Kemal Kılıçdaroğlu’nun seçildiği kurultaydan iki gün önce yayımlanan 20 Mayıs 2010’daki makalem şöyle bitiyor: “Gandi Kemal, halk tarafından seçildiğini sakın unutma. Seni ne köşe yazarları ne de kurultay seçti. Seni işçi, köylü, memur, esnaf, yerli sanayici çekip getirdi, sakın unutma. Aksi halde yandın gitti”.
Ve bugün CHP’deki kavga, gerçekten halkçı olup olamama kavgasıdır. Diğer bir ifade ile parti, halkçılık kavgasının çatırtılarını yaşamaktadır.
Halkçılık bir söylev meselesi değildir. Partinin üst kurumlarında planların yapılması, fikirlerin oluşturulması olayın çok küçük bir parçasıdır. Partinin zeminini oluşturacak sosyal temellerin atılması; demokratik örgütlenmelerin Batı Avrupa’da olduğu gibi Türkiye’nin özel koşulları doğrultusunda oluşturulması gerekir.
Halkçı olduğunu söyleyen bir partinin zemininde halkçı örgütlenmeler bulunmuyorsa ve partinin işlerliliği bu örgütlerin talepleri doğrultusunda yürümüyorsa halkçılık sözde kalır.
Bütün mesele, katılımcı demokrasinin işlediği ülkelerde olduğu gibi, “tabana örgütlü bir güçlenme kazandırabilmektedir.” Partinin halkçılığı, tabandaki bu örgütlerle bütünleşebildiği oranda gerçekleşebilecektir.”
Ne yazık ki toplumumuz, sansasyonel ve medyatik öğelerin yapay bir biçimde öne çıkarıldığı bir ortama sürüklenmiştir. Ancak bu ortamda bile, halkın çıkarlarına ve pastadan aldığı paya yanıt veren çalışma ve örgütlenmeler yapılırsa işin rengi değişir.
Halkçı olmak için gerekenler…
-Sağlam işçi sendikaları ile bütünleşmek gerekir. Partinin faaliyetlerine, kurumsal olarak katılımları sağlanmalıdır. İşçi sendikalarının güçlendirilmesi ve sendikalı işçi sayısının arttırılması için işbirliği yapılmalıdır.
-Memurların gerçek anlamda, Avrupa’daki gibi sendikalaşmaları için ortak çalışmalar yapılmalıdır.
-Çiftçinin örgütlenerek katılımcı demokrasi içinde yerini alabilmesi için, yerel parti yönetimleri olarak çiftçilerle ortak çalışmalar yürütülmelidir.
-Esnaf örgütleri ile benzer çalışmalar yapılmalıdır.
-Zaten örgütlü olan iş çevreleri ile aynen Batı’da gelişmiş ülkelerin yaptığı gibi sanayi, enerji, inşaat, ticaret ve hizmet sektörlerini koruyucu politikalar konusunda anlaşılmalıdır. Korumadan açılmak yerine “koruyarak açılma anlayışı ve uygulaması” öne çıkarılmalıdır. İşsizliğin azaltılması zaten buna bağlıdır.
Bütün bunlar milli iktisat, siyaset, kültür ve güvenlik politikalarının, yani makro maksimizasyona götürecek politikaların şemsiyesi altında sağlanabilir.
-Batı’da uygar ve demokratik ülkeler katılımcı demokrasiyi, karşılıklı çıkarların korunması için kullanırlar. Batı’nın koşullarından farklı sosyo-ekonomik yapı içindeki Türkiye’nin ise bu politikayı, halkın çıkarı için kullanması gerekir.
Bir anlamda halkçılık budur; halkının refahını yükseltmek için onu tarımda, ticarette, hizmette, sanayide başkalarına ezdirmemektir. Karşılıklı çıkarları, dış dünya ile koruyabilmektir.
Demokrasilerde sistem aşağıdan yukarıya doğru çalışır. “Aşağıda” ise ayrışmış bir karınca sürüsü gibi bireylerin tek tek bulunmaması gerekir. İşçiler, memurlar, çiftçiler, sanayiciler örgütlü olarak, demokratik sistemdeki yerlerini almak zorundadırlar. Ancak bu yolla güçlü olurlar ve paylarını alırlar.
Taban örgütlü olmaz ise, işler tepede üç beş kişinin iki dudağı arasına sıkışır kalır. Bunun adı ise, kimi zaman açık, kimi zaman da örtülü dikta rejimidir.
İşte bu nedenlerle yeni CHP’nin halkçı olabilmesi için sloganlara değil, tabandaki sağlam toplumsal örgütlere dayanması kaçınılmazdır. Halkçılık, katılımcı demokrasiden geçer.
Askeri darbeler engelledi…
12 Mart ve 12 Eylül askeri darbeleri, Türkiye’de filizlenmeye başlayan katılımcı (örgütlü) demokrasiyi engellemek için gerçekleştirilen demokrasi karşıtı girişimlerdir.
Avrupa’daki gelişmeden farklı olarak “çıkarlara, özgürlüklere, vatandaşlık haklarına sosyal devlete dayalı olmayan” bir gelişme içine sürüklendik.
Askeri darbeleri yapanlar ve yaptıranlar Türkiye’deki örgütlenmelerin, dine ve inanca dayalı örgütlenmeler şeklinde olmasını tercih ettiler. O zaman ülkedeki sistem, Avrupa’dan çok farklı hale gelecek ve giderek de ondan uzaklaşacaktı.
Kemal Kılıçdaroğlu ve yanındakilerin öne sürdüğü halkçı CHP’nin oluşabilmesi için, partinin zemininde toplumsal demokratik örgütlerin bulunması gerekir. Aynen Fransa’da, Almanya’da, İngiltere’de, Belçika’da, Hollanda’da ve İskandinav ülkelerinde olduğu gibi.
İşin içine Türkiye’nin özel koşullarını da kattığımız zaman, “halkçılığın” işi daha da zorlaşır. Cumhuriyet’in kuruluş felsefesi, devrimler, bağımsızlık, Lozan, laiklik ve sosyal devlet olma zorunluluğu da beraberinde gelir.
Ve bu konuda, “dış konjonktürün” bölge ve Türkiye üzerindeki yeni talepleri boy gösterir. Bu öğeler halkçılık için gerekli olan politikaların uygulanmasını da zorlaştırır.
Yeni CHP’nin niteliklerini ortaya koyarken, bütün bu faktörlerin birlikte ele alınması gerekir.
Fazıl Say’ın müziği eşliğinde Dilek Türker’in ortaya koyduğu oyunu izlemeyenler çok şey kaybedecekler. Türkan Saylan’ın tiyatromuza maledilmesi, sanatın dışına da taşan çok yönlü bir hadisedir.
Erol Manisalı
Cumhuriyet
Ve bugün CHP’deki kavga, gerçekten halkçı olup olamama kavgasıdır. Diğer bir ifade ile parti, halkçılık kavgasının çatırtılarını yaşamaktadır.
Halkçılık bir söylev meselesi değildir. Partinin üst kurumlarında planların yapılması, fikirlerin oluşturulması olayın çok küçük bir parçasıdır. Partinin zeminini oluşturacak sosyal temellerin atılması; demokratik örgütlenmelerin Batı Avrupa’da olduğu gibi Türkiye’nin özel koşulları doğrultusunda oluşturulması gerekir.
Halkçı olduğunu söyleyen bir partinin zemininde halkçı örgütlenmeler bulunmuyorsa ve partinin işlerliliği bu örgütlerin talepleri doğrultusunda yürümüyorsa halkçılık sözde kalır.
Bütün mesele, katılımcı demokrasinin işlediği ülkelerde olduğu gibi, “tabana örgütlü bir güçlenme kazandırabilmektedir.” Partinin halkçılığı, tabandaki bu örgütlerle bütünleşebildiği oranda gerçekleşebilecektir.”
Ne yazık ki toplumumuz, sansasyonel ve medyatik öğelerin yapay bir biçimde öne çıkarıldığı bir ortama sürüklenmiştir. Ancak bu ortamda bile, halkın çıkarlarına ve pastadan aldığı paya yanıt veren çalışma ve örgütlenmeler yapılırsa işin rengi değişir.
Halkçı olmak için gerekenler…
-Sağlam işçi sendikaları ile bütünleşmek gerekir. Partinin faaliyetlerine, kurumsal olarak katılımları sağlanmalıdır. İşçi sendikalarının güçlendirilmesi ve sendikalı işçi sayısının arttırılması için işbirliği yapılmalıdır.
-Memurların gerçek anlamda, Avrupa’daki gibi sendikalaşmaları için ortak çalışmalar yapılmalıdır.
-Çiftçinin örgütlenerek katılımcı demokrasi içinde yerini alabilmesi için, yerel parti yönetimleri olarak çiftçilerle ortak çalışmalar yürütülmelidir.
-Esnaf örgütleri ile benzer çalışmalar yapılmalıdır.
-Zaten örgütlü olan iş çevreleri ile aynen Batı’da gelişmiş ülkelerin yaptığı gibi sanayi, enerji, inşaat, ticaret ve hizmet sektörlerini koruyucu politikalar konusunda anlaşılmalıdır. Korumadan açılmak yerine “koruyarak açılma anlayışı ve uygulaması” öne çıkarılmalıdır. İşsizliğin azaltılması zaten buna bağlıdır.
Bütün bunlar milli iktisat, siyaset, kültür ve güvenlik politikalarının, yani makro maksimizasyona götürecek politikaların şemsiyesi altında sağlanabilir.
-Batı’da uygar ve demokratik ülkeler katılımcı demokrasiyi, karşılıklı çıkarların korunması için kullanırlar. Batı’nın koşullarından farklı sosyo-ekonomik yapı içindeki Türkiye’nin ise bu politikayı, halkın çıkarı için kullanması gerekir.
Bir anlamda halkçılık budur; halkının refahını yükseltmek için onu tarımda, ticarette, hizmette, sanayide başkalarına ezdirmemektir. Karşılıklı çıkarları, dış dünya ile koruyabilmektir.
Demokrasilerde sistem aşağıdan yukarıya doğru çalışır. “Aşağıda” ise ayrışmış bir karınca sürüsü gibi bireylerin tek tek bulunmaması gerekir. İşçiler, memurlar, çiftçiler, sanayiciler örgütlü olarak, demokratik sistemdeki yerlerini almak zorundadırlar. Ancak bu yolla güçlü olurlar ve paylarını alırlar.
Taban örgütlü olmaz ise, işler tepede üç beş kişinin iki dudağı arasına sıkışır kalır. Bunun adı ise, kimi zaman açık, kimi zaman da örtülü dikta rejimidir.
İşte bu nedenlerle yeni CHP’nin halkçı olabilmesi için sloganlara değil, tabandaki sağlam toplumsal örgütlere dayanması kaçınılmazdır. Halkçılık, katılımcı demokrasiden geçer.
Askeri darbeler engelledi…
12 Mart ve 12 Eylül askeri darbeleri, Türkiye’de filizlenmeye başlayan katılımcı (örgütlü) demokrasiyi engellemek için gerçekleştirilen demokrasi karşıtı girişimlerdir.
Avrupa’daki gelişmeden farklı olarak “çıkarlara, özgürlüklere, vatandaşlık haklarına sosyal devlete dayalı olmayan” bir gelişme içine sürüklendik.
Askeri darbeleri yapanlar ve yaptıranlar Türkiye’deki örgütlenmelerin, dine ve inanca dayalı örgütlenmeler şeklinde olmasını tercih ettiler. O zaman ülkedeki sistem, Avrupa’dan çok farklı hale gelecek ve giderek de ondan uzaklaşacaktı.
Kemal Kılıçdaroğlu ve yanındakilerin öne sürdüğü halkçı CHP’nin oluşabilmesi için, partinin zemininde toplumsal demokratik örgütlerin bulunması gerekir. Aynen Fransa’da, Almanya’da, İngiltere’de, Belçika’da, Hollanda’da ve İskandinav ülkelerinde olduğu gibi.
İşin içine Türkiye’nin özel koşullarını da kattığımız zaman, “halkçılığın” işi daha da zorlaşır. Cumhuriyet’in kuruluş felsefesi, devrimler, bağımsızlık, Lozan, laiklik ve sosyal devlet olma zorunluluğu da beraberinde gelir.
Ve bu konuda, “dış konjonktürün” bölge ve Türkiye üzerindeki yeni talepleri boy gösterir. Bu öğeler halkçılık için gerekli olan politikaların uygulanmasını da zorlaştırır.
Yeni CHP’nin niteliklerini ortaya koyarken, bütün bu faktörlerin birlikte ele alınması gerekir.
Fazıl Say’ın müziği eşliğinde Dilek Türker’in ortaya koyduğu oyunu izlemeyenler çok şey kaybedecekler. Türkan Saylan’ın tiyatromuza maledilmesi, sanatın dışına da taşan çok yönlü bir hadisedir.
Erol Manisalı
Cumhuriyet