H-İç Savaş!

Türkiye’de terör, en çirkin yüzünü gösterdiği dönemlerde bile toplumsal çatışma, daha ağır anlatımla iç savaş yaratmayı başaramadı. Bunda en büyük pay, toplumun. Türkiye’de birlikte yaşama kültürü, geleneği böylesine güçlü olmasaydı yaşanan bunca acının çok daha tatsız boyutlara ulaşması hiç de zor değildi.

Geçen hafta Bulgaristan’dan gelen haberler iç gerilimin yayılmasının ne kadar da kolay olduğunu gösterdi. İç barışın toplumun derinliklerindeki kökleri sağlamsa yaşanan sarsıntılar güçlü bir çınarın dallarındaki etkiyi yapar. Değilse kökler tersine dönebilir.

Çok genel bir hesaplamayla Türkiye’de bir milyonu aşkın ailede eşler farklı kökenlerden. Bir değil, bin değil, milyon...

Bir toprak parçası üzerinde yuva kurabilen insanlar, bunun üzerine her şeyi kurabilir.

Siyasi iktidar bu toplumsal hazinenin hakkını ne ölçüde veriyor? Daha doğrusu hakkını veriyor mu, bol kepçe kullanıyor mu?

***

Uzak geçmişi bir yana bırakalım; 2009 yazından beri yaşananlar ufuksuz bir gelgitten başka bir şey değil.

İki yıl önce “açılım” süreci şöyle başlamıştı:

“Çözüme hiç bu kadar yakın olmamıştık...”

Bu söz hükümetin bütün sorumlu katmanlarında dile getirilince doğal olarak herkes şunu düşündü:

“Anlaşılan kamuoyunun bilmediği gelişmeler var.”

Zaman gösterdi ki açılım, “belki yolda içini doldururuz” anlayışıyla başlatılmış. Zira o dönem sanatçılardan aydınlara, sivil toplum kuruluşlarından siyasi partilere kadar hükümetin her kesimle yaptığı görüşmeler bunu açıkça gösteriyordu.

Son iki yıllık sürecin perde önünde böyle bir tablo ortaya çıkarken perde gerisinde de terör örgütünün başıyla görüşmelerin yapıldığı artık iddia değil, taraflarının da kabul ettiği bir gerçek.

Öyle anlaşılıyor ki perde önündeki “açılım” nasıl yalpaladıysa perde gerisindeki “görüşme” de aynı yolu izlemiş!

Meclis açıldı... Seçmenin yüzde 95’inin iradesi 8 eksikle TBMM çatısı altına geldi. Her şeye karşın “umutlar” devam ediyor. Meclis’teki tüm partilerin sadece yaptıklarından değil, yapmadıklarından da sorumlu olduğu bir dönemdeyiz.

***

Hasan Atilla Uğur’un, “Abdullah Öcalan’ı Nasıl Sorguladım, İşte Gerçekler” adlı kitabı Kaynak Yayınları’ndan çıktı.

Meslek yaşamının hemen tümünü terörle mücadeleyle geçirmiş, kucağında Mehmetçikler şehit vermiş bir kişinin bu “ağır” görevi yerine getirirken hissettiği sorumluluk okuyana şunu söyletiyor:

“İç barışın birinci mimarı toplumsa, ikinci mimarı da güvenlik güçlerinin terör örgütüyle toplumu birbirinden ayırmada gösterdiği çaba.”

Kin ve intikam duygusunun öne çıktığı an ne olduğunu ortaya koyan pek çok örnek var. Bu acının yaşandığı coğrafyaların pek çoğunu gazeteci olarak gezdim, gördüm. Gezi kitaplarımda yer yer dile getirdim.

İki coğrafyadan örnek vermek istiyorum.

Birinci Körfez Savaşı sonrasında boydan boya Irak’ı dolaştım. En büyük hasar Kerbela şehrindeydi. Ayakta kalan her duvar, kurşun deliğiden elek gibi görünüyordu. Nasıl olduğunu sorduğumda, bir Iraklıdan şu yanıtı aldım:

“Bunlar iç savaşın eseri. Bizim birbirimize ettiğimizi, işgalciler etmedi...”

Saraybosna’daki 4 yıllık iç savaşın ardından bir yıl sonra buraya gittim. Kentin en yeni yapıları mezarlıklardı. Her ailenin bir odası mezarlıktaydı!

Nasıl oldu diye sordum bir Saraybosnalıya; şu yanıtı verdi:

“Birlikte büyüdüğümüz karşı komşum, bana cellat gibi bakmaya başlamıştı. Ötesi var mı?”

İç savaş başladığı an, artık her şey hiçtir. Kazananı da olmaz. Ülke için de tabii!

Mustafa Balbay
Cumhuriyet
Tags

Yorum Gönder

0Yorumlar
Yorum Gönder (0)