Yine 17 şehit.. Bu nasıl kaza?


Siirt-Şırnak-Van arasında bulunan bir dağa düşmüş Skorsky S-70 helikopteri.. Dile kolay tam 17 gencecik aslan şehit olmuş. Bir gün önce bütün gençler gelecek ümitleri, hayalleriyle dolu, bir gün sonra yoklar.. Analarının yüreği bu acıya nasıl dayansın?

Daha 23 Temmuz’da, 3.5 ay önce yine bir Skorsky S-70, Dağlıca’da düşmüş ve 5 askerimiz şehit olmuştu.. Hepsi de “terör nedeniyle”, terör bölgesinde hayatını kaybediyor bu askerlerin.. Ve ayrıca hepsi de “aynı cins helikopter içinde”.. Önce neden bu helikopterler sorusu var; yeteri kadar güvenli değillerse niçin gencecik askerler (aynen korunmasız, desteksiz şekilde terörist dolu yollara çıkarılan askeri araçlarda olduğu gibi) içlerine doldurulup uçuruluyor?

SİS VARSA NEDEN UÇURDUNUZ?

Güvenli oldukları iddia edilerek bindiriliyorlarsa hangi ihmal bu sonu hazırlıyor? Örneğin bu son “kaza” denen olayda “yoğun sis” varken uçtukları bildirilmiş. Gerçi henüz düşme nedeni belli değil, araştırılıyormuş ama madem ki yoğun sis var o gençlere yazık değil mi, bile bile, göre göre uçmalarına izin vermek ihmalin, kendisi değil mi, suç değil mi?

GENELKURMAY BAŞKANI UÇAR MIYDI?

Acaba öyle bir havada, aynı şartlar içinde Genelkurmay Başkanı’nın veya bir siyasetçinin uçmasına izin verilir miydi? Kesinlikle verilmezdi, o zaman neden “askerler için bu kadar kolay”dır karar vermek? Üstelik onlar “genç”, daha hayatlarının başındalar, neden düşünülmüyor? Genelkurmay Başkanı Özel (ve aslında Milli Savunma Bakanı da) artık “ bir defada 17 şehit” verilen bir ihmalin hesabını vermek, millete açıklama yapmak zorundadır. “Evet, ben de bu havada, aynı helikoptere binerdim” diyorsa bunu açıklasın ve hatta “uygulamalı olarak” göstersin..

Bu “kaza” denen helikopter düşmeleri hep terör saldırılarının yoğun görüldüğü, terörist kaynayan alanlarda olduğu için insanın aklına önce “PKK tarafından düşürüldükleri” geliyor. Zira ardı ardına asker taşıyan ve inip kalktığı bilinen helikopterlere saldırı yapmak, uçaksavarla vurmak pek zor değil PKK için.. Ellerinde her tür silah da mevcut.. Ama sonuç hep “kaza” çıkıyor..

Bütün bu ihtimallerden sonra Suriye konusu geliyor.. Suriye sınırında Esad’ın askerleriyle “muhalif” denilen Özgür Suriye Ordusu resmen savaş yapıyorlar. Bu muhalif ordu Türkiye tarafından destekleniyor, silah ve maddi destek sağlanıyor. Bizim askerlerimiz de “onların Türkiye’den geçip savaşması (gece Türkiye’ye dönüp sabah Suriye’ye geçtiklerini kendileri anlattılar biliyorsunuz), bu nedenle çatışmaların neredeyse bizim topraklarda olması” nedeniyle sınır boyunda pusuda beklemek zorundalar.

PKK’NIN ORTAĞI ESAD!

“Türkiye destekli Özgür ordu” Esad askerlerini vurdukça, “Türkiye’ye karşı Esad’ın stratejik ortağı” haline gelen PKK, Türkiye içinde saldırılarını arttırıyor. Böylece zaten mevcut terör saldırılarıyla yeterince şehit verdiğimiz halde bir de “Esad muhaliflerini destekleyeceğiz” diye veriyoruz.

Oysa Özgür Suriye Ordusu bize anlatıldığı gibi “masum halk” filan değil, onlar da “silahsız Esad askerlerine toplu katliam yapan”, bu nedenle Birleşmiş Milletler’in tepki gösterdiği acımasız bir ordu halindeler. Uzun lafın kısası yanlış başlatılan ve inatla sürdürülen dış politika ile büyük kayıplar vermekteyiz ve daha “gelecekte neler olacağı” da belli değil.

Hükümet ve TBMM “Başkanlık sistemi” için verdiği uğraşı önce “askerlerimizin hayatını düşünme”ye vermek zorundadır!

*****


Demirel, Erbakan’a ne demişti?


Çok sayıda mektup ve yorum geliyor 28 Şubat ile 27 Nisan için.. Özellikle de “27 Nisan muhtırası” ile ilgili olarak.. Hepsi de Yaşar Büyükanıt’ın yazdığı ve Genelkurmay’ın resmi internet sitesinde yayınladığı bildirinin tam bir muhtıra olduğunu, bugüne kadar da Hükümet üyeleri, medya ve hatta yabancı medyada “muhtıra” olarak söylendiği halde şimdi nasıl olup da “muhtıra olmadığı”nın her fırsatta vurgulandığını, TV’lerde belli isimlerin bunu tekrarlayıp durduğunu anlayamadıklarını söylüyor.

Haklılar çünkü özellikle sivil-asker yüzlerce kişinin “darbe hazırlığı vardı” iddialarıyla uzun tutukluluklar yaşadığı, çok sayıda TSK mensubunun “Hükümete muhtıra vermediği, darbe yapmadığı ve dahi iddiaları bilirkişi raporlarıyla çürüttükleri halde” neredeyse ömür boyu hapse mahkum edildiği bir ülkede “gerçek bir muhtıra veren”in cansiperane şekilde “vermediğini” iddia etmek doğal olarak her tepkiyi yaratacaktır.

MUHTIRA AMA DEĞİL, DARBE DEĞİL AMA DARBE!

Dönelim 28 Şubat’a.. Gerçek muhtıra “muhtıra değil” ama altında dönemin Hükümet üyelerinin imzası olan, dönemin Başbakanı ile Başbakan Yardımcısı’nın hemen sonrasında “Hükümetiyle, askeriyle herkes birlik içindedir, olağan dışında bir durum mevcut değildir, hep birlikte memleket meselelerini gö-rüştük” dediği 28 Şubat neredeyse “darbe” sayılacak.

28 Şubat’tan sonra Hükümet üyeleri yerinden oynamamış ama “koalisyon ortağı” Çiller başbakanlığı Erbakan’dan “normal protokol süresinden daha önce almayı” umar hale gelmiş. Olayların ardı arkası kesilmezken o seçimi öne almaya Erbakan’ı razı ederek onun süresini kısaltıp “seçimin kendi başbakanlığı altında olmasını” sağlamaya çalışmış.

Erbakan razı olmadıkça “tehdit” yolunu bile denemiş. Bu “sivil” baskı sonunda Erbakan Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’le görüşmeye gitmiş ve ona “istifa edeceğini” söylemiş. Demirel askeri kastederek “Neden istifa edeceksin, bir baskı mı var, telkin mi var” diye sorduğunda “Hayır bunlar yok ama huzursuzluk var” demiş. Erbakan israr edince Demirel istifasını kabul etmiş. Yani, sonunda Erbakan’ı istifa ettiren Çiller’in ta kendisi olmuş.

Bunun arkasından “yeni başbakan” umduğu gibi kendisi olamamış, işte Çiller için asıl sorun burada başlıyor.

Süleyman Demirel daha sonra “Erbakan görüşmesini ve gelişmeleri” Erbakan’ın sağlığında röportajlarda anlatıyor. Ondan bir itiraz gelmiyor. Yani doğrulanmış oluyor. Bu durumda “Çiller’in darbe tarifi”nin ne olduğu açıkça ortada değil midir?

Yorum Gönder

0Yorumlar
Yorum Gönder (0)