneklerine, inançlarına bağlıdır, ancak bu bağlılık aile bütünlüğü içinde yaşamsal etkenlerden dolayıdır, doğrudan doğruya şeriatın öngördüğü koşullara dayalı değildir. Bu nedenle kırsal kesim kadını şeriat kadını değildir, kendi yaşam ortamında Cumhuriyet kadınıdır. … Kırsal kesim kadını örtünür, ancak kullandığı örtünme giysileri peçe, çarşaf değil, yemeni, yeldirme, peştamal gibi değişik biçimli giyeceklerdir. Bu kadın gerici değildir, inançlarına bağlılığı da kentlerde yaşayan kadınların inançlarına benzemez. Bu inançlar çağların içinden süzülerek gelen, karışıp kaynaşan, yeniden yoğrulan bir birikimin ürünüdür. … Kırsal kesim kadını büyük yerleşim yerlerine, kentlere inince, yeni bir yaşam ortamına girince Cumhuriyet kadını olmaktan uzaklaşıyor, şeriat kadını olma eğilimi gösteriyor, ‘Hoca Efendiler’in, Şeyh Hazretleri’nin eline düşünce değişmez bir düşünsel katılığa bürünüyor. Devrimci eğitim bu kadınların yanına varamıyor, böylece dini kuruluşların ağına düşüyor. Günümüzde aşırı dinci partilerin gecekondu yörelerinde büyük bir oy çoğunluğu sağlamalarının başlıca nedeni budur (sayfa 64-65).” Eyüpoğlu’nun bu gözlemine bir eklemede bulunmak istiyorum. Kırdan kente göçen erkek üzerinde de tarikat ve benzeri inanç temelli baskılar arttığı için kadın hem eşinden hem de çevreden gelen baskıyı katlanmış olarak hissediyor sanırım.
İzleyen bölümde “Tarikat Kadını” başlıklı bölümde, tarikatların hangi dönemde kurulduğu ve İslam dini içinde yerinin olup olmadığı ele alınmakta ve kadınların tarikatlara üye olmalarının yaşam ve öğrenimlerini nasıl etkilediği ele alınmaktadır.
Eyüpoğlu, “İslam’a Hizmet Tuzağı” başlıklı bölümde, yükseköğrenimde okuyan genç kızların nasıl etki altına alındığını işlemektedir.
“Aydınlanma Sarkacı” başlıklı bölümde Batı’daki aydınlanmanın, bir din kurumu olan kiliseyi kendi sınırlarına çekilmeye zorladığı şu cümlelerle anlatılmaktadır; “On sekizinci yüzyılda, … Kilise kendi sınırları içine çekilmeli, bilimsel alanda yer edinmeye, toplumu düzenlemeye kalkışmamalı. Bilginin kaynağı, eleştiricisi, düzenleyicisi ustur, insan bir ‘us varlığı’dır, usun dışında kalan insanı yönlendiren, yöneten bir güç, bir yeti yoktur. İnsan usunun bilincine vardığı sürece ‘insan’dır, usun dışında kalan insan bir doğa varlığı kimliğini aşamaz (sayfa 82).” Eyüpoğlu, aynı dönemde Osmanlı aydınları için de şu gözlemde bulunmuştur; “Ne yazık ki Osmanlı aydını bu hızlı, geniş boyutlu, bilimsel gelişmelerin dışında kalmış, onların adını bile duymamıştı. Avrupa’da birçok yeni kurumlar, bilimsel, deneysel araştırmalar hızlanmış, Osmanlı toplumunda ise Cebrail’in kanatları tartışılıyordu (sayfa 83).” Eyüpoğlu, Osmanlı aydını konusundaki bu gözlemine izleyen “Toplumsal Bilinçlenme” bölümünde şu eklemeyi de yapmıştır; “Osmanlı aydınlarında, özellikle Avrupa’ya giden yenilik yanlısı gençlerde bir uyanış, toplumsal bilinçlenme eğilimi vardı, ancak ülke genelinde etkin değildi. Namık Kemal, Ziya Paşa, daha önce Şinasi ile başlayan, ancak tabana inemeyen yenilik izlenimleri Tevfik Fikret’te daha bilinçli, bir odak buldu (sayfa 89).” Eyüpoğlu, Tevfik Fikret’ten bahsetmişken, onun kadınlar için dile getirdiğini iki düşünceyi anmadan geçmek Fikret’e saygısızlık olur; ”Elbet sefil olursa kadın alçalır beşer” ve “… en geri, en âciz, en felek-zede millet, kadınlığı hemşire-i cehalet edendir.[xi]” Bu bölümde Eyüpoğlu, ayrıca Atatürk Devrimleri konusunu da ele almış ve değerlendirmiştir.
İsmet Zeki Eyupoğlu’nun “Osmanlıdan Cumhuriyet’e Türk Kadını”nı tanıtmayı burada noktalarken, okurlara, henüz okumadılarsa, Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk’ün “Allah’la Aldatmak” isimli kitabını da öneririm.
“Dağ Çiçeklerim” Sıdıka Avar, Berikan Yayınevi
Kitap, Dersim İsyanı (1937-1938) sonrasında Tunceli’de görev yapan bir kadın öğretmenin anılarıdır. Kitap, Berikan yayınevi tarafından yayınlanmıştır. İlk basımı 2004 ve ikinci basımı da 2011 yılında yapılmıştır. İnternetten saptayabildiğim kadarı ile kitap tükenmiş görünmektedir. Kadın tarihimize ışık tutmaya devam etmesi için umarım yeni baskıları kısa sürede yapılır. Kitabı okuduğumda yer yer üzüntü, yer yer yürek burkulması ve kızma, zaman zaman takdir ve teşekkür duyguları yaşadım. Zaman zaman da üzüntüden ya da mutluluktan gözlerimin buğulandığını da belirtmeliyim.
Sıdıka Avar, yatılı ve gündüzcü öğrencileri olan Elazığ kız meslek okuluna Türkçe öğretmeni olarak atanmıştır.
Sıdıka Avar öğretmenin, yeni atandığı okuldaki ilk günleri, bulunduğu ortamı, koşulları, öğretmenleri ve öğrencileri tanımakla geçer. Öğrencilerin Türkçelerinin çok zayıf ve bozuk olduğunu gözlemişti. Bu tanıma sürecine ilişkin bir sahne ile alıntılarıma başlayabilirim.
“Muavin Hanım’a sordum:
Banyoda üst üste yığılmış birçok karyola var; niçin kullanılmıyor?
Hepsi kırık.
Tamir edilmez mi?
Edilse bile yatak yok. Birkaç tane var ama işe yaramaz. Pırtısı çıkmış…
Yeni yatak alınamaz mı?
Vallahi ben de yeniyim, bilmem ki…
“Çocuklar gece üşüdükleri için birbirlerinden battaniye kaçırıyorlardı. Bu olayda küçükler zarardaydı: bunu önlemek lazımdı.
“Bir iki gece kontrolümden anladım ki, beraber yattıklarından, uyku içinde dönerken örtünmek için çekiştirilen battaniyeler ekseri yere düşüyor. Uyku içinde alamıyorlar, sonra da top gibi büzülüp uyuyorlardı. Bunu düzenlemeyi aklıma koydum (sayfa 25).”
Avar, okulun ders çizelgesi hakkında da şu bilgileri vermektedir; “Yatılı kısım, üç yıla bölünmüş özel bir müfredatla öğrenim görüyordu. Haftada 44 saat ders yapılıyordu. Daha çok Türkçe dersine sonra da sırasıyla Tabiat Bilgisi, Yurt Bilgisi, Matematik, Sağlık Bilgisi, Çocuk Bakımı derslerine önem verilmişti. Ev İdaresi, yemek, basit dikiş ve nakış gibi sanat dersler de ev hamını için elzemdi. Fakat en çok saat Türkçe dersine verilmişti (sayfa 27).”
“Atatürk, bu dağ köylerinde bütün yoksunluğun Türkçe bilmemekten ileri geldiğini söylemiş, bunu isyan sebeplerinden biri olarak görmüştü. Onun için Türkçe’nin bütün köylere ‘ana’ ile sokulmasını arzu etmişti. Bu en köklü öğretimdi. Tarihte örneği vardı. Rumeli vilayetlerinden ilk kız sultanisinin açıldığı bir ilden pek çok siyaset adamı yetişmişti. ‘Buraya da Türkçe’yi ‘ana’ ile sokmalıyız ‘ diyorlardı (sayfa 27).”
Kitapta aktarılan ilk izlenimlerden biri de çocukların okul dışındaki hamama iki hademe eşliğinde gidiş gelişlerine ilişkindir. Biraz üzülerek okuyacaksınız. Daha birçok sayfayı da üzülerek okuyacaksınız.
Yeni öğretmenin diğer ilk gözlemleri, sobaların yakılmasında hademeler yerine öğrencilerin kullanılması, öğrencilerin mutfakta aşçıya yardım etmesi ile devam ediyor. Yemek pişirmeye yatılı öğrenciler yardım ederken, yemeklerin yatılı, pansiyonlu ve öğretmenler arasındaki paylaştırılmasındaki farklılıklar da Avar öğretmenin sıkıntı içinde gözlemlediği ve eleştirdiği ilkler arasındadır.
Bu süreç sürdüğü sırada, Ankara’dan Sıdıka Avar’ın okul içindeki yeni konumu ile ilgili bir emir gelir, buna göre yatılı Kız Sanat Bölümü’nün Amirliğine atanmıştır. Avar öğretmen Ankara’dan ayrılmadan önce Genel Müdür Nurettin Boyman’ın söylediklerini hatırlar; “Şimdi Türk Misyoneri olarak yatılıları özümseyeceksin. Atatürk’ün isteği bu… Bunu herhangi bir kimseye hissettirmek halkı gücendirir. Ona göre tedbirli olun (sayfa 41).”
İzleyen hamam gününde yaşananları da ilgiyle okuyacaksınız.
Karlar eridikten sonra, dağların alt kesimlerindeki köylerden babalar kızlarını görmeye gelirler, ailesi daha yükseklerde oturan çocuklar ise, kendi köylerindeki yolların daha sonra açılacağını söylerler, çocukların baba sevinçleri ve Avar öğretmeni babaları ile tanıştırmaları karşılıklı ilk izlenimler içindedir.
İsyan Bölgesi Komutanı beraberinde Vali ve Millî Eğitim Müdürü olmak üzere okulu ziyaret eder. Avar, bu ziyaretle ilgili anılarını da anlatmıştır. Paşa, Avar öğretmenin dersine de girer, rast gele bir öğrenciden kitaptan okumasını ister. Ancak bu öğrenci okumada henüz zayıf durumdadır. Bunu bilen bir arkadaşı, daha arkadaşı okumaya başlamadan, parmağını kaldırır ve “ben okuyayım” diye seslenir. Paşa bu özgüven içindeki çocuğa peki sen oku der. Öğretmenini seven ve arkadaşının mahcup olmasını istemeyen çocuk böylece durumu kurtarmış olur.
Okul, 1939-1940 ders yılı sonunda ilk mezunlarını verir. O mezunlardan birisinin, köyüne gelen bir vergi memuruna tercümanlık yapması ve memurun ayrılırken kıza tecavüz etmesi sonucu, kızın canına kıymasını ise nefretle, öfkeyle ve kederle okuyacaksınız.
Yeni ders yılı başında okula getirilen kızların ve bunların içinde de bir tanesinin okula geldiği ilk günkü durumu hem yüreğinizi burkacak hem de Avar öğretmenin kızın güvenini ve sevgisini kazanması kalbinizi ısıtacak.
Avar öğretmenin okul çağı gelmiş kız çocuklarını toplamak için köylere yaptığı seyahat, köylerde karşılaştığı sorunlar, onları çözümlemesini de ilgiyle okuyacaksınız. Köylere seyahate ilişkin anılarda, bölgenin doğasının güzelliğini olduğu kadar aşiret düzeninin yapısını da öğreneceksiniz.
Avar öğretmen 1941-1942 ders yılı açılışı öncesinde Tokat Enstitüsü Müdürlüğüne atanır. Kuruluşu gecikmiş okulu kurup öğretime başlaması istenmiş. Enstitü için terkedilmiş büyük bir Ermeni evi tahsis edilmiş. Avar öğretmen diğer görevlendirilmiş öğretmenler 19 gün içinde okulun düzenlemesini yapıp eğitime başlamıştır. Okul yılı tamamlanınca Avar öğretmen bu kez yeniden Elazığ Kız Enstitüsü’ne atanır ancak bu kez müdür olarak görevlendirilmiştir. Yeni görevine başlamadan önce Bakanlığa gidip, Genel Müdür Nurettin Boyman’ı ziyaret eder. Bu görüşmeyi okuduğunuzda genç Cumhuriyet’in hangi kıt kaynaklarla okulları yoktan var ettiğine de şahit olacaksınız. Unutmayın ki, okuduklarınız, II: Dünya Savaşı’nın sıkıntılı dönemlerinde yaşanmış ve çözüme kavuşturulmuştur.
Elazığ Kız Enstitüsü’nden Akçadağ Köy Enstitüsü’ne öğretmen olmaya istekli kızların, babalarından izin alınış, Köy Enstitüsü’ne gidiş ve karşılanış da gözlerinizi buğulandıracak.
Bir ağanın, çobanının kızı olan Anik’in okulu bitirdikten sonra ağaya üçüncü eş olarak verilmesine direnmesi ve sonu kederli biten öyküsü ise sizleri çok üzecek. Ancak birkaç yıl dahi okula giden bir kızın dünya görüşünün nasıl değiştiğini de göreceksiniz.
Avar, öğrenci toplamak için köylere gittiğinde, Enstitüye devam edip mezun olan kızlarını da ziyaret eder, bu kızların çoğunun köylerine döndüklerinde yaşadıkları sorunları ve dirençlerini de anlatır. Bunların içinde başarı öyküleri kadar dramlar da vardır. Köylerinde okuyup, öğrendiklerini uygulamak isteyen kızlar büyük sorunlar yaşasa da içlerinde ailelerinin ve eşlerinin düşünce ve davranışlarını değiştirebilenlerin başarı öyküleri de eğitimli kadının gücünü göstermesi bakımından sizleri gururlandıracaktır.
Avar öğretmen, yeni öğrenci toplamak için yanına aldığı iki öğrencisi ile birlikte, Bingöl’ün köy yollarına düştüğünde kızların okula gönderilmemesi için çıkarılan bir dedikodu ise sizleri şaşırtacaktır: “Bu köylerde ve merkezde kötü bir laf yayılmış. ‘Kızları toplayıp İngiliz’e Rus’a vereceklermiş. Kürtlerin dölünü bozacaklarmış’ diye kahvelerde dedikodu dönüyormuş, haberiniz olsun, … (sayfa 136).”
Avar öğretmen yine bir köye öğrenci almak için gittiğinde, köyden genç birisi gizlice, “size vermemek için bu hafta herkes kızını evlendirdi (sayfa 145) diye fısıldamıştır.” Evlendirilen kızların içinde 12 yaşındakiler bile olduğu Avar’a söylenir.
Kitabın başlangıcında Avar öğretmenin karşılaştıkları ile daha sonra onun adım adım sabırla bir nakış gibi okulları işleyişi, yemekhane, yatakhane dahil öğrencilerin içinde yaşadıkları ortamı çağdaş bir yapıya nasıl dönüştüğünü köy kızlarına kazandırdıklarını göreceksiniz. Kitap yoğun olarak karşılıklı konuşmalarla işlendiği için doğrudan alıntı yapmada güçlük çektiğim için kısa özet tanıtma yöntemi kullandım.
İkinci Dünya savaşı sonrasında Amerika Birleşik Devletleri’nin Türkiye’ye yaptığı Marshall yardımları çerçevesinde gelen Amerikalı uzmanların Anadolu’nun her yerine olduğu gibi Doğu İllerine gelişleri ve okullarda incelemelerde bulunmaları da etraflı olarak anlatılmıştır.
Kitapta Elazığ, Tokat ve Bitlis gibi illerin köy ve kasabalarındaki ağaların yanında tarikat şeyhlerinin bölgedeki etkileri de çok canlı olarak anlatılmıştır.
1950 seçimleri öncesinde ve sonrasında işlenen politik yaklaşımlarla halkın etkilenişini, seçim sonuna yönelik olarak kitapta yer alan şu diyalog çok net bir biçimde anlatmaktadır; “Ertesi gün seçim neticeleri belli olmuş, Demokrat Parti kazanmıştı. Genç ayak takımı coşkuyla bayram ediyordu.
“İlk otobüsle Genç’e trene gidiyordum. Otobüste söyleniyorlardı ihtiyarlar:
“Şeyhler, seyitler geri gelecek. Camiler tekkeler açılacak, şehir karıları çarşaf giyecek. Gençler,
“Karılar dayralarda (dairelerde) çalışmayacak, kız mektepleri kapanacak. Kızların okuması da noli ki. Erkekler dört karı alacak. Karılara ‘boş’ dedin mi bitti, boş düşecek. Karılar mahkemeye boşanmak için gitti mi, hemmen soppa yiyecek (sayfa 289).”
Avar öğretmen ABD’ye davet edilir, Demokrat Parti’nin Millî Eğitim Bakanı Tevfik İleri Avar’ın ABD’ye gitmesini destekler. Avar öğretmen kitabında ABD’ye ilişkin izlenimlerine de yer vermiştir.
Kitap cehaletin korunmasında ve kadının kişilik kazanmamasında çıkarları olanların direnişlerini, ayak direme çabalarını net olarak ortaya koyduğu gibi, kadını cahil bırakmanın onu ezebilmenin güvencesi olduğunun somut örneklerini de anlatmaktadır.
“Dağ Çiçeklerim” kitabı okunduğunda sadece 1940 lı yılların Doğu Anadolu’sunu ve sorunlarını, devletin oralara ulaşma çabalarını değil, aynı zamanda günümüzde yaşananları da daha iyi anlama ve gözleme olanağı bulacaksınız. İnternet ortamında tek tük hâlâ bulunabilen kitabın kısa sürede yeniden raflardaki yerini almasını gönülden dilerim.
“Şeriat Ülkesinde Kadın Olmak” Zekiye Yüksel, Cumhuriyet Kitapları
Prof. Dr. Serpil Çakır’ın kitabı ile karşılaştırma olanağını da sağlayacağına inanarak Zekiye Yüksel’in kitabını tanıtmak istiyorum. İlk baskısı 2010 yılında yapılan bu kitap 2011 yılında üçüncü basımını yapmıştır. Benim Mart 2015 te aldığım kitabın üzerinde üçüncü baskı olduğu kayıtlıdır. Yeni baskılarının yapılıp yapılmadığını Cumhuriyet Kitapları sitesinde yaptığım aramada saptayamadım. Dolayısı ile bu kitap da 1,000 baskıdan 3,000 ve eğer her baskı 2,000 adet yapıldı ise 6,000 adet piyasaya sürülmüştür. Bu kitabın okurlara erişimini dileyen okurum ilk kitabı tanıtmaya başlarken sunduğum rakamlar üzerinden yapabilir.
Zekiye Yüksel, Ekim 2002 ayında, Riyad Uluslararası Türk Okulu’na Türkçe ve Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni olarak atanmış ve Ocak 2006 sonuna kadar bu görevde kalmıştır. Kitap bu görevi sırasındaki gözlem ve düşüncelerini yansıtan bir anı belgesidir.
Yüksel’in kitabından ilk iki alıntımı önsözünde yapmak istiyorum. “Din ve ahlâkı korumaktan sorumlu mutavvalar (Suudi Arabistan’da bir tür şeriat polisi), başım örtülü ve abayeli (modern çarşaflı) olmama rağmen en temel gereksinimlerimi karşılamak için gitmem gereken kısacık yolda bile beni korumaktan uzaktı. Çünkü onlara göre sokakta kadının tek başına ne işi vardı? Günler aylar geçtikçe iki yüz metre uzaklıktaki bakkala yalnız başına gidememenin ağırlığını taşıyamaz oldum.[xii]” Kitabın önsözünden alıntılamak istediğim diğer ifade de üzerinde çok düşünülmesi gereken acı bir gerçeği vurguluyor; “Penceresizliğe ve balkonsuzluğa karşı çıkamayan bir halkın ülkesinde kadın öğretmen olarak çalışmak nasıl kolay olabilirdi ki? Bu ülkenin hiçbir şehrine, beş dakika uzaklıktaki bakkalına bile yalnız başıma gidemedim. Türkiye’de çalıştığım okullarda yaşamadığım Alevi-Sünni mezhep ayırımcılığının olduğu bir okulda çalışmak beni üzdü (sayfa 6).”
Yüksel, kitabında 10 Kasım Atatürk’ü anma toplantısında yaşadığı bir olayla nedeni ile devrimlerle ilgili olarak 1927 yıla ait bir alıntıya da yer vermiş. “1927 yılı. Yapılan devrimlerle ilgili söyleşide, ‘Paşam, bu inkılâp yerleşmiştir. Bundan emin ol paşam … diyene Atatürk’ün verdiği yanıt ne yazık ki günümüzde de geçerli: ‘Şimdi şuna emin olmalısınız ki, bugün başına şapka giyen, sakalını, bıyığını tıraş eden, smokin ve frakla cemiyet hayatında yer alanlarımızın çoğunun kafasının içindeki zihniyet hâlâ sarıklı ve sakallıdır (sayfa 17.” Kitaba alınan Atatürk’e atfedilen bu söz geçerliliğini halen dahi korumuyor mu?
Yüksel, Londra’da yaşayan kardeşini ziyaret için gittiği İngiltere’den dönüşünde Riyad havaalanında gözlemlediği bir olayı da anlatıyor. “Uzun boylu, şık giyimli bir bayan küfür ediyor, bağırıp çağırıyor, burada tutulmamaları gerektiğini, Amerikan vatandaşı olduğunu söylüyor, bırakmaları konusunda ısrarcı davranıyor. Görevli bayan, eşinin gelip alması gerektiğini, başka türlü bırakmayacaklarını söyleyince küplere biniyor. Onun o halini görünce rahatlıyorum. Burada Amerikalılar, Suudi Arabistanlılar kadar rahatlar. Bir buçuk saat sonra adım Zekiye Osman diye okundu. Soyadım geçersiz sayıldı, babamın adı adıma eklendi (sayfa 26.”
Yüksel kitabında, Suudi toplumunda insanlar arasındaki güvensizliğin boyutunu da çok güzel açıklamış. “Kış buraya yeni geldi. Yağmur yağıyor, ben yağmur tanelerini izleyemiyorum. Şu pencerelerden nefret ediyorum. Sandalyenin üzerine çıkıp buzlu camlı pencereyi azıcık aralasam demir parmaklıkların ardından gökyüzünü seyretmenin bende nasıl bir duygu yaratacağını biliyorum. Hemen yanı başımızdaki, arkamızdaki, önümüzdeki, sağımızdaki, solumuzdaki komşuları görmek ne mümkün! Duvarlar yükseliyor aramızda. Bu ne büyük güvensizlik (sayfa 31) !”
Kitabında, görevlendirildiği okuldaki diğer Türk öğretmelerin düşüncelerine de örnekler vermiş, birini alıntılıyorum. “Yıllarca liselerde müdürlük yapmış öğretmen, benimle yerde yemek yemenin daha doğru olduğunu tartışıyor. Gerekçe olarak da 7. Yüzyılda yaşamış olan Hz. Muhammed’in sofrasını yerde kurmasını örnek gösteriyor. Hangi çağda yaşadığının farkında değil arkadaş. Göçebe savaşçılığından yerleşik yaşama yeni geçmiş feodal Arap toplum düzeninde masa sandalye vardı da kullanmayı red mi etti Hz. Muhammed?” sorusunu da yönelterek (sayfa 34). Aslına bu düşüncede olanlara sorulacak ek sorular da olabilir, Hz. Muhammed’in çağındaki yaşama öykünmek için yer sofrası yeterli mi, neden deveye değil de otomobile, cipe ve uçağa biniliyor, neden Suudi Arabistan ikliminde bir gölgede serinlemekle yetinmeyip klima kullanılıyor?
Yüksel Suudi Arabistan’da kadınların otomobil kullanmasına izin verilmemesinin nedenlerini de o ülkede uzun süredir bulunan arkadaşlarından şöyle öğrenmiş. “Deve hareket ettikçe devenin üstündeki kadının göğüslerinin de hareket etmesi erkekleri tahrik ediyormuş. Bu nedenle kadınlara deveye binmek yasaklanmış. Deveye binmek yasak olduğundan arabaya da binmek yasak olurmuş (sayfa 64).” Bu deveye binme olayı herhalde kadınların otomobil kullanmasını engellemenin kökeninde yer alsa da, taşıt aracılarının kadına denetlenmesi zor bir özgürlük vereceği endişe şimdilerde daha geçerli neden olsa gerek. Son dönemde basında çıkan haberlere göre, Suudi Arabistan Kraliyet Şura Meclisi kadınların araç kullanmalarına ilişkin olarak şu kuralları açıklamış; 30 yaşın üstünde olması, eşinin veya reşit olan oğlunun izin vermesi, tesettüre uygun giyinmesi makyaj yapmaması kaydı ile Cumartesi-Perşembe günleri arasında saat 7.00-20.00 arasında araç kullanabileceklermiş [xiii].
Yüksel bu ülkede kadınların toplumdan soyutlanmasının yol açtığı çarpıklıkları da gözlemlemiş. “Riyad sokaklarında eşlerin bile el ele dolaştığını görmedim ama, el ele dolaşan delikanlılara, çocuk yaştaki erkek öğrencilerimin taciz edilmesi olayına rastladım. Havuza giden erkek arkadaşlarımız taciz edildikleri için yüzmeye gitmekten vazgeçtiler. Riyad Kulüp (Riyad Spor’un Dinlenme Tesisi) de erkek fuhşundan kapatıldı (sayfa 71).”
Yazar, okuduğu Erdoğan Aydın’ın “İslâmiyet’te Ahlâk ve Kadın” isimli kitabından da dikkate değer alıntılar yapmıştır.
Yüksel, kitabında, Suudi Arabistan’a çalışmak için gidenlere uygulanan “kefil” sisteminin dayattığı koşullar konusunda da çok dikkat çeken uygulamalar konusunda bilgiler vermekte, kitap okunduğunda bu uygulamanın nasıl bir esaret ve sömürü düzeni olduğu görülecektir.
Yazar, okul idaresinin yaptığı uyarılardan da örnekler veriyor. Bunlardan biri de kadın çalışanların yalnız sokağa çıkmamaları konusundaki uyarıdır. “Okulla aramızda sadece bir sokak var. O sokağı tek başına geçerken koşuyorum. Ya bir Suudi erkeği beni arabasına atıf kaçırsa, yaşamımın bittiği anlamına gelir bu. Elçilik bile olaya el atsa kimse bulamaz beni! En yakınım bile, hiçbir kimseden, hiçbir kurumdan hesap soramaz. Tek başına sokağa çıkmakla zaten suçluyum. Kaçırılma olayları çok sık duyuluyor burada. O nedenle de başta okul idaresi ‘yalnız sokağa çıkmayın’ diye biz kadın çalışanları uyarıyor (sayfa 88).”
Okulda 19 Mayıs kutlamaları müzik dahil çeşitli etkinliklerle kutlanmış, sonrasını kitaptan okuyalım; “Bayramın bitiminde mutavvalar okulu bastılar. Gönüllü mutavvalar müzik sesini duyunca şikâyet etmişler. Bayramla ilgili Büyükelçiliğin izni olduğu söylenerek ikna edildiler, içeri alınmadılar. Mutavvalar krallık rejimiyle zaman zaman çatışıyor. Onlara göre, Suudi kadınlar yüzlerini, yabancı kadınlar saçlarını açtıkları, sokağa çıktıkları için şeriat yasaları deliniyormuş (sayfa 96).”
Kitap Suudi Arabistan’daki çifte standardın boyutlarından da seçme örnekler sunmakta.
Yüksel, görev yaptığı bu ülkede gözlemlediklerinden sonra kadın okurlarına şu soruyu soruyor; “Ah kadınlar, siz ülkemizin değerini bilmediğiniz gibi buralara özeniyorsunuz. Keşke şu ülkenin koşullarını, kadınların durumunu gelip görseniz, hele bir de yaşasanız. Hâlâ araba kullanamıyor kadınlar. Siz, şık, gösterişli ve pahalı tesettür giysilerinizle en lüks arabaları kullanabiliyor, erkek arkadaşlarınızla el ele, göz göze dolaşabiliyorsunuz sokaklarda. Hiç düşündünüz mü şeriat gelirse kızlarınız sizinle aynı koşullarda yaşayabilecekler mi? İran, Afganistan, hatta Yemen kadınlarının durumuna düşmeyecekler mi (sayfa 143)?”
Zekiye Yüksel’in, dikkatle okunmasını önerdiğim “Şeriat Ülkesinde Kadın Olmak” isimli kitabından son bir alıntı yaparak tanıtımımı sonlandırmak istiyorum. Yazar, görev süresini tamamlayıp Türkiye’ye dönmek için Riyad havaalanında beklerken karşılaştığı ülkemizin bir görevlisinin, yanındaki bir kadınla ilgili olarak kendisinden istediği yardımı da anlatmış. “Bir aydan beri bu hanımla uğraşıyorum. Hosteslik yaptığı uçakta işi bitince otele bırakmak için havaalanından bir erkek arkadaşı alıyor. Peşlerine mutavvalar takılıyor, daha otele varmadan arabayı durduruyorlar. Her ikisini de alıp karakola götürüyorlar, evli olmadıkları için zina yaptıkları gerekçesiyle hapse atıyorlar. Bir ay sonra çok güçlü kişileri araya koyduk da hanımı çıkarabildik. Bir ay aç susuz bırakılmış, şiddet de uygulamışlar. Şimdi sersem gibi. Uçağa binerken, uçaktan inerken, valizini alırken yardım edersen sevinirim (sayfa 155).”
Nefesinizi tutarak okuyacağınız bu kitap 255 sayfadır.
“Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın” Prof. Dr. Fatmagül Berktay, Metis Yayınları
Hıristiyanlık’ta ve İslamiyet’te kadının statüsünün karşılaştırmalı bir akademik incelemesi olan kitabın ilk basımı 1996 yılında yapılmıştır. Doktora tezi olan bu kitabın ikinci basımı ise on üç yıl sonra 2009, dördüncü basımı 2012 ve beşinci basımı ise 2014 yılında yapılmıştır. Kitabın metin bölümü 217 sayfadır. Basımlar arasındaki zaman aralığının giderek kısalması umut verici bir gelişmedir. Ancak, okurlar, Prof. Dr. Serpil Çakır’ın kitabını tanıtırken yaptığım hesaplamaları bu kitap için de yaparlarsa, toplum olarak diğer tanıttığım kitaplar gibi bu kitabı da ne denli ihmal ettiğimiz ortaya çıkar. Hesabı yaparken, unutmamak gerekir ki, bu kitaba talebin önemli bölümü de öğrencilerden geliyor olabilir.
Büyük ilgi ve beğeni ile okuduğum kitap, doğrudan iki tek Tanrılı dinde kadının statüsünü incelemeye başlamıyor. Önce yazılı tarih öncesinde insanların inanç olgusunu inceleyerek konuya giriş yapıyor. Bu nedenle kitabın tanıtımı için o başlangıç bölümünden ilk alıntıyı yapmak isterim; “Bir kültürün ‘ethos’u ya da dünya görüşü, kadın imgelerini de içerir ve bunlar kültürün bütünü açısından kadınlara ilişkin düşünceleri biçimlendirmede büyük rol oynarlar. Söz konusu imgeler ise çoğunlukla dinsel kaynaklıdır ve gene çoğunlukla kadınların kendileri tarafından değil, erkekler tarafından oluşturulmuşlardır. Bu bağlamda, kadınların kendi kendilerini tanımlamaları, kendi kimliklerini özerk bir biçimde oluşturmaları, kısaca kendi adlarını kendilerinin koyması söz konusu değildir[xiv].” Berktay’ın bu ifadesini ben, eski Anadolu deyişiyle, kadınların kendi göbeklerini kendilerinin kesmesinin olanaklı olmadığı şeklinde algılıyor ve haklı buluyorum. Zira tarih boyunca kadınların hakkını ve hukukunu savunan erkeklerin sayısı küçük bir azınlığı oluşturmuştur. O nedenle, kadınlar önce, nitelikli eğitim almak için hakkını savunacak sonra da tarihi süreçte kendilerine nasıl haksızlık ve zulüm edildiğini öğrenecek ve yeni kuşak hemcinslerine zulüm ve haksızlık yaşatmayacak erkek çocuklar ve kendilerini ezdirmeyecek kız çocukları yetiştirecekler.
Berktay’ın silkeleyici ve uyandırıcı diğer bir ifadesi ise şöyle; “Kadınlar, kendi kimliklerini özgürce tanımlamak ve toplumda özerk bireyler haline gelmek istiyorlarsa, ‘lanetli Havva’ ya da ‘fitne yaratan kadın’ imgelerinden kurtulmak zorundadırlar; bunu yapabilmek için de özellikle tek Tanrılı dinler ve onların kültürün her alanına sinmiş verili toplumsal cinsiyet kalıplarıyla hesaplaşmaları zorunludur. Bu nedenle, dinin doğasını ve işlevini anlamak, belki de en başta kadınlar açısından önemlidir (sayfa 18).”
Tarih öncesinden başlayan, insanın tanrı inancındaki gelişme süreci ise şöyle özetlenmektedir; “Tanrılar panteonunda da tüm güçlere sahip Ana Tanrıça’dan, tüm güçlere sahip Fırtına Tanrısı’na doğru bir geçiş görülür. Burada artık, Ana Tanrıça, Zeus ve Hera çiftinde görüldüğü gibi bereket tanrıçasının evcilleştirilmiş bir versiyonundan ibarettir. Bu adımlardan sonra, sıra, tanrılar panteonunun yerini tek bir güçlü (erkek) tanrının almasına ve bu tanrının ‘yaratma’ ilkesinin her iki yönünü de –yoktan var etme ve soyu üretme- kendisinde toplanmasına gelir (sayfa 36).”
Neolitik dönem öncesi toplumlarda kadın toplayıcı ve erkek ise avcı işlevlerini üstlenmişti. Neolitik dönem öncesinin sonlarına doğru kadın, toplayıcılığın yanında tarım yapmayı da keşfetmiştir. Kitap bu gelişmeyi şöyle tanımlamaktadır; “Tarımın kadınlar tarafından ‘icat’ edilmiş olduğu ve tahıl tarımını mümkün ve verimli kılan beceri ve araçları da gene onların geliştirdikleri neredeyse tartışmasız kabul gören bir saptamadır. … Tarımın erkeklerin egemenliğine geçmesi, neolitik dönemin ilk aşamaları ile yazılı belgelerin ortaya çıkışı arasındaki bir zamanda meydana geldi (sayfa 41).”
Anadolu kültürümüzde, “Toprak” ve “Ana” sözcüklerinden oluşan bir “Toprak Ana” kavramı halen dahi varlığını sürdürmektedir. Kitapta, “Toprak Ana” kavramının oluşum süreci de ayrıntısı ile ele alınmaktadır. Bu bölümün başlangıcından bir alıntı yapmak isterim. “Ortadoğu bölgesindeki çok çeşitli kültürlerde, neolitik çağda Ana Tanrıça kültünün geçerli olduğu ve aşağı yukarı İ.Ö. 2. binyıla dek varlığını sürdürdüğü anlaşılmaktadır. Kadınların ana olarak kutsallığı paleolitik dönemde de bilinmekle birlikte, tarımın bulunması bunu önemli ölçüde arttırmış olmalıdır. Ünlü din tarihçisi Mircea Eliade, ‘beslenmeye yönelik bitkileri ilk kez kadın yetiştirmiştir. Tabii ki, toprağın ve hasadın sahibi haline gelen odur. Kadının büyüsel-dinsel prestiji ve buna bağlı olarak toplumsal üstünlüğü, kozmik bir modele sahiptir: ‘Toprak Ana’ demektedir. Bu ‘Toprak Ana’, yaşamı tek başına yaratma gücüne sahiptir; bir bütün oluşturan kosmos üzerinde egemendir. Evrenin birliğinin yanı sıra, yaşam ile ölümü tek başına simgeleyen ve yaşamla ölümün aynı sürecin iki yüzü olduğu düşüncesini kendinde cisimleştiren de odur (sayfa 45).”
Antik Ortadoğu kültüründe kadının statüsünü işledikten sonra Berktay, Antik Çağ Yunan kültüründe kadının konusunu da ele almıştır. Bu bölümden bir alıntıyı dikkatinize sunmak isterim. “Eski Yunan’da genç kızlar evlendirilirken babalarının ya da vasilerinin geleneklere uygun olarak söylemek zorunda oldukları sözler, ‘tohum ve toprak’ metaforunun (istiare, ödünçleme TDK-Türkçe Sözlük) yalnızca İslâm’a, Doğu’ya özgü olmayıp bütün ataerkil toplumlarda geçerli bir anlayış olduğunu ortaya koymaktadır: ‘Bu kadını sana veriyorum ki, onun tarlasını sürüp meşru çocuklar edinesin’ (sayfa 61).”
Antik Çağ Yunan kültürü dünya kültürü üzerinde doğrudan etki yaptığı gibi özellikle ortaya çıkardığı birçok düşün insanı nedeniyle de özellikle Rönesans sonrasında Batı kültürü üzerinde çok büyük etki yaratmıştır. Antik Çağ Yunan düşünürlerinin kadınlar hakkında dile getirdikleri düşünceler de geniş ölçüde olumsuzluklar içermiştir. Kitapta yer alan örneklerden birini de paylaşmak isterim. “Kadınlar, Aristoteles’in ifadesiyle, yaşam için gerekli olan maddeyi sağlarlar ama, formu ve ruhu, yani insanın tanrısal olanla bağlantılı kısmını sağlayan erkektir ve bu, ilginç bir biçimde, kadına atfedilen aşağı statünün hem nedeni, hem de sonucu olmaktadır (sayfa 61).”
Berktay, kitabında Sümer ve Asur medeniyetlerinde kadının statüsünü de ayrıntısı ile incelemiştir. Bu bölümdeki değerlendirmelerinden birisini de okurlarla paylaşmak isterim. “Yörede, ataerkilliğin kurumsallaşması ile birlikte kadınların örtünmesi uygulaması da özellikle üst sınıflar arasında yaygınlık kazandı. Hangi kadınların peçe kullanması gerektiği, hangilerinin ise buna hakkı olmadığı konusu Asur Yasası’nda ayrıntılı olarak belirlenmişti. Kadının sözüm ona ‘saflığının’ çok gerilere giden bu simgesi, kadınların cinsel aktivitelerine göre sınıflandırmaya ve erkeklere, hangi kadının bir erkeğin koruması altında, hangisinin ise ‘kolay av’ olduğunu göstermeye yarıyordu (sayfa 83).” Asur Yasalarındaki hüküm yanında kadının başını ve yüzünü örtmesi izleyen yüzyıllarda sadece Mezopotamya kültürü ile sınırlı kalmamış oradan İran’a, Anadolu’ya, Yunanistan’a da yayılmıştır. “Örtünme ve peçe, İslamiyet’ten çok önce Yahudilerde, Yunanlılarda ve Bizans’ta, yani tüm Doğu Akdeniz uygarlığında özellikle üst sınıflar arasında yaygın bir uygulamadır (sayfa 84).”
Yahudi inanç sisteminin oluştuğu M.Ö. birinci bin yıl içinden beri bu kültürün erkeklerinin çok uzun süre kullandıkları bir dualarını da kitaptan alıntılamak isterim; “Bu anlayışla yetişen Yahudi erkeklerinin her gün, ‘beni kadın yaratmayan Tanrı’ya şükürler olsun’ diye dua ettiklerini belirtmekle yetinelim (sayfa 97).”
Berktay, kitabına Hıristiyanlığın kadına bakışı konusunda bilgi vermek üzere İncil’den ve ekindeki Pavlus’un mektuplarından alıntılar yapmıştır. Bu konuların incelendiği bölümden iki alıntı yapmak istiyorum. “Kuzey Afrikalı Hıristiyan teolog Tertullianus ise, kadın düşmanlığında daha baskındır; ‘sen’ der kadına ‘cehennemin kapısısın; sen, Tanrı’nın Yasası’na ilk karşı gelensin; sen, şeytanın yanına yanaşmaya cesaret edemediği erkeği kandıransın. Sen, Tanrı’nın suretinde yaratılmış olan erkeği kolayca mahvettin. Senin suçun yüzünden, Tanrı’nın oğlunun bile ölmesi gerekti’ (sayfa 106).” Tertullianus, Havva’nın Adem’e yasak meyveyi sunarak onu kandırdığına atıf yaparak kadını aşağılayan bu ve benzeri birçok ifadeleri kullanmıştır. Bu suçlamaları sadece o yapmamıştır. Onun izinden giden birçok teolog bunları yinelemiş ve yenilerini eklemiştir.
M.S. 160-240 yılları arasında yaşamış olan Tertullianus ve onun gibi kadını aşağılayanlara en anlamlı cevabı 1364-1430 yılları arasında yaşayan İtalyan kökenli Fransız vatandaşı kadın şair ve yazar, Christine de Pisan vermiştir. Kitaba da alınan bu yanıt şöyledir; “Hiçbir günah kadınınki kadar büyük değildir diyorlar ama, kadınlar adam öldürmezler, kentleri yakıp yıkmazlar, halkı ezmezler, toprakları yağmalamazlar, kundakçılık yapmazlar ya da sahte sözleşme düzenlemezler. Kadınlar şefkatli, nazik, yardımsever, alçakgönüllü, basiretli varlıklardır. Evet, Havva günah işledi ama aldatılmıştı: Adem de ondan iyi sayılmazdı (sayfa 106).” Avrupa’da aydınlanmanın başlayıp gelişmesinde Pisan ve benzeri yürekli kadınların rolü de araştırılıp yazılmaya değer diye düşünüyorum.
Christine de Pisan o tarihlerde şiirlerinden başka şu iki kitabı da yazmıştır; dilimize “Kadınlar Kentinin Kitabı” olarak çevrilebilecek The Book of the City of Ladies ve “Kadınlar Kentinin Hazinesi” olarak çevrilebilecek olan The Treasure of the City of Ladies. Bu kitaplar Batı toplumlarında kadınların hak ve hukukunu koruma mücadelesinin ne denli gerilere gittiğini göstermektedir.
Kitabın İslâmiyet’i inceleyen bölümünden de bir iki alıntı yapmak istiyorum. “İslâmiyet öncesi Arabistan’da çok sayıda kadın yöneticinin bulunduğu, bunlardan bazılarının yerel tanrıların ya da tanrıçaların rahibeleri oldukları bilinmektedir. Böylece, burada, Eski Mezopotamya ve Doğu’nun bütün tarihinde sık sık karşımıza çıkan rahip-kralların paralelini görürüz. Ancak İslâm’ın ortaya çıkmasından önceki birkaç yüzyılda – ki, mağrur müminler bu döneme Cahiliye adını verirler- Arap kraliçelerinin sayılarında giderek azalma olur. … İslâm öncesi dönemde, halkın dinsel yaşamında kahine’ler ve nebiye’ler (kadın peygamberler) de vardı. Bu kahineler ve nebiyeler, erkek kahinler ve nebiler ile aynı işlevleri yerine getiriyorlardı (sayfa 116-117).”
“İslâmî anlayışa göre kadın, iç mekân olan harim’e, yani yasak mekâna aittir ve bu mekânsal bölünmeye uygun olarak kadınlar esas olarak aile içinde var olabilirler. … Bu bağlamda ‘örtünme’, Müslüman kadının dış dünyaya çıkışını sağlamaktadır; çünkü örtünen kadın dışarıya da çıksa ‘içeri’de kalmakta, mahrem dünyaya ait olduğunu hatırlatmaktadır (sayfa 151).” Berktay, kitabında İslâm kültürünü oluşturan çeşitli konuları da incelemekte ve bu konuda çeşitli kaynaklardan alıntılara da yer vermektedir. Berktay’ın çok geniş bir zaman boyutu ve çok tanrılı dinlerin hüküm sürdüğü birçok toplumun yaşamlarından tek tanrılı üç dini içine alan akademik nitelikli kitabından yaptığım bu alıntılar sanırım yeterince merak uyandırmış ve okuma arzusu yaratmıştır.
İslâm toplumlarında kadınların başları dahil geniş kapsamlı örtünmesinin din bakımından zorunlu olduğu konusu yüzyıllardır birçok kitapta yazıla geldiği gibi, çağdaş iletişim araçlarının yaygınlaşması ile birlikte yazılı ve görsel basında da sıkça işlenegelmektedir. Dolayısı ile İslâm tarihi boyunca toplumlar ve bu bağlamda toplumumuz da bu bilgileri öğrenmiş ve günlük yaşamlarında da geniş ölçüde katı bir biçimde uygulamıştır. Ancak çağımızda bazı ilahiyatçılar Kur’an’daki ayetlerin bu şekilde anlaşılmasının ve yorumlanmasının doğru olmadığını ileri sürmektedirler. Bu konudaki görüşlerini tarihteki bilgi ve veriler ışığında açıklamaktadırlar. Bu konuda yayın yapmış bulunan iki akademisyenin kitaplarını da okurlara tanıtmanın uygun olacağını düşünüyorum.
“İslâm ve giyim kuşam” Prof. Dr. Zekeriya Beyaz, Sancak Yayınları
Beyaz’ın kitabının ilk basısı 1999 yılında yapılmıştır. Kitap, 384 sayfadır. Zekeriya Beyaz’ın kitabı iki ana bölüm halinde işlenmiştir. Birinci bölümde, “Başörtüsü sorununun sosyal boyutları ve çözüm yolları” ele alınmaktadır. Bu bölümde ülkemizde başörtüsü konusunun nasıl gündeme geldiği/getirildiği belgeler eşliğinde açıklanmaktadır. Bu bağlamda basın yayın kuruluşlarının olduğu kadar siyasetçilerin de konu üzerindeki yayınlarından ve söylemlerinden geniş örnekler verilmektedir. Başörtüsü konusunun yoğun olarak tartışıldığı ortamda mahkemelerin verdiği kararlara da değinilmektedir. Dolayısı ile bu bölüm (sayfa 19-212) toplumdaki tartışmaların geniş bir özetini oluşturmaktadır.
Kitabın ikinci ana bölümü ise, “İslâm ve Giyim-Kuşam” başlığını taşımakta ve (215-384) sayfalar arasında işlenmektedir. Bu bölümde İslâmiyet öncesi Arap toplumunun yaşam biçimi ve koşulları ile giyim ve kuşam tarzları hakkında bilgi verilmekte, ilk kurulan İslâm devletlerinde Kur’an’ın giyim-kuşamla ilgili ayetlerinin yorumlanmasının nedenleri anlatılmakta ve bu süreç günümüze kadar getirilmektedir. Örtünmenin yanında, bazı ülkelerde uygulanan kadın sünneti konusuna ve bunun nasıl bir zulüm olduğuna ilişkin bilgiler de yer almaktadır. Bu bölümde kadına aşırı örtünmenin ve eve kapatmanın nedenleri de tartışılmaktadır. İslâm toplumlarında tarihi süreçte çok eşliliğin kökenleri ve korunması da anlatılmaktadır. Kur’an’ın giyim kuşamla ilgili ayetleri, ayetteki sözcüklerin etimolojik kökenleri de göz önüne alınarak doğru olarak nasıl anlaşılması gerektiği de açıklanmaktadır. Kitap ilgili ayetlerdeki sözcüklerin etimolojik kökenlerini açıkladıktan sonra ayetlerin Türkçe çevirilerini yazmıştır. Kitapta, alıntılanıp okurun dikkatine sunulacak çok önemli saptamalar ve ayet anlam ve açıklamaları var. Ancak, sözcüklerin etimolojik köken bilgileri vermeksizin, sadece ayet çevirilerinden alıntı yapmanın doğru olmayacağı düşüncesi ile kitaptan alıntıda bulunmadım. Beyaz, kitabında, kadın ve erkekler için örtünme yükümlülüğünün cinsel bölgelerle ilgili olduğunu belirtmektedir. Kitabı, çok aydınlatıcı ve bilgilendirici buldum, ilgi ve beğeniyle okudum.
“’Başörtüsü’ Söyleminin Dinsel Temelsizliği ve İslâm Felsefesi Açısından Eleştirisi” Doç. Dr. Şahin Filiz, Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Yayınları
Kitabın ilk iki basımı 2008 Ocak ve Şubat aylarında yapılmıştır. Kitap 114 sayfadır. Kitabın “İnsan Felsefesi ve Kadın” başlıklı bölümünün hemen başlarında Filiz’in çok önemli bir saptaması var, onu ilk alıntı olarak almak isterim. “XIII. Yüzyılda ise, insan kendinden, dolayısı ile Tanrı’sı ve dininden kopartılmış; tıpkı, Tanrı’nın insanın belirlemesine bıraktığı doğa gibi, insan da kendisini, felsefesiz bir tarihin betimlediği mevhum, yarı-insan-yarı-erkek bir tanrıya ve onun yukarıdan belirlemelerine bırakmıştır. Artık bu yüzyıldan sonra felsefesiz bir din, felsefesiz bir tanrı ve nihayet felsefesiz bir insan vardır. Düşüncenin ve bilimlerin temeli olan felsefe, İslâm dünyasında dinsizliğin kaynağı olarak suçlanmıştır (sayfa 7).” Filiz, kitabına 1000 yılında öldüğü belirtilen ünlü İslâm filozoflarından Ebu Süleyman es-Sicistani’nin şu düşüncesini de günümüz Türkçesi ile alıntılamıştır; “Ona göre, insan, yararlı ve zararlı durumları temyiz eden akıl ve düşüncesi ile akıldan elde etmiş olduğu şeyleri ortaya koymak bakımından mantığı ve nefs gücü ile doğada var olan formların benzerlerini elleri ile yaparak sanatları yaratması olmak üzere üç bakımdan diğer varlıklara üstündür (sayfa 11).”
Diğer kitapları incelerken Batı toplumlarında kadınları yerici düşüncelerden de alıntı yapmıştım. İslâm coğrafyasında da kadınları aşağılayan söylemlerde bulunan kişiler olmuştur ve hâlâ dahi benzeri söylemleri kullananlar vardır. Filiz’in kitabına aldığı söylemlerden biri 1426 yılında ölen Takıyüddin Huni’ye aittir; “İnsanlığın en ikiyüzlüleri kadınlardır. Zekâlarının, dinlerinin ve kanaatlerinin zayıflığından ötürü imanları noksandır (sayfa 23).” Diğerleri ise Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig isimli kitabında yer almaktadır. Bunlardan birisi şöyledir; “Kadını başı boş bırakma, kapıyı kapalı tut; insana her türlü uygunsuzluk kadından gelir (sayfa 24).”
Filiz’in İslâm toplumlarında kadınların örtünme yükümlülüklerine ilişkin olarak şu gözlemde bulunmuştur; “İki farklı kadın, iki farklı avreti ve dolayısıyla iki farklı muameleyi doğurmaktadır. Hür kadın örtülü ve başörtülü olmakla yükümlü iken, cariye sınıfına giren kadın bu yükümlülükten muaftır. … Örtünmemek, örtünmeye layık görülmemek demektir. Başörtüsü cariyeye yasaktır. Çünkü cariye hür kadın statüsünde değildir. Örtünme ve başörtüsü takma bir ayrıcalıktır (sayfa 34).”
Filiz bu ve benzeri gözlemlerde bulunduktan sonra “Başörtüsünün Dayandırıldığı Dinsel Gerekçeler” başlıklı bölümde konuyu İslâm öncesi Arap toplumu adetlerini de göz önüne alarak ilgili ayetlerin anlamını açıklamaktadır. Bu açıklamalarından iki alıntı yapmak isterim. “İslâm öncesi Araplar, en mahrem yerlerini (ferçlerini dahi) örtmeden ibadet etmeyi doğru bir davranış saydıklarından, örtünme emirleri ile kadının başörtüsü ya da çarşafa bürünmesi anlamında değil, her iki cinsin de ağır avret yerlerinin (avret-i muğallaza) kapatılması gereği üzerinde durulmuştur ki, farz ve doğru olan örtünme budur.
“İbn Abbas ve Mücahid’den aktarıldığına göre, Cahiliye dönemi Arapları, içerisinde günah işledikleri elbiseleriyle tavaf etmenin doğru olmayacağı düşüncesiyle Kabe’yi çırılçıplak tavaf ediyorlardı. İbn Abbas’tan gelen bu konudaki rivayete göre o, şöyle demiştir: ‘Vaktiyle kadın beyti çıplak olarak tavaf eder. Bana kim ödünç bir tavaf elbisesi verecek? Derdi. … (sayfa 47).”
Filiz, bu ve tamamlayıcı bilgileri sunduktan sonra, Yahudi ve Hıristiyan geleneklerinde baş örtmeye ilişkin ayrıntılı bilgiler de vermektedir. Bu bilgilerden sonra da Osmanlı dönemine ilişkin bilgileri aktarmaktadır. Son bölümlerde de 1980 lerden sonra “Dindarlığın Siyasallaşmasından Siyasalın Dinselleştirilmesine” başlıklı bölümde başörtüsünün siyasal alanda nasıl kullanıldığını değerlendirmektedir.
Filiz’in kitabını da çok aydınlatıcı ve bilgilendirici buldum, ilgi ve beğeni ile okudum.
“Kadın” Yılmaz Özdil, Kırmızı Kedi Yayınları
8 Mart Uluslararası Kadınlar Günü kutlamaları öncesinde okurlara tanıtmak istediğim son kitap, Sözcü Gazetesi köşe yazarı Yılmaz Özdil’in “Kadın” isimli kitabıdır. 324 sayfa olan kitap Ekim 2015 ayında yayınlanmıştır. Özdil, 18 Ekim 2015 tarihli köşe yazısında kitabını tanıtmıştır. Bu tanıtma yazısından birkaç cümleyi alıntılamak isterim: “Türkiye’ye kadınları anlatan değil… Kadınlar sayesinde Türkiye’yi anlamaya çalışan bir kitaptır bu.
“Fransa’dan İtalya’dan İsviçre’den önce “eşit haklar” tanıyan Atatürk vizyonundan, “eşitlik fıtrata ters” diyen bedevi kültürüne nasıl sürüklendiğimizi sorguluyor.
“151 kadının portresi, 470 kadının irili ufaklı hikayesi, haberi var.
“140 senelik zaman diliminde geçiyor, 23 ülkenin coğrafyasına uzanıyor ama, özünde, AKP dönemine ayna tutuyor.”
Yazardan alıntıladığım bu birkaç cümleden de anlaşıldığı üzere, kitap 140 yıllık zaman diliminde yaşayan 151 kadının yaşadıklarını anlatırken diğer kadınlara ilişkin olarak da bilgi sunmuş durumda. Her kadının öyküsü, dünyada ve ülkemizde kadınlara ve kız çocuklarına yaşatıla gelen dram, trajedi ve zulümlerin farklı boyutlarına ışık tutuyor. Her bir kadın veya kız çocuğunun öyküsünü okurken sıkça gözleriniz buğulanacak ve hatta yaşaracak. Kadınlara ve kız çocuklarına karşı işlenen suçlar ve cinayetler üzerine verilen birçok yargı kararlarına gönülden isyan edeceksiniz. Özdil, kitabında göğsünüzü kabartacak ve varlıkları nedeniyle gurur duyacağınız kadınları da sizlere tanıtıyor. Kitabın en önemli özelliklerinden birisi de bu ülkenin bireyleri olarak, kadınların yaşadığı daha doğru bir deyişle kadınlara yaşatılanlar konusunda kendi vicdanlarımızı da sorgulatmasıdır. Kitaptan alıntı yapmamamın nedeni alıntı yapacağım cümleler ne dramı veya öyküsü anlatılan kadını tanımaya ne de kitabın tümünü tanıtmaya yetmeyecektir. Bana göre kitap küçük ölçekli bir kadın dram ve trajedileri ansiklopedisidir. O nedenle, her bir kadının öyküsü dikkatle okunmalıdır. Ben ilgi ve beğeni ile okudum.
Özdil’in kitabı, internet ortamından saptayabildiğim kadarı ile, bu yazıda tanıtmaya çalıştığım kitaplar içinde, kısa sürede en fazla okura ulaşan kitap konumuna gelmiş bulunmaktadır.
Yukarıda tanıtımını yaptığım 12 kitap, elbette kadın tarihine ve kadınların yaşadığı sorunlara ilişkin olarak dünyada ve ülkemizde yayınlanmış kitap boyutu içinde bir damladan ibarettir. Başlangıçta da belirttiğim gibi, tanıttığım bu kitaplar, kadın tarihi konusunda kendi cehaletimi gidermek için okuduğum ve okumakta olduğum kitapların bir bölümüdür. Okurlar da söz konusu kitapları okudukça, onların kaynakçalarında yer alan kitap ve makaleleri inceledikçe, kendi arama ve araştırmalarını yabancı dillerde ve ana dilimizde yaptıkça günümüz yayın dünyasında kadın tarihine ve sorunlarına yönelik geniş bir arşivle tanışacaklar ve onlardan da okumak istedikleri olacaktır.
Kadın tarihi konusunda insanın bilgisi arttıkça, Atatürk’ün, Cumhuriyet ile birlikte öncelikle kadın haklarını çağdaş düzeye taşıma ve hatta onun üzerine çıkarma düşünce ve girişimine duyulan saygı da çok daha güçlü konuma çıkmaktadır. Çünkü O, içinde yetiştiği ve görev yaptığı Osmanlı toplumunda kadınlara dayatılan konuma içinden isyan etmiş ve bu durumu düzeltme konusunda kararını çok erken bir tarihte vermiştir. Ayrıca, Atatürk, bu yazımda ilk sırada tanıttığım “Osmanlı Kadın Hareketi” kitabına kaynaklık eden kadınlara ilişkin dergilerdeki Osmanlı kadınının çağdaş birey olma istekleri ile medeni ülkelerdeki düzeyde kadın haklarını talep etme feryatlarını da duymuştur. Atatürk’ü, kadınların toplumdaki konumu yükseltme kararına sevk eden unsurların en başında, Osmanlı kadınlarının içinde yaşatıldıkları cendereye isyanlarını ve medeni ülke kadınlarının sahip oldukları hakları talep eden istekleri yer almışsa, ikinci olarak, İstiklâl Savaşı’nda cephede ve cephe gerisinde görev üstlenen kadınların sergiledikleri fedakârlıkları, sıkıntıları, başarıları ve bunlara ek olarak da, Paris askeri manevralarına katıldığında, veliaht Vahdettin ile gittiği Almanya gezisinde, tedavi için Avusturya kaplıcalarında bulunduğunda ve nihayet Askeri Ateşe olarak görev yaptığı Sofya’da kadınlara verilen önem ve duyulan saygıyı yakından gözlemlemiş olmasının da çok önemli etkisi olmuştur diye düşünüyorum. O nedenle de, Samsun’a ayak bastıktan 2 ay 1 gün sonra, 20 Temmuz 1919 günü, Erzurum’da Mazhar Müfit Kansu’nun bir sorusuna karşılık “Şekli Hükümet Cumhuriyet olacaktır.” diyerek, Kurtuluş Savaşı sonrasındaki devlet yapılanmasının ilk ipucunu vermiştir[xv]. Erzurum Kongresi’nin sona erdiği günün gecesinde de Süreyya Yiğit’in “Muvaffak olduktan sonra dahi iş bitmiyor Paşam, memleketin namütenahi (sonsuz, ucu bucağı olmayan) çalışmaya ve inkılâplar vücuda getirmeye ihtiyacı var.” söylemine karşılık, 7-8 Ağustos 1919 gecesi sabaha karşı, şu cümlelerle yanıt verip, Kansu’ya not ettirmiştir; “Zaferden sonra şekli hükümet Cumhuriyet olacaktır. Bunu size daha önce de bir sualiniz münasebetiyle söylemiştim. Bu bir. İki: Padişah ve hanedan hakkında zamanı gelince icap eden muamele yapılacaktır. Üç: Tesettür kalkacaktır. Dört: Fes kalkacak, medeni milletler gibi şapka giyilecektir.”[xvi] Bu noktada Kansu not almayı bırakır. Bunun üzerine Atatürk sorar, “Neden durakladın?” Görüşmenin izleyen bölümü de şöyledir; “Kansu, Darılma amma Paşam, sizin de hayalperest taraflarınız var. Dedim, gülerek: Bunu zaman tayin eder. Sen yaz. Dedi. Yazmaya devam ettim: Beş: Latin hurûfu (harfleri) kabul edilecek. Paşam kâfi, kâfi … [xvii]“ Görüldüğü üzere, Erzurum Kongresi’nin bittiği gece devlet ve toplumun bu bağlamda da kadınların geleceğine ilişkin esasen çok önceden oluşmuş düşüncelerini ve kararlarını kayda aldırmıştır.
Atatürk’ün kurulacak Cumhuriyet’teki kadının toplumsal yeri ve görevine ilişkin görüşlerini kendi sözcükleri ile anımsamaya devam edelim. 31 Ocak 1923 günü İzmir’de halka yaptığı konuşmada, medeni bir toplumda kadının konumunu şöyle tanımlamıştır; “Şuna inanmak lâzımdır ki, dünya yüzünde gördüğümüz her şey kadının eseridir. … Bir toplum, yalnız bir cinsiyetinin çağın gereklerini kazanmasıyla yetinirse, o toplumun yarıdan fazlası yetersizlik içinde kalır. … Bizim toplumumuzun başarısızlığının nedeni kadınlarımızın (yetişmesinde) gösterdiğimiz tembellik ve kusurdan doğmaktadır. … Bu nedenle bir toplumun bir bölümü (erkek) çalışırken diğer bölümü (kadın) durağan olursa o toplum felç olmuş demektir. … Bundan dolayı bizim toplumumuz için bilim ve fen gerekli ise bunları aynı derecede hem erkek ve hem de kadınlarımızın öğrenmesi gerekmektedir.” Atatürk’ün bu sözlerinin o dönemin özgün sözcükleri ile dile getirilmiş şeklini izleyen parantez içinde veriyorum: (“Şuna kani olmak lazımdır ki, dünya yüzünde gördüğümüz her şey kadının eseridir. … Bir heyeti içtimaiye (toplum), cinsinden yalnız birinin icabatı asriyeyi (çağın gereklerin) iktisap etmesi (kazanması) iktifa ederse (yetinirse) o heyeti içtimaiye yarıdan fazla zaaf içinde kalır. … Bizim heyeti içtimaiyemizin ademi muvaffakiyetinin sebebi kadınlarımıza karşı gösterdiğimiz tekâsül ve kusurdan neşet etmektedir. … Binaenaleyh bir heyeti içtimaiyenin bir uzvu faaliyette bulunurken diğer uzvu atalette olursa o heyeti içtimaiye meflûçtur. … Binaenaleyh bizim heyeti içtimaiyemiz için ilim ve fen lâzım ise bunları aynı derecede hem erkek ve hem de kadınlarımızın iktisap etmeleri lâzımdır.[xviii]) Atatürk aynı konuşmasında annelerin çocuklarını terbiye etmesi konusunda da şunları söylemiştir; “Bu bağlamda son söz olarak diyorum ki, bizi, analarımızın adam etmesi gerekirdi. Onlar edebildikleri kadar etmişlerdir. Fakat bugünkü seviyemiz, bugünün temel gereklerine ve gereksinimlerine yetersizdir. Başka düşünüşte, başka olgunluk düzeyinde adamlara ihtiyacımız var. Bunları yetiştirecek olan bundan sonraki annelerdir.” Bunun özgün şeklini de yine parantez içinde veriyorum: (“Bu sadette son söz olarak diyorum ki, bizi analarımızın adam etmesi lâzım idi. Onlar edebildikleri kadar etmişlerdir. Fakat bugünkü seviyemiz, bugünkü icabat ve ihtiyacatı esasiyeye gayri kâfidir. Başka zihniyette, başka kemalde adamlara muhtacız. Bunları yetiştirecek olan bundan sonraki valdelerdir[xix].”)
Bu noktada hemen belirtmeliyim ki, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Nutuk ile birlikte her ailenin kitaplığında bulunması gereken bir kitaptır.
Yukarıya alıntıladığım Atatürk’ün Osmanlı dönemi kadınlarının durumu ile Cumhuriyet kadınlarının taşıması gereken nitelikler konusundaki düşünceleri göz önüne alındığında, günümüz kadınlarının yükümlülükleri açıktır. Günümüz kadınlarının, sosyal ve fen bilgi ve bilimleriyle donanmış olmaları, hem ülkenin sosyal ve ekonomik gelişmesine doğrudan katkıda bulunmaları, hem de gelecek kuşakların Cumhuriyeti koruma ve geliştirme yeteneklerine sahip olarak yetiştirilmeleri bakımından büyük önem taşımaktadır. Kadınların bu yükümlülüklerini yerine getirmesi için de Atatürk’ün onlara sağladığı uygar konumu, büyük annelerinin nasıl özlemle istediklerini ve gelişmiş Batı ülkelerindeki kadınların kadın haklarını nasıl elde ettiklerini çok iyi bilmeleri gerekmektedir.
Bu noktada bir hususun daha altını çizmekte yarar görüyorum, unutmayalım ki, toplumumuzda birer meslek sahibi olacak düzeyde eğitim alabilmiş olanlarımızın diplomalarında ve kazançlarında, bizler gibi okuma ve meslek sahibi olma arzu ve coşkusu taşımalarına rağmen, ekonomik olanakları el vermediği için ilköğretim çağında eğitim kurumlarından ayrılmak zorunda kalarak, tarımda ve sanayide çırak ve işçi olarak çalışmak zorunda kalan çocukların gözyaşları ile alın terlerinin hakkı vardır. Çünkü devletin okullarında bizlerin eğitim giderlerini karşılamada, onların ödediği vergilerin küçümsenemeyecek katkıları olmuştur. O nedenle, toplumumuzun eğitimli, iş ve kazanç sahibi bireylerinin ekonomik olanakları elverdiği ölçüde, ekonomik olanakları elvermeyen ailelerin kız ve erkek çocuklarına eğitim ailesi olma zorunluluğu olduğunu düşünüyorum.
Halen dahi ülkemizde kadınların erkeklerle eşit haklara sahip olmasına karşı çıkan bireylerimiz olduğu gibi, kadına şiddet uygulayan ve hatta kadınları öldüren, kızların çocukluk çağında evlendirilmelerini hoş karşılayan insanlarımız vardır. Unutmayalım ki, ülkemizde kadın haklarına karşı çıkan, kadına şiddet uygulayan, hatta onları öldürebilen erkekleri de, ülkemizin kadınları dünyaya getirdi ve temel eğitimlerini onlar verdi. O nedenle, ülkemizdeki eğitimli kadınlarımızın, eğitim alamamış kadınlarımızın eğitim alabilmeleri, ekonomik özgürlüklerini kazanabilecekleri meslekleri edinmelerine yardımcı olmaları gerekmektedir. Bu çabalarında, kadınlar, sadece günümüzdeki ön yargılar ile değil, aynı zamanda bu önyargıları besleye gelen geleneklerin tarihteki kökenleri ile de mücadele etmek durumundadırlar. Kadınların eğitebildiği ölçüde, erkekler de, onların bu mücadelelerinde onlara destek olacak ve onların yanında yer alacaklardır.
Türkiye’nin evrensel kadın haklarına saygılı bir toplum konumuna erişebilmesinin, kadına şiddet uygulamayan, kadının hukukunu gözeten ve kadına saygı duyan uygar ve örnek bir ülke olarak şekillenmeye devam etmesinin onur ve ayrıcalığı öncelikle ülkemiz kadınlarına ait olacaktır. Ülkemizin erkekleri ise, kadınların bu haklara sahip olması için vermekte oldukları mücadeleye destek oldukları boyutta bu onur ve ayrıcalıkta pay sahibi olabileceklerdir.
Hikmet Uluğbay
[i] Wikipedia Dünya Kadınlar Günü maddesi.
[ii] Wikipedia International Women’s Day maddesi.
[iii] Çakır Prof. Dr. Serpil, “Osmanlıda Kadın Hareketleri” Metis Yayınları Birinci Basım Mayıs 1994, sayfa 12.
[iv] Bebel August, “Kadın ve Sosyalizm”, Agorakitaplığı Birinci Basım Mart 2013.
[v] Achterberg Jeanne “Kadın Şifacılar”, Everest Yayınları 2009, sayfa xiii.
[vi] Kelsos, “How many people have died in the name of Christ, Christianity and Catholicism?-VICTIMS OF THE CHRISTIAN FAITH”. Ve Arthur Cristian “VICTIMS OF THE FAITH – HISTORY OF CHRISTIAN GENOCIDE AND BRUTALITY” Wed, 11/21/2007 – 17:52
[vii] Rotbotham Sheila, “Kadının Gizlenmiş Tarihi”, Payel yayınları, Ekim 2011 sayfa 19.
[viii] Wikipedia, Mary Astell maddesi.
[ix] Serebryakova Galina, “Fransız Devriminde Kadınlar”, Evrensel Basın Yayın 2012, sayfa 22.
[x] Eyüpoğlu İsmet Zeki, “Osmanlıdan Cumhuriyet’e Türk Kadını”, Pencere Yayınları, 2007 sayfa 7.
[xi] Saraçbaşı Ertuğrul M., “Damıtılmış Sözler”, YKY, Üçüncü Baskı 2001, sayfa 275 ve 278.
[xii] Yüksel Zekiye, “Şeriat Ülkesinde Kadın Olmak” Cumhuriyet kitapları 3. Baskı Ağustos 2011, sayfa 5-6.
[xiii] Türktime, 4.8.2015, “Kadınların araba kullanmasının yasak olduğu Suudi Arabistan’da yeni bir döneme girildi.”
[xiv] Berktay Prof. Dr. Fatmagül, “Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın”, Metis Yayınları 3. Basım sayfa 17.
[xv] Kansu, Mazhar Müfit, “Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber”, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Üçüncü Baskı 1988, Cilt I, sayfa 72.
[xvi] Kansu, Cilt I, sayfa 131.
[xvii] Kansu, Cilt I, sayfa 131.
[xviii] “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III)” Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Kurumu 4. Baskı 1989, II Cilt sayfa 89.
[xix] Y.a.g.e. Cilt II, sayfa 91.
hayatta özgürlük kadınlardan başlar... Başta annelerimiz ve eşlerimiz olmak üzere tüm kadınların, kadınlar günü kutlu olsun.
YanıtlaSil