Kayhan Kantarlı yazdı:"30.yılında YÖK ve Sırça Köşk Sakinleri"

12 Eylül 1980 darbesinden itibaren uygulanmakta olan toplumsal düşünceyi yok etme, depolitizasyon ve suskunlaştırma siyaseti en başarılı başarılı sonuçlarını üniversitelerde elde etmiştir. YÖK yasası ve bu yasayla üniversitelere getirilen tek adama dayalı, otoriter antidemokratik yönetim anlayışı, bu siyasetin en önemli aracı olarak kullanılmıştır. Üniversiteler ülkenin sorunlarına çözüm arama ve önerme sorumluluklarını bu baskıcı araç sayesinde kaybetmiştir. Hukuku ve kendi varlık nedeninin temelini oluşturan bilimsel değerleri dışlayan bir yönetim anlayışı sonucunda, topluma örnek ve yol gösterici olması gereken üniversitelerimiz ve onların en temel unsuru öğretim üyeleri birer sırça köşk sakinine dönüşerek bu sorumluluklarına yabancılaşmış ve toplumda olup bitenlerden tamamen kopmuştur, tıpkı Darülfünun gibi…
Sırça köşk sakini üniversite hocalarını
* Ne, karşı cinsi muayene etmeyen hekim- evrim yerine yaratılışı savunan öğretmen- depremde yıkılan binaları tanrı uyarısı sayan mühendis- yazdığı ders kitabını Nurcu bilim düşmanlarının seçme sözleriyle takdim eden profesör- “ayakta küçük abdest bozmak günahtır!” diye cami tuvaletlerine kilit vuran vali, “yargıya değil ulemaya soralım” diyen devlet adamı yetiştirebilmek amacıyla İmam Hatip Lisesi mezunlarına ÖSS kapılarının ardına kadar açılarak Öğretim Birliği Yasası’nı yok sayan, Roma Hukuku bölümlerini kapatarak hukuk fakültelerini şeriat hukuku öğreten medreselere dönüştürmeye çalışan YÖK kararları;
* Ne, parasız eğitim isteyen öğrencilerin terör örgütü üyeliği ile suçlanıp zindanlara atılması;
* Ne, “kızlar ve erkekler ayrı okullarda okumalıdır” kararı alınan şura toplantıları,
*Ne El Ezher gibi şeriatçı militan yetiştiren yabancı üniversitelerden alınan diplomalara denklik veren YÖK yönetmelikleri,
* Ne, LYS sınavlarında yandaş öğrencileri üniversitelere sokma şüphesi ortadan kalkmayan şifreli sorular sorulması,
* Ne, ne yargı kararlarına karşın dinsel / siyasal bir simge olan türbanı serbest hale getirmeye yönelik YÖK ve Rektör genelgeleriyle Anayasa suçu işlenmiş olması;
* Ne, alt yapı ve öğretim elemanı sayısı aynı kalırken sınıflardaki öğrenci sayısının son üç yıl içinde neredeyse ikiye katlanarak akademik eğitimin çökertilmesi;
* Ne, mezun olan öğrencilerin işsizler ordusuna katılması;
* Ne, bilimsel aşırmacılığın liyakat göstergesi sayılarak aşırmacıların, bilim doktoru, doçent, profesör bölüm başkanı, dekan, rektör ve hatta Milli Eğitim Bakanı atanması;
* Ne, TÜBİTAK ve TÜBA’nın özekliklerinin kaldırılıp siyasetin güdümüne sokulması;
* Ne, “yeni nesil üniversite” adı altında piyasa üniversiteciliği yapılarak eğitim için kamulaştırılmış kampüs alanlarının yerli ve yabancı şirketlere sunulan rant kapsamında devasa alışveriş merkezleri, hipermarketler, benzin istasyonları ve restoranların yer aldığı ticaret merkezlerine dönüştürülüp talan edilmesi , en yüksek puanlarla girilen bölümlerin yanında barajı zor aşan zengin öğrencilere yönelik-fırsat eşitliğine aykırı ABD üniversiteleriyle ortak paralı programlar açılması, bilimsel araştırma desteklerinin özgün bilim üretimi yerine kolay kazanç peşinde koşan şirketlerle yapılan ve yurt dışından alınacak hazır teknolojiler için danışmanlık yapmaktan öteye geçmeyen ortak projelere tahsis edilmesi
* Ne, tüm ulusal varlıklarımızın yok pahasına gözden çıkarılıp emperyalistlere peşkeş çekilmesi;
* Ne, bir avuç altın için ormanlarımızı yok edip, birkaç megawatt elektrik uğruna derelerimizi kurutup ekolojik dengenin alt üst edilmesine yol açan anayasa aykırı yönetmelikler/ yasalar çıkarılması;
* Ne, Cumhuriyetin temel niteliklerini savunan yurtseverlerin darbeci terör örgütü üyeliği ile suçlanıp yıllarca özgürlüklerinin kısıtlanması;
* Ne, tek amacı yargıyı iktidarın memuru haline getirmek olan anayasa referandumu;
* Ne, tüm toplumun hukuk dışı dinleme yöntemleriyle göz altında tutulması ve
* Ne de demokrasinin, insan haklarının ve sosyal adaletin bilerek yok edildiği bir sahnede oynanan, ABD-AB ortak yazımı “demokratik açılım oyunu” nun perde arkasındaki ulusal barış ve ülke bütünlüğüne yönelik tehditler
ilgilendirmiyor.
Kapandığımız sırça köşklerimizde bizi artık yalnız ve yalnız “çok bilimsel yayın yapıyor gözüküp, hızla yardımcı doçent, doçent, profesör olup, bölüm başkanı, dekan, dekan yardımcısı, enstitü- yüksekokul- merkez Müdürü, başhekim, rektör, rektör yardımcısı-rektör danışmanı, genel sekreter, yönetim kurulu üyesi, senatör, ….koltuklarına oturabilmek ve oturtulduğumuz koltukların diyetini nasıl ödeyebileceğimiz” ilgilendiriyor. 12 Eylül 1980 darbe rejiminin sinmemiz ve ülke sorunlarına yabancılaşmamız için kurduğu YÖK düzenin bize biçtiği vazgeçilmez görev yalnızca budur.
Bilim tarihi, “vazgeçilmez toplumsal bağ ve yükümlülüklerimiz” diye tarihsel başka bir sorumluluğumuz daha bulunduğunu yazıyormuş, varsın yazsın. Ayrıca bir ülkenin bilim insanları ve aydınları bu sorumluluğu yerine getirmeye korkarsa amansız bir baskı rejimi/faşizm o ülkede çok kolay kök salar ve kolayca sökülüp atılamazmış. Geçelim ! bu çoook eskidendi, adı üstünde tarih işte… O günlerden bu güne Darwin’in Evrim Kuramı gereğince, üyesi olduğumuz akademisyen türü de evrimleşti. Beynimizin toplumsal sorumluluklarımızı uyaran bölümü giderek küçüldü ve dayatılan düzene uyum sağladık. Böylece “baskı rejimi, dinci faşizm” gelmesi ya da “risk alıp buna karşı çıkmak” diye bir sorunumuz da kalmadı. Geçirdiğimiz evrim sonucunda gözlerimiz yalnızca bireysel çıkarlarımızı görür, kulaklarımız yalnızca daha lüks bir koltuk, kolay yükselme ve kazanç vadeden çağrıları duyar ve dilimiz de yalnızca “iyi ki varsınız! sağ olun efendim!” sözcüklerinden başka bir söz söylemez olunca, bakın ne güzel oldu. Ne baskısı? Ne faşizmi? Bireysel çıkarlarımızı koruyabileceğimiz her türlü özgürlük ve olanağa sahibiz artık.
Hiç şüphesiz evrimin temelinde yatan “doğal seçilim”e ayak uyduramayanlarımız da bu arada tamamen yok olup gitmekteler, tıpkı dinozorlar gibi…

EÜ Emeklli Öğretim Üyesi
Kayhan KANTARLI
İLK KURŞUN
Tags

Yorum Gönder

0Yorumlar
Yorum Gönder (0)