Milletvekili maaşları


Emekli milletvekillerine yapılan maaş artışının yakışıksız, yersiz ve yanlış olduğu açıkça ortada. Fransa krizi sırasında apar topar gece yarısı geçirilen yasanın Cumhurbaşkanı tarafından veto edilmesi sürpriz olmayacak. Çünkü hiç kimsenin halkın infialini göğüslemesi mümkün değil.

Bana kalırsa bu iş gelecek hafta vetoyla bitecek.

Bitecek de tepkilerin yatışması bu konuda düşünmemizi, sorular sormamızı engellemesin.

***


Milletvekillerinin, kendi kendilerine zam yapması çok yakışıksız. Çünkü yasayı koyan da ondan yararlanan da aynı kişi olamaz, olmamalı.

Maaşların seviyesinden çok sembolik anlamları önemli.

Bir örnek vereyim: İsveç’te Mona Sahlin adlı bir kadın bakan vardı. İleride başbakanlığı kesin gibi görünüyordu ama bir hata yaptı. Bu hata onun geleceğini tahrip etti. Siyasete geri döndü ve Sosyal Demokrat Parti’nin lideri oldu ama hiçbir zaman eski gücünü bulamadı.

Hata neydi biliyor musunuz:

Bir akşamüstü alışveriş yaparken, çocuğuna Toblerone çikolata almış ve yanlışlıkla şahsi kartı yerine devlet kartıyla ödemiş. İşte bakanı mahkemeye sürükleyen, siyasal kariyerinde ağır darbeler yemesine neden olan üç kuruşluk hata bu. Mona Sahlin mahkemede “Devlet işleri için kullandığı kartla, şahsi kartının birbirine çok benzediği“ni söyleyerek kendisini savunmaya çalıştı ama kamuoyunun gözünden düştü.

Anlattıklarım; milyar dolarlık yolsuzluklar, hesabı verilmeyecek olan örtülü ödenekler, el değiştiren servetler, siyaset eliyle zengin edilen iş adamları diyarında kulağa çok tuhaf geliyor değil mi?

Ama inanın, eskiden bizde de durum böyleydi. Devlet malı yemekten korkulurdu. Mesela ben ve kardeşlerim Yargıtay Başkan Vekilliği döneminde babamın makam arabasının içini hiç görmedik. Araba onu getirip bırakırdı, dışarı çıkacaksak ailece otobüse ya da dolmuşa binip giderdik.

Kalem kutumda bir yabancı kurşun kalem görüldü diye evde kriz yaşandığını, “Kimin bu kalem?“ diye üstüme gelindiğini, ağlayarak arkadaşımın kaleminin yanlışlıkla benim kutumda bulunduğunu anlatmama rağmen cezadan kurtulamadığımı hatırlarım.

Osmanlı’dan beri kaç kuşaktır zabit ve hâkim olan ailem, dar gelirli yaşamayı bir şeref madalyası gibi göğsüne takan ve yine de “Allah devlete millete zeval vermesin! Çok şükür!” demesini bilen bir aileydi. 94 yaşındaki babam hâlâ aynı sözleri söylüyor; her namazın sonunda devlete dua ediyor.

O ahlaki sağlamlıktan bu çürümeye gelişimiz ne kadar hazin bir hikâye değil mi?

***


Milletvekili maaşlarıyla ilgili zam hassasiyeti ne yazık ki her zaman gösterilmiyor.

22. dönem milletvekilleri, erken seçim kararı yüzünden 3 aylık maaşı fazladan aldılar. Ama bazı vekiller bunu içine sindiremedi.

Benim de aralarında olduğum 8 kişi “hak etmedik” diyerek maaşları devlete iade etti. Düşünün, 550 kişilik mecliste sadece 8 kişi.

Peki kamuoyu bu maaş iadesini örnek bir olay olarak konuştu mu, diğer milletvekillerini eleştirdi mi?

Ne gezer?

Aldırmadı bile. Büyük bir ihtimalle “enayiler!“ diye düşündü.

Çünkü halk çoğunluğunun eline hak etmediği ama yasal olarak ödenen 24 milyar lira geçse bunu iade edenlerin oranının Meclis’in bile altında kalacağını tahmin ederim.

Evet!

Maaş hassasiyeti iyi ama bunun yanında ölçüsüz devlet saltanatını, kendilerine Audi A4 yerine A8 isteyen bakan yardımcılarını, milletvekillerinin yüz yıllık maaşlarından fazla tutan soygunları, yolsuzlukları da görmek şartıyla.

Unutmayın ki bal tutanın parmağını yaladığı bu siyaset-ticaret sistemi, durmadan ahlaksız üretiyor.

***


ÜZÜNTÜ

Uludere’de yaşanan faciadan dolayı şok içindeyim. Duyduğumdan beri “Ölüm hep bize mi düşer usta!” diye tekrarlayıp durmaktayım. Korkunç bir durum. Kurbanların yakınlarına sabır dilemekten ve adaleti göreve çağırmaktan başka bir şey gelmiyor elimizden.

***


HZ. SÜLEYMAN’IN ADALETİ

Herhalde duymuşsunuzdur: Hz. Süleyman’ın adaletiyle ilgili çok hoş ve ders alınacak bir hikâye vardır: Bir kraliçe, ayaklanma sırasında bebeğini bırakıp kaçar, o bebek, bakıcısı olan kadın tarafından büyütülür.

Yıllar sonra dönen kraliçe çocuğu kendisinin doğurduğunu söyleyerek geri almak ister. Bakıcı kadın da onu kendisinin emzirdiğini, büyüttüğünü öne sürerek buna itiraz eder.

Konu Hz. Süleyman’ın önüne gelince Süleyman yere bir daire çizilmesini emreder. Sonra çocuğu dairenin içine yerleştirmelerini, bir kolundan annesinin, öteki kolundan bakıcı kadının tutmasını ister. Dediğini yaparlar.

Hz. Süleyman anne ile bakıcıya “Şimdi var gücünüzle asılın. Hanginiz çocuğu dairenin dışına çekerse, çocuk onun olacak” der.

Ana hırsla atılır, olanca gücüyle çocuğu dairenin dışına çeker, bakıcı ise bırakır. Hz. Süleyman ona, o kadar istediği halde çocuğun kolunu niçin bıraktığını sorar.

Bakıcı der ki: “Eğer ikimiz de bütün gücümüzle asılsaydık yavrum parçalanacaktı. Bu yüzden kıyamadım. Benim olmasa da yaşasın istedim.”

Bunun üzerine o adaletli peygamber “Al kadın” der “Çocuk senin hakkındır. Onu doğurmamış olduğun halde, duyduğun şefkat ve sevgi daha büyük.”

***


Bu hikâye yüzyıllar boyu anlatılmış, Bertolt Brecht’in “Kafkas Tebeşir Dairesi” adlı oyununda da işlenmiştir.

Bence gazetelerimizle ilgili anlaşmazlığa tam olarak uymakta.

Bu durumda Karacanlar anne, Demirörenler ise bakıcı konumunda.

Sonuçta yıllar önce Karacan ailesinin kurmuş olduğu Milliyet’i şu anda yaşatmakta olan, onlar.

Dolayısıyla Sezar’ın hakkı Sezar’a.

Karacan grubu bir koluna yapıştığı çocuğa daha fazla zarar vermemelidir.

En azından dedelerine karşı bir borçtur bu.

Zülfü Livaneli
Vatan

Yorum Gönder

0Yorumlar
Yorum Gönder (0)