Yeni Anayasa TÜRKLÜK için ihya mı imha mı... (3)

Oyunculardan başka hiçbir şey değişmedi...
Anayasa hareketlerinin tarihi 1808’e; Osmanlı ayanlarıyla devlet arasında imzalanan Sened-i İttifak’a dayandırılsa da Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa’nın ölümü dolayısıyla hiç uygulanamayan bu metinden ziyade, Tanzimat Fermanı’dır başlatan “siparişle teslimiyet yasası yapılır”cıların saltanatını!..

Tayyip Erdoğan, 12 Haziran Genel Seçimleri sonrasında, “Yeni Anayasa”ya dair ilk önemli çağrısını 25 Haziran 2011 tarihli Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) Genel Kurulu konuşmasında yaptı:
“Kaportası yamulmuş, motoru sürekli tekleyen, elektrik aksamı güven vermeyen bu arabayı bırakalım, sıfır kilometre yepyeni bir araçla yolumuza devam edelim!”
Yol bu, başa ne geleceği belli olur mu? “Anayasa” mevzuu “açılım”a da benzemez, öyle Habur’daki gibi “yol kazası” deyip sıyrık almadan kurtulamaz müsebbipleri... “İyisi mi” dedik, “Madem ki biz bu devleti cami avlusunda bulmadık o zaman gidip yerinde görelim bindirileceğimiz araca aksam üreten tezgahları...”
Kaportacılar ilk bakışta iyi iş çıkarmış gibi dursa da kontağı çevirdiğiniz vakit dökülüyor onca boya, onca cila... Resmi tarihin kaydettiği ilk Türk Devleti esas alındığında, “0 Km.” diyerek pazarlanan aracın ibresi en az 2 bin 500, 3 bin kilometreye dayanıyor “usta” !
Ne zaman zora düşsek, başımız sıkışsa, hep aynı giyotin sehpası konmuş önümüze “şifa” maskesiyle.
Cellat mı? Cellada ne gerek, “Ötüken ormanında oturursan ebediyen il tutarak oturacaksın” diyen Bilge Kağan’a kulak vermeyip, “merkez”den uzaklaşan, uzaklaşmayı büyümek, parçalanmayı çoğalmak zanneden “eyalet”çiler, “özerklik”çiler var ya!
Kaşgarlı Mahmud’un 1074’te “millet” olarak bahsettiği Türk’ü “adsız” kılarsa çağdaşlaşacağını, demokratikleşmiş, şeffaflaşmış olacağını sananlar ve AKP’li Ayşenur Bahçekapılı gibi “Anayasayı değiştireceğiz ve vatandaşlıktaki Türklük tanımını kaldıracağız. Yoksa demokratikleşmeyi yapamayız. Vatandaşlık tanımı da değiştirilecek. Herkes kendi etnik kökenini ifade edebilecek...” diyebilecek kadar meydanı boş sananlar var ya!

TÖREYE EL DEĞDİ
Yol, evet hayli uzun ama hiç üşenmeden dönmeli en başa, Orhun’a... Bakmalı Bilge Kağan’ın çağlar ötesine hitabına:
“...Öyle kazanılmış, öyle düzene sokulmuş ilimiz, töremiz vardı. Türk, Oğuz beyleri, milleti işit: Üstte gök basmasa, altta yer delinmese, Türk milleti, ilini, töreni kim bozabilecekti?”
Elbette sen, kendin! Kâh “kötü buyruk veren Türk beyi”, kâh “devşirmelerin esiri” , kâh “işbirlikçi” Zamana, mekana, şartlara göre konum değiştirsen de “sen” işte!
Divanü Lügat-it Türk’teki önemli nasihatlerden biriydi:
“İl gider töre kalır!”
Keza Kutadgu Bilig’e göre beylik, ululuk da tamamdı ama asıl olan töreydi.
Yani yasa handan, sultandan üstündü!
Lakin gel zaman git zaman Nizamülmülk derler bir vezir geldi, “töre”ye el değdi. Devlet önce “kimliksizleştirildi” , sonra yeni kimliği devşirildi; İranileşti!
“Bey”ler direndi; kalktı göç eyledi her biri!
Bu göç ki Türk’ü Türk’e muhalif etti; Anadolu Selçuklu inşa edildi. Şafi medreselerinin boyunduruğuna girinceye dek hayatı Türkçe idi. Sonra Aksaraylı Kerimeddin Mahmud gibiler türedi, Türk’e “köpek” dedi! Onlara göre de tıpkı Cumhurbaşkanı’nın dediği gibi “Türk”, adını söyleye söyleye ilkelleşmişti. “Açılım” gerekti; Alplar, Aslanların yerine Keykavuslar türedi! Devlet Hatunların koltuğuna İsabellalar geçti! Tecelli bu ya, devlet “Sadettin Köpek”e emanet edildi ve o da dişlerini önce sahibine geçirdi.
“Bizim takım” yine direndi; Sarı Saltuk, Demirci Baba, Pir Dede, Akyazılı, Geyikli Baba, Hacı Bektaş-ı Veli... Onlar Anadolu’yu aydınlatan birer fenerdi!
Ve onlar kurulacak yeni Türk devleti için temeldi.
Hepsi birleşti; Osman Bey’e Bektaşi kılıcı kuşatan Ahi Evren’di. Lakin Alperenler atlarının durduğu yerde hizmete girişir, Türklüğü yayarken, saray devşirmelerin eline geçti, onlar belirledi “Osmanlı kimliği”ni.
Türkmen ozanlarının “Yürü Sultan Selim devran senindir” deyişleriyle payitahta uğurlanan Yavuz’a, devşirme Kemal fetva verdi:
“...(...) Onların kafirlikleri, irtidatları konusunda hiçbir şüphemiz yoktur. Onların ülkesi darü’l-harp’tir. (...) Aynı şekilde onlara karşı cihad, onlarla savaşmaya gücü yeten tüm ehli İslam üzerine farz-ı ayandır.”
Ne o; yoksa çok mu tanıdık geldi?
Bir kişi bile dışarıda kalmamacasına herkesi kendi inancına ve düşüncesine getirme savaşı verirken, her türlü hile ve desiseyi kendilerine hak saydıklarına göre demek ki bugün de darü’l harp sayanlar var Türklerin ülkesini! Yoksa niye Çankaya’da oturacak kişiyi belirleyen kriter “dini” olsun değil mi?
Gidenler gitti, kalan sağlar Avşar’ı, Halaç’ı, Ağaçeri’si, Bayat’ı Oğuz’dan kopup gelen onca soy, ölmemek için Kürt kılığına girdi... Dağ kovukluklarında palamut ile karın doyurmayı “adsızlığa” tercih etti!
Sonra Mustafa Kemal açtı Anadolu; baharı gören kuru dallar gibi yeşerdi, başını dikti..
Ve o, “Taş kırılır, tunç erir. Ama Türklük ebedidir” diyerek kurdu yeni devleti:
Türkiye Cumhuriyeti!
Türklük ebedi de ona kefen biçmek isteyenlerin düşmanlıkları ezeli!

TANZİMATÇI PAŞA’NIN HALEFİ
Hariciye Nazırı Mustafa Reşit Paşa’nın “yabancı elçiler huzurunda” okuduğu Gülhane Hatt-ı Şerifi’nden 83 yıl sonra, 6 Mart 1922’de Atatürk şöyle haykıracaktı Türkiye Büyük Millet Meclisi kürsüsünden:
“Efendiler! Bir şeyin zararıyla, bir şeyin imhasıyla yükselen şeyler, bittabi o şeylerden zarara uğrayanı alçaltır. Ve filhakika Avrupa’nın bütün terakkisine, tealisine ve temeddüne mukabil Türkiye bilakis gerilemiş ve düşüş vadisinde yuvarlana durmuştur. Artık islah-ı hal etmek için mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın amaline göre tedvir etmek, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi birtakım zihniyetler belirdi. Halbuki hangi istiklal vardır ki ecnebilerin nasihatleri ile ecnebilerin planlarıyla yükselebilsin? Tarih, böyle bir hadise kaydetmemiştir.”
Ve bu konuşmadan tam 88 yıl sonra, 10 Ekim 2009’da ne garip tecellidir ki bu sefer Türkiye Cumhuriyeti’nin Dışişleri Bakanı, -algıya göre Mustafa Reşit Paşa’nın “halefi” de sayılabilir pekala- Ahmet Davutoğlu Zürih’te, “yabancı elçiler” ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton ve Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un huzurunda, onların “teşvik ve destekleriyle” Ermeni diasporasının dayattığı “teslimiyet” anlaşmasını imzalayacaktı!
Ki neye yaradığını geçtiğimiz aylarda Serj Sarkisyan’dan dinledik:
“Ermeni gençleri ilk hedefiniz Ağrı!”
Eski defterleri karıştırmaya üşenen varsa, bunlar da daha birkaç gün önce Suriye lideri Esad’ın söyledikleri:
“Türkiye-Suriye dostluğunu ABD istemedi. Asıl mesele kaynaklarımızı kontrol etmek. Türkiye’den gelenler Obama’nın sözcüsü gibi davranıyor. ‘Obama şöyle istiyor, böyle istiyor’ diye geliyorlar bana.”
Yabancıların nasihatlerinı uygulamak bir yana, uygulamayana da bekçi yapmışlar Türkiye’yi baksanıza!
29 Ekim 2004’te, dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan ile Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün, ’Roma’da, ‘Sezar’ adını taşıyan bir salonda “Türk düşmanı” namlı Papa X. İnnocenzia’nın huzurunda(!) AB Anayasası’na imza atarken verdiği poz da farklı sayılmazdı.
Üç fotoğrafı benzer kılan en önemli özellikleri, “ecnebilerin nasihat ve planlarıyla yükselinebileceği” inancını fon yapmış olmalarıydı arkalarına.

“KÜÇÜK PADİŞAH”LAR
Le Siecle gazetesinin Tanzimat’ı “Garp medeniyetinin zaferi” olarak nitelemesi hiç de boşuna değildi. Tanzimat hesapta, Osmanlı’nın Avrupalı devletlerle art arda imzaladığı serbest ticaret antlaşmalarıyla egemenlik haklarından vazgeçmesinden sonra, “dış güçler”in Osmanlı’nın içişlerine müdahalesini önlemek amacıyla başvurulmuş bir önlemdi.
Ancak ne yaman çelişkidir ki devletin başta İngiltere olmak üzere, aynı Avrupa devletlerinin vesayeti altına girmesi de bu vesileyle gerçekleşecekti.
“Bu uygar düzenin sürekliliğine dost devletler tanık olacaklardır. Yeni düzeni açıklayan bu fermanın birer örneği İstanbul’da bulunan yabancı devlet elçilerine gönderilmelidir” ifadesi, fermanın yabancı devletlere yönelik “bizi denetleyin ve müdahale edin” daveti niteliği taşıdığını açıkça gösteriyordu.
“Emperyalist devletlerin Osmanlı’nın içişlerine karışmasını önlemek amacıyla yayınlanan Tanzimat Fermanı, dış güçlerin Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışabilmesi için hukuki dayanak olmuştu.” (Turgut Özbay, T.C. Devletinin Anayasası Sevr’in mi, Lozan’ın mı Ruhunu Taşıyacaktır?)
Anlayacağınız bizim iyi niyet taşlarının döşendiği, bir kere daha “cehennem” yoluydu.
İngiliz elçinin 29 Mayıs 1853’te karısına yazdığı mektuptan alınan şu satırlar, Osmanlı Devleti’nin asıl yöneticilerinin kimler olduğunun kanıtıydı:
“... Bu sabah Reşit’i(Mustafa Reşit Paşa) görmeye gittim. Keyfi yerinde... Son günlerde harıl harıl çalışıyor. Hıristiyan, Yahudi uyrukların dini imtiyazlarını garanti altına alan fermanların kaleme alınmasıyla uğraşıyor. Bu sabah müsveddeleri bana da yollamışlar. Bir iki cümle ilave ettim. Yakında yeni imtiyazlar da koparılabilir.”
Sümela’da, Akdamar’da verilen tavizlere, Fener’e tanınan imtiyazlara bakın ve iki dönemi buyurun siz karşılaştırın!
İngiliz elçi Lord Stratford Canning’in halk tarafından “Küçük Padişah” olarak anılmış olması, yabancıların Osmanlı üzerindeki hakimiyetinin ne derece alenileştiğini göstermesi bakımından ne derece ibretlik ise Barack Obama’nın “küresel imparator” olarak anılması ve idarecilerin ondan talimat almadan adım atmaması da aynı şekilde ibretlik değil mi?

DEVLETİ ÇÖZEN MAYMUNCUK GİBİYDİLER
Haneden üyeleri “taht” uğruna birbirlerine akıl almaz kumpaslar hazırlamakla meşgul olurken, “mühür” kapanın elinde kalmıştı...
Robert Koleji başta olmak üzere ABD’li istihbarat/misyoner kuruluşlarının dahi Anadolu’ya girişi Tanzimat kapısından olacaktı. Osmanlı Hükümeti’nin 1850’de ‘Protestan Kilisesi’ni tanıması ve bu tarihten itibaren Protestanların ayrı bir “millet” statüsü kazanması da okulları, yetimhaneleri, hastaneleriyle Amerikan misyonerlerine meşruiyet sağladı. Tanzimat’ı takip eden 40 yıl içinde sadece Trabzon’da açılan Ortodoks kilisesi sayısı 1000’e yaklaşmıştı. Edirne, Maraş, Kilis, Beyrut... Osmanlı İmparatorluğu’nun hemen her yanına yayılan “azınlıkların dini faaliyetleri”, onların hamiliğine soyunanlar için “devlet”i çözen bir “maymuncuk” niteliğindeydi!
Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın isyanından bunalan Osmanlı sarayı, yardım eli sanarak tutunmaya çalıştığı sömürgecilere kolunu kaptıracaktı.
Devletin egemenliğini gasp taktikleri arasında artık bir “klasiğe” dönüşen “azınlıklar baskı altında, eziliyorlar” yaygarasından ürküp, “ezilen reayayı sultanın en hür, en gözde uyrukları” kılarsa, oluşturacağı Osmanlı kimliğinin imparatorluğu koruyacağına inananlar yanılmıştı.
Evet gayrimüslimler sultanın “en hür, en gözde uyrukları” haline gelmişti gelmesine ama ya Tükler?
Gelin onların düştüğü hali öğrenmek için de Ziya Paşa’ya kulak verelim:
“Amma bir Müslüman’ın güneş gibi hakkı apaçık olduğu halde memurin ve zalem-i eyaletten birinin pençe-i gadrine duçar olsa halini kime şikayet ve hakkında merhamet ve sahabet eder? Hiç cürmü yok iken senelerce mahpus kalsa davacısı kim olur? Müsavat buna mı derler?”
Ziya Paşa bugün yaşasa ve Ahmet Türk’ün “başkaldırı” çağrısına şahit olsa aynı sitemi etmez miydi!
Kuşkusuz bir “müsavat” tan söz etmek mümkün değildi. Çünkü Tanzimat özünde bir “eşitleme” hareketi değil, “azınlıklar”ı “egemen unsur” haline getirirken, Türkleri kendi devletlerinde paryalaştırma girişimiydi. Ve Ed Engerhardt’ın tarihe düştüğü nota bakılırsa bu hedefine de erişti:
“Tanzimat Avrupa’nın gerçekleştirdiği manevi bir fetih!”
Atatürk’ün dediği gibi, “Türk çocuğu atalarını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulmak” la kalmayacak, ibret de alacaktır hissettikçe atalarının sırtındaki hançer sızılarını!


YARIN: Biz bu bedeli 155 yıl önce ödemiştik

Selcan Taşçı
Yeniçağ

Yazarın ikinci yazısı
http://sozcuhaber.blogspot.com/2011/10/yeni-anayasa-turkluk-icin-ihya-m-imha-m_10.html
Tags

Yorum Gönder

0Yorumlar
Yorum Gönder (0)