Bu utanmazlığı kim paylaşacak peki!


O esnaf, şüphem yok ki aslında iyi bir niyetle; sıcaktan değil ama yüreklerine düşen ateşten yanıp kavrulan o aileye gölge olsun diye getirdi o tenteyi. Şüphem yok ki o anda “bir işe yarayabilmek, elinden geleni yapabilmek, ortak olabilmek” yani “acıyı paylaşabilmek” telaşındaydı ve üzerinde ne yazdığına dikkat bile etmedi; ona göre yaptığı iyilikti. Asla bir şehit ailesiyle dalga geçmek istemedi, ama bilmeden, hepimizle, topyekün milletle dalga geçenlerin zihninden geçeni resmetti:
- Mutluluğu paylaş!

***

Binlerce evladını hain, kahpe tuzaklarda, pusularda kaybeden bir millet...
Saçının telini sakındığı, gözünün içine baktığı, tırnağının kırılmasına katlanamadığı ana kuzuları, saçma sapan, azgın siyasi rantların avansı haline getirilen bir millet...
Damarlarına kudurmuş köpeklerinkine benzer dişler geçirilmiş bir millet...
Sırf sütü değil kanı da emilen bir millet, hâlâ “vatan sağ olsun” diyebiliyorsa, hâlâ utanmadan karşısına dizilen o kara gözlüklü zevatça temsil edilen “devlet”e zeval gelmemesi için dua ediyorsa bundandır aslında;
Mutluluğu paylaştığından!
Acıyı bal eylediğinden...
Kan kusup “kızılcık şerbeti içtim” dediğinden...
Oğullarının “toprağa düştüğüne” nihayetinde bir “çukura gömüldüğüne” değil de “şehadet makamına yükseldiğine” inandığından!
Izdıraptan inim inim inlerken bile aslında için için bunun mutluluğunu yaşayabildiğinden...
Şehit cenazesini, düğün-bayram kabul edebildiğinden...

***

“Devlet”in;
Sizden, bizden...
Dokuz ay karnında taşıdığı, kim bilir ne sancılar çekerek var ettiği, yoklukla -yoksullukla kim bilir ne zorlukla büyüttüğü canı, canından hunharca sökülen annelerden...
Ailesinin, soyunun, sülalesinin başına bırakacağı “direği” kırılan, dökülen, “booooooooomb” ve paramparça olan, yıkılan biçare babalardan...
Yetimlerden...
Yani senden, benden, ondan beklediğinin resmidir aslında o
tente:
- Mutluluğu paylaş!
Şükret!
Herkese nasip olmaz, sevin ki şehit oldu oğlun!

***

Hâlâ anlamadın mı ey benim naif milletim;
Herkese nasip olabilir, olur, oluyor, olacak aslında...
O jilet gibi üniformalı, temiz yüzlü, buğulu gözlü, tok sesli subay, başı önde herkesin kapısını çalabilir bir gün; yan daire, yan sokak, komşu mahalle sandığımız kadar uzak değil hiçbirimize...
Hepimizin oğlu bir gün bir kargo uçağına konulup, salça bidonu, yağ tenekesi, hırdavat, zerzavat muamelesiyle uğurlanabilir son yolculuğuna...
Hepimizin oğlu ay-yıldızlı bayrağın tente yapıldığı bir tabutta, pul kadar değeri yokmuş gibi öylece ıssız bir aprona terk edilebilir...
Hepimizin oğlu bir gün “devlet arşivleri” ndeki bir “sayı”dan ibaret hale getirilebilir;
5 bin 739’ncu!
10 bin 528’nci!
20 bininci!
Çünkü “devletin kaldırma kuvveti” cami avlularıyla sınırlı!
Davulla zurnayla “vatana feda” olmaya yolladığı çocuğunun hatırasına hakaret gibi naşı başında yükselen “tente”yi oradan kaldırmaz, kaldıramaz...
Gönderlerine çekilen “paçavraları” kaldıramaz...
Önüne konulan “teslimiyet”, “satış” sözleşmelerini kaldırıp atamaz...
Ama çok iyi cenaze kaldırır benim “devlet” im!
Temiz pak giyinir, abdestini alır çok iyi saf tutar!
Çok iyi “Fatiha” okur!
Genci, yaşlısı, dinç olanı, hastası hiç fark etmez; çok iyi tabut sırtlar, mezar kazar, bembeyaz kefenin üzerine kara toprağı atmakta “usta”dır!
Sonra çok güzel ağlar benim “devlet” im!
Gerçek duygularını o kara gözlüklerinin arkasına çok iyi saklar!
Senin payına “oğlunu vatana feda etme mutluluğunu(!)” layık görmüşken, o kimlerle, neleri “paylaşır” ruhun duymaz...
Duymayacak...
Biliyorum bu millet bugün de, yarın da, ondan sonraki gün de gözyaşlarını içine akıtarak, kenetlenen ellerinden güç alarak “mutluluğu paylaşacak”...
Ders almayacak...
Hesap sormayacak...
Sorgulamayacak...
Evinin salonuna astığı kocaman “çakı gibi asker” resmine bakıp bakıp “şimdi cennette” diye mutlu olmayı, bu mutluluğu paylaşmayı öğrenecek!
Ya sen?
Sen, artık “benim” bile diyemediğim sahibi meçhul devletim;
Hanidir sadece cami avlularında, musalla taşı nöbetinde gördüğüm, görüştüğüm;
Sen kimle paylaşacaksın bu utancı?
Kendini “devlet” ilan edenlerin evlatlara, oğullara, can parçalarına, ana kuzularına, fidanlara; bostan tarlasında yetişiyor muamelesi yapma utanmazlığını paylaşacak kimsen var mı, kaldı mı?
Kişilerin, iktidarların, siyaset kurumunun halt yemesi diye kandırma kendini; farkında değil misin bu veballer dağının altında kalan sensin;
Bunca şehidin, bunca “ah”ın vebalini paylaşacak, seni kurtarmak uğruna elini, vicdanını, aklını, azim ve kararlılığını taşın altına koyacak çıkar mı dersin?
Kim?
Hani nerde sevdalıların?
Onlara ne yaptın!

+++

Ahmet Bey’in ilginç öyküsü
Ahmet Kahraman, AKP iktidarları için çok ama çok önemli bir isimdi. Adalet Bakanlığı Müsteşarı’ydı...
Anayasa değişikliğinden önceki günlerde; yani hükümetin Hâkim ve Savcılar Yüksek Kurulu’yla soğuk savaş politikası izlediği dönemde, hâkim ve savcı atamalarının görüşüleceği toplantılara girmeyerek Kurul’u kilitleyen... Adalet Bakanlığı bürokratlarının çoğunluğa geçtiği yeni HSYK’nın oluşumuna öncülük eden... Ve yeni üyeleri neredeyse tek tek belirleyen kişiydi. Seçim döneminde geçici Adalet Bakanı olarak görev bile yapmıştı.

***

Sonra ne olduysa; 17 Kasım 2011’de “bir gecede” emekliye ayrıldı. Ve ilginçtir ki daha o günlerdeki gazete haberlerinde bu beyefendinin Halk Bankası Yönetim Kurulu’na gireceği yazıldı...

***

Aradan sekiz aya yakın bir süre geçti... Kulislerde birçok iddia öne sürüldü ama bunlar yüksek sesle dile getirilemedi...
Özellikle ikisi “özel hayat” ına yönelikti ki; zaten detaylarını veremeyeceğim bu iddialar yüzünden emekliliğe zorlandığı öne sürülüyordu. Emekli olduktan çok kısa bir süre sonra; eşinden boşandı. Hem de ikisinin de ikamet etmediği; hatta belki de o güne kadar yollarının bile düşmediği Ege’nin küçük bir ilçesindeki Aile Mahkemesi’nde... Sonra eski eşi, Yargıtay üyesi oldu.

***

Daha emekliye ayrıldığı gün gazetelere yansıyan, “Halk Bankası’na Yönetim Kurulu Üyesi olacak” iddiası gerçekleşti... Beyefendi, 18 Nisan 2012 tarihinde Halk Bankası Yönetim Kurulu’na üye ve Başkan Vekili olarak girdi. Merak ettim; bu kararın yayınlandığı Ticaret Sicili Gazetesi’ne baktım; beyefendinin “mesleği” yle ilgili bölümde, “bankacı” olduğu yazılı... Sonra hayat hikâyesini araştırmaya koyuldum:

***

Ahmet Kahraman, eski Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’in İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden okul arkadaşıymış...
Hâkim yardımcılığı, savcılık ve hâkimlik görevlerinde bulunmuş...
Adalet Bakanlığı’nda Personel Genel Müdür Yardımcılığı yapmış...
Ankara’da 25. Asliye Hukuk Mahkemesi yargıçlığı görevinde bulunduğu dönemde, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın açtığı tazminat davalarına da bakmış... Selanik’teki Atatürk Evi’nde bulunan şeref defterine yazdığı ifadelerle Başbakan Erdoğan’ı eleştiren Fethi Dördüncü isimli şahsı 10 bin YTL tazminata mahkum etmiş... Ya “bankacılık?” İşte onun nereden, nasıl çıktığı belli değil!

***

Şimdi kendisine soruyorum:
1) Bir gecede emekliye ayrılmanızla ilgili olarak Ankara kulislerinde dile getirilen iddialar hakkında ne düşünüyorsunuz?
2) Nasıl oluyor da gazeteler daha o günden, sizin Halk Bankası’na yönetim kurulu üyesi olacağınızı bilebiliyor?
3) Bu garantiyi zat-ı âlinize; kim, hangi yetkiyle verdi?
4) Hayatınızda bir gün bile bankacılık yapmadığınız halde, Ticaret Sicili Gazetesi’nde, mesleğinizle ilgili hanede neden “bankacı” olduğunuz yazılı?
5) Bu yeni görevleriniz karşılığında maaş, harcırah ve tazminat olarak bir yılda kaç lira kazanacaksınız?
Mustafa Mutlu / Vatan

Yorum Gönder

0Yorumlar
Yorum Gönder (0)