Türkiye'de ifade özgürlüğünün olmadığını düşünüyorum
Pazar, Mart 18, 2012
"Hükümet baskısı ve medya" üzerinde yapılan röportajda Banu Güven'den AKP için ilginç yorumlar geldi..
Bugün medyanın önündeki en büyük sorunu ne olarak görüyorsunuz?
"TÜRKİYE'DE İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNÜN OLMADIĞINI DÜŞÜNÜYORUM"
Hepimizin önündeki sorun: “İfade özgürlüğü”. İfade özgürlüğü ‘biraz’ olmaz. Ya her alanda vardır ya da yoktur. Ben Türkiye’de ifade özgürlüğünün olmadığını düşünüyorum. Bu durum yalnızca gazeteciler için geçerli değil, akademisyenler ya da yayıncılar için de geçerli mesela. Sosyolog İsmail Beşikçi, kitapları nedeniyle 17 yıldan fazla hapis yatmış biri. Son olarak geçen yıl, bir konuşması bir dergide yayınlandı ve yayınlanırken Kandil “Q” ile yazıldı diye 1 yıla aşkın bir hapis cezasına çarptırıldı ve o karar şu an temyizde. Ne olacak? Onanırsa ne olacak? İsmail Beşikçi yine cezaevine mi girecek?
"MEDYA PATRONLARININ İKTİDARA BAĞIMLILIKLARI VAR"
Bu bir zihniyet meselesi. Bu zihniyetin ürünü Ceza Yasası ve Terörle Mücadele Yasası tarafından etrafımız sarılmış durumda. Tabii bir de medya patronlarının iktidara bağımlılıkları var. Baskı artık yukarıdan aşağıya hiçbir engelle karşılaşmadan iniyor. Gazetecilerin kafasına 50 numara bir kösele dayanmış bastırıyor gibi. Hangi dönemde cezaevindeki gazeteci sayısı 100’ü geçti? Hangi dönemde bir iktidar, cezaevinde bulunan gazeteciler hakkında ulu orta ‘Onların arasında tecavüzden yargılananlar var’ yalanını atabildi? Bana BAAS rejimlerinin propaganda yalanlarını hatırlatıyor bu durum. Geçenlerde Ahmet ile Nedim’in gözaltına alınmasının üzerinden 1 yıl geçti diye yaptığımız eylemde, bütün gazeteciler için özgürlük istedik. Bunu hiç görmeyen gazeteler oldu.
Peki, Ak Parti’nin iktidarı ile medya ilişkilerinde bir başkalaşma yaşandı. Bunu AK Parti’den önce ve sonra diye değerlendirecek olursak, nasıl değerlendirmeliyiz?
"KAMUOYU ARTIK ANA-AKIM MEDYAYA BEL BAĞLAMIYOR"
Medya üzerinde iktidar baskısı Ak Parti’den önce de vardı. Çiller dönemini unutmamak lazım. Milliyet’in Genel Yayın Yönetmeni Umur Talu niye görevini bırakmak durumunda kalmıştı? Bir medya patronunun başka alanlarda da bel bağladığı ne kadar çok ya da büyük projesi varsa, ya da korkulan ceza ve risk ne kadar büyükse, “biat etme” durumu da o kadar fazla oluyor. Ama hiç bu kadar geniş sahaya yayılan bir pres hatırlamıyorum ben. Memlekette medya gittikçe tek renge bürünüyor. Başbakanın kastettiği “hassasiyetleri gözeten” bir tavra giriyor. Bu noktada ben gerçekten bir şuur kaybının söz konusu olduğunu düşünüyorum. Bir iktidar liderinin, bir hükümet başkanının kendini medyaya nasıl haber yapması gerektiğini dikte edecek pozisyonda hissetmesi ve bunda hiçbir problem görmemesi büyük bir problemin işaretidir bence. Hiç sağlıklı değil. Gerçeklikten kopmak çok tehlikeli bir şeydir. Bunun uzun vadeli sonuçları nasıl olur bilmiyorum. Gözardı edilmemesi gereken bir konu var. Kamuoyu artık ana-akım medyaya bel bağlamıyor. İktidar partisinin kendi seçmeni olarak gördüğü kesim rahatsız olmayabilir bu durumdan. Ama bir o kadar da bu durumdan rahatsız olması kuvvetle muhtemel insanlar var. Onlar da haber almak için kendi kanallarını, kendi mecralarını buluyorlar. En azından öteki türlü haberleri dinlemeyi reddediyorlar. Zaten iş habercilikten çoktan kopmuş gitmiş durumda. Ankara’da konuklar, bakanlar ağırlanırken, ‘Al gülüm, ver gülüm’ şeklinde bir oyun oynanıyor. Birileri söyleyeceği birşey olduğunda ekrana çıkıyor, onlardan hikaye dinlemek isteyenler de memnun sohbete takılıyor belki. Ama unutmasınlar, bu en sadık seçmene bile sıkıcı gelebilir bir noktadan sonra.
"NURAY MERT GAZETESİ TARAFINDAN KIZAĞA ALINMAK İSTENDİ"
Son yedi ay içinde birçok meslektaşım, başarıyla götürdükleri işlerini bırakmak durumunda kaldı. Benim de işimi bırakmak zorunda kaldığım Temmuz ayından bu yana Can Dündar, Ruşen Çakır televizyon ekranlarından ayrılmak durumunda kaldı. Burada görüşlerine yer verdiğiniz yazarlar Mehmet Altan, Ece Temelkuran da gazeteleriyle vedalaşmak durumunda kaldılar. Sonra Nuray Mert. Zaten önce televizyonda bir ambargoyla karşılaşmıştı, sonra da, maalesef gazetesi tarafından ‘kızağa alınmak’ istendi. Bazı insanları öyle idareten kızağa falan alamazsınız. Ya her baskıya rağmen arkasında durmaya devam etmelisiniz ya da ‘yapamıyoruz’ deyip aczinizi kabullenmelisiniz. Bir belirsizlik yaratıp ortalıktan kaybolmak ve bütün sorularla yazarını karşı karşıya bırakmak da bir taktik olsa gerek. Eğer susması gereken kişi ‘Omerta’ya uyacak bir karakterde değilse, zaten ipleri o koparır diye düşünülüyor herhalde.
"HER ŞEYE EYVALLAH DİYENLERE BİR ŞEY DİLEMİYORUM"
Yedi ay içinde medyanın terkibatının değiştiğini görüyoruz. Ama bir taraftan da şu var: Ana-akımda kalıp çalışmaya devam eden ve sözünü söylemek için orada azami gayret, sabır ve özveriyle işine devam eden meslektaşlarımız var. Orada, tükenmeden bir varlık sürdürebilmek de çok önemli. Bu her zaman kolay değil. Birçok muhabir var mesela. Hangi haberin nasıl yapılabileceğine, hangi spot ile çıkabileceğine, ifade olarak nelerin kullanılıp kullanılmayacağına ilişkin kurallarla çalışıyorlar. Bundan hoşlanıyorlar mı? Hayır! Ama gazetecilik yapmak istiyorlar. Hayatlarını bunun üzerine kurmuşlar. Geçim kaynakları buna dayanıyor. Memlekette iş bulmak hiç kolay değil. Ayrıca hemen her yerde koşullar benzer. Onlara güç ve sabır diliyorum. Her şeye ‘eyvallah’ diyenlere ve bir problemi olmayanlara bir şey dilemiyorum.
Etyen Mahçupyan’ın “Hrant’ın Parazitleri” yazısı ile Ece Temelkuran’ın ismini lekemesini nasıl değerlendirdiniz?
"HERKES HRANT'TAN BİR IŞIK ALMALI BENCE"
O yazıda birçok problemli alan olduğunu düşünüyorum. “Parazit” demek filan çok yakışmayan bir şey. Genç meslektaşlarının Hrant’tan bir şekilde el alması, Hrant’ın adını anmak istemesi, kendini Hrant ile bütünleştirmesi ancak mutluluk verebilir. Hrant’ın devletin bilgisi dahilinde planlanmış bir cinayetin kurbanı olmasının ve ardından gelen yargı skandalının da ısrarla dile getirilmesi önemlidir. Ece Temelkuran da bunu yapmaya gayret etmiştir. Etyen Mahçupyan, Hrant Dink’in en yakın dostlarından biridir ve onun anısını korumak gibi de bir hakkı da kendinde görüyordur, ama ‘Hrant’ın arkadaşı kim olabilir, kim olamaz? Kim kendini Hrant’a yakın görür ya da göremez?’ sorularına verdiği cevap ve üslubunun kabul görmediği açık..
Eğer Hrant hayatta olsaydı, Ahmet ve Nedim’in durumuyla ilgili Etyen ile aynı şeyleri söyler miydi, o konuda benim ciddi şüphelerim var mesela. O yazıda bana dokunan şeylerden biri de, o iki arkadaşımızdan birinin “Hrant için” diye, diğerinin “Dokunan yanar” diye bağırmasının Etyen tarafından ‘kendilerini çok önemsediklerinin ya da içlerindeki zafiyetin işareti olarak değerlendirilmesiydi. Etyen hadiseye biraz farklı bir niyetle eğilse, mesela o duruşmalara gelse, içlerinde derin bir zafiyet değil, tam tersine müthiş bir inanç ve kararlılık olduğunu görürdü.
Hrant’ın arkadaşları adına Ümit Kıvanç da yazdı zaten. Daha fazla uzatmamak lazım herhalde. O da Etyen’in kendi görüşü herhalde, ne yapalım. O görüşe kilitlenip, devam edecek değiliz. Herkes Hrant’tan bir ışık alsın bence, ben bunu söylerim ancak.
NTV’den ayrıldıktan sonra tutuklu gazetecilerin davaları başta olmak üzere, Hrant Dink ve son olarak Uludere olayı gibi meselelerde sizi sürekli olarak aktif görüyoruz. Bu sermaye ile ipleri koparmanın getirdiği bir rahatlık mıdır?
Bu durum yeni değil. Ama şöyle bir şey de var, bu konuları istediğim kadar sık ele alabilirim artık. Her gün ana akım medyada hakim olan ‘tekrara düşme’ kaygısı olmadan tekrar tekrar işleyebilirim. Belki böyle bir avantaj olabilir.
Peki, medyanın Uludere olayındaki tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Uludere turnusol işlevi gördü. Medya kendisinden ‘rica edilen’, tırnak içindeki ‘hassasiyeti’ gösterdi. Bir takım başlıklar ile olayı basitleştirmeye çalışmak, böyle hataların olabileceğine dair bir alt metinle anlatmak. Bütün bunlar birilerinin sınıfta kaldığına dair örneklerdir. Biz burada sosyal medyanın önemini yeniden gördük çünkü televizyon yayınlarından doğru düzgün ne olduğunu öğrenemezken, Twitter’da paylaşılan bazı videolarla oraya ulaşabildik. Bu çok önemli.
NTV ile yollarını ayırdıktan sonra başka kanallardan iş teklifi geldi mi?
"ŞİKAYETÇİ OLDUĞUM SİSTEME YENİDEN GİRMEK NİYETİNDE DEĞİLDİM"
Evet, iki kanaldan. Bir de yeni kurulmakta olan bazı kanallar aradı. Bu koşullarda nasıl farklı olsun ki? Bir de konuşmak isteyip sonra bundan vazgeçenler olduğunu tahmin ediyorum. Bu da bütün olanların ardından şaşılacak bir şey değil tabii ki. Ben de açıkçası şikayetçi olduğum sisteme yeniden girmek niyetinde değildim en başından beri. Belli normlarda gazetecilik yapmak isteyenler için seçenek hiç fazla değil.
Bugünün koşullarında sosyal medyayı kullanmayı internet üzerinden bağımsız yayıncılığı çok daha heyecan verici buluyorum. İzleyenler, dostlarım ya da hiç tanımadıklarım, ana akımda çalışmaya devam eden meslektaşlarım, hepsi bana çok destek verdi. Bu beni çok duygulandırdı. Ayrıca internet sayfama gönüllü olarak destek veren insanlar var. Bana ofisini açanlar var. Prodüksiyonda destek olanlar. İnsanlar “ifade özgürlüğünün korunabilmesi” için çorbada tuzları olsun istiyorlar, heyecan duyuyorlar. Bu da mutluluk ve umut verici.
İnternet gazeteciliğinin geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Kesinlikle parlak görüyorum. Ya da şöyle söyleyeyim: Sayfayı açtığınızda herhangi bir “Sulh Ceza Mahkemesi tarafından kapatılmıştır açıklamasını” görmediğimiz sürece parlak görüyorum. Birçok meslektaşın daha fazla bağımsız gazetecilik yapabileceği ve küçük de olsa bağımsız bir sermayeyle kuracağı mecralar olacak, biliyorum. Memnuniyet verecek bir durum bu. Basın-yayın ve iletişim okuyan gençlerin ve gazeteci adaylarının da biraz bu tarafa yönelmesi gerektiğini düşünüyorum, çünkü internet gazeteciliği sadece yazılı bir şey değil artık. Radyo ve televizyon gibi daha zengin seçenekleri ile karşımızda. Yıllardır tıkır tıkır işleyen örnekleri var. Mesela Amerika’da ki Democracy Now’da Amy Goodman bir saatlik bir program yapıyor ve aynı zamanda o programın içeriğini sayfaya yansıtıyor. Yıllardır bu işi yapıyor. Hiç de yeni bir şey değil. Huffington Post örneği mesela, yeni bir şey mi? Değil. Sadece biz biraz daha geç uyandık.
Sizin internet gazeteciliğinde yeni bir projeniz var mı ?
"YAPTIĞIM HABERLERİN RAHATÇA SİNDİRİLEBİLİR OLMASINI İSTİYORUM"
Öncelikle kendi mecramı ve pratiğimi oturtmak istiyorum. Biraz kendi tempomda da gitmek istiyorum. Koyduğum haberlerin bir dakika içinde tüketilir olmasını değil, rahatça sindirilebilir olmasını istiyorum. İnternetteki bazı haber portalleri, televizyonlarla ya da birbirleriyle hız yarışı içinde olabiliyorlar. Ben bunun peşinde değilim.
Son dönem güncel konulara gelecek olursak, bu MİT polemiği ile ortaya çıkan tablo nasıl okunmalıdır? Bir yandan yargıya karışmam diyen hükümet, konu ile ilgili yasa çıkarmak isteyerek meclise sundu ve savcıyı görevden aldı. Ama tutuklu gazeteciler söz konusu olduğunda da “biz yargıya karışmayız” deniyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
"İKTİDARIN EN BÜYÜK AÇIKLARINDAN BİRİ SAMİMİYETSİZLİĞİ"
Bu çifte standardın alasıdır. Adalet herkes için aynı ölçütlere göre tecelli etmelidir. Hükümet tarafından “Evet tutukluluk sürelerinin uzunluğu bizi düşündürüyor” gibi açıklamaları çok komik buluyorum. Adalet Bakanlığı’na hala bağımlı bir HSYK var. Yargıdaki sorunlu alanlar ile ilgili birtakım şeylere çeki düzen vermek, Adalet Bakanlığı’nın, dolayısıyla hükümetin elinde. Bu iktidarın en büyük açıklarından biri samimiyetsizliğidir bence. Ucu kendisine dokunmayan mesele, mesele değildir yani.
KCK soruşturmasından MİT’in çıkmasına ilişkin komplo teorileri de ortaya atıldı. Bunlar tartışıladursun, Başbakanlık’a bağlı MİT’in bir taraftan diyalog kurup, diğer taraftan gerginlik ve çatışmayı tırmandıracak eylemlere giriştiği iddiası ortaya çıktı. Bu da vahim.
CHP muhalefet edemiyor diye eleştiriler vardı birtakım çevreler tarafından. Bu en son yapılan kürsü işgali meselesini nasıl yorumluyorsunuz?
"MECLİSTEKİ ÇOĞUNLUKLA, BİR SÜRÜ KARAR AMELİYATSIZ ÇIKIYOR"
Onlara seçimle verilen bir hak var. O hakka sahip çıkmaları doğru. BDP de destek verdi. İç tüzük meselesi çok önemli bir şey. Zaten meclisteki o çoğunlukla, bir sürü karar ameliyatsız çıkıyor. Bir takım şeyleri tartışmak iyice imkansız hale gelecekti.
Sürekli belli tutuklu gazeteciler konuşuluyor Nedim Şener, Ahmet Şık ve Mustafa Balbay. KCK’dan tutuklu olanlardan ve Soner Yalçın’dan çok fazla bahsedilmiyor. Haksızlık edilmiyor mu sizce?
Tek tek isimler üzerinden konuşmak istemem. Özgürlükleri ellerinden kötü senaryolar gibi yazılmış iddianamelerle alınan çok sayıda gazeteci var. Burada önemli olan gazetecilik mesleğine ve bu mesleği özgürce yapmaları engellenen tüm meslektaşlara sahip çıkmak. Bu arada şu da hatırlanmalı. Bizler Ahmet ve Nedim’in Gazeteci Arkadaşları olarak duruşmalara gittiğimizde sadece KCK’den de değil, Kürt meselesiyle ilgili çalıştıkları için başka soruşturmalardan tutuklanmış ya da yargılanan gazetecileri de hatırlattık. Tutukluluk sürelerine dikkat çektik. Haksızlığa uğrayan herkesin arkasında durmak lazım. Bunun ile ilgili kamuoyuyla da daha çok bilgi paylaşılmasından yanayım. ‘Kürt meselesi' ile ilgili yazan meslektaşlara sorguda neler sorulmuş, o sorular herhangi bir suça işaret ediyor mu etmiyor mu, delil var mı?’ gibi. Legal olarak satılan bir takım dergileri çıkardıkları için mi içeri alınıyorlar ya da niye bir ajansa legal bir şekilde bir haber geçiyorsun diye soruluyor?
Engin Ardıç’ın Şafak Pavey ile ilgili en son “hem özürlü hem CHP’li” gibi yorumda bulundu. Bunun hakkında ne düşünüyorsunuz?
"MEDYADA BÖYLE İSTEDİĞİ GİBİ TAKILANÇOK KİŞİ GÖRÜYORUZ"
Söylediği söz içinde o kadar çok katmanlı bir kötülük barındırıyor ki. Engelli olmayı kötü bir şey olarak dile getirip, küçümsemek ve üzerinden herhangi bir partiye yüklenmeye çalışmak… Medyada böyle istediği gibi takılan çok kişi görüyoruz. Hiçbir şey de olmuyor. Birileri çıkıp televizyonda bir kadın meslektaşımız ile ilgili süper-cinsiyetçi bir tavır sergiliyor, ama kurumlarının umrunda değil, hiçbir şey olmuyor. Aynen devam ediyorlar.
NTV’de çalıştığınız zaman kendinize otosansür uyguluyor muydunuz?
"YAYINLARIMDA ELE ALMAK İSTEDİĞİM BİRKAÇ KONU KİBARCA ERTELENMİŞTİR"
Otosansür canavarı Türkiye’de hep gazetecilerin peşindedir. Ben o canavarı sanırım 1989‘da Yeşilyurt haberini asistanlığını yaptığım yabancı muhabire geçerken alt ettim. Yayınlarımda ele almak istediğim birkaç konu da kibarca ertelenmiştir. Erteleme diyorum çünkü sonra hep yapmışımdır. Ama Türkiye’de hassasiyetler bitmez. Bir zamanlar ordunun hassasiyetleri çok gündemdeydi, şimdi hükümetin hassasiyetleri çok önemli. İşin ilginç tarafı bu hassasiyetlerin bazıları birbiriyle örtüşüyor. Karşımıza milliyetçi/ulusalcı-muhafazakar hassasiyetler çıkıyor.
Başbakanın “dindar nesil yetiştireceğiz” açıklaması hakkında ne düşünüyorsunuz?
"BİR ZERDÜŞT'ÜN YA DA ATEİSTİN DAVA AÇMASINI BEKLERDİM"
Hükümetin görevleri arasında böyle bir şey yok tabii ki. Bunu da herkes söyledi. Anayasa önünde eşit olan yurttaşlar arasında da ayrımcılık yapmaktır bu. Başbakanın mealen “dinsizler kötüdür” dedikten sonra bunu taktik olarak nasıl değerlendirdiğini merak ediyorum. Sonra ‘açıklama getirmeye’ çalıştı, ama daha kötü oldu. Sonuçta herkesin, istediği dine ait olma hakkı vardır. Ben aslında bir Zerdüşt’ün İçişleri Bakanı’na dava açmasını beklerdim, ya da bir ateistin...
Hükümetin medya üzerinde ki baskı, muhalif sesleri susturması, dindar nesil yetiştirme söylemi olsun… Bunlara baktığımızda Türkiye için faşist bir rejime doğru gidiyor diyebilir miyiz?
"FAŞİZAN SOSU EKSİK BİR DÖNEM HİÇ HATIRLAMIYORUM"
Türkiye’de faşizm aslında çok farklı çizgilerde çıktı karşımıza. Tek parti döneminde, ondan sonrasında. Faşizan sosu eksik bir dönem hiç hatırlamıyorum ben açıkçası. Bugünü de böyle tarif edebiliriz. Türkiye’nin hangi hükümeti olursa olsun, sahip çıktığı bir takım tarihi ayıplar da içinde faşizm barındırıyor. Bazı ayıpların üzerine ‘Diğer parti döneminde olmuştu’ diye gidip, orada takılıp kalmak da yetmiyor. En basitinden faşizmin sözlük anlamına baktığınızda Türkiye’deki duruma uyan birçok tanım bulabilirsiniz. İfade özgürlüğünün kısıtlandığı, gazetecilerin, yayıncıların, dağıtımcıların keyfi şekilde tutuklandığı, kendinden farklı olanın aşağılandığı, hatta öldürülmesine göz yumulduğu, savaş dilinin konuşulduğu ve iktidarca da beslendiği bir ülkede üzerinde düşünülmesi gereken bir soru.
Bu sohbetin topluma ışık tutması dileği ile deyip Stalin'in bir sözü ile bitirelim " Kelimeler, silahlardan daha güçlüdür. Düşmanlarımızın silahlanmasına izin vermiyoruz. Neden konuşmalarına izin verelim?" Stalin
Muhalif Gazete
Tags