OKULLARDA din dersi hakkında çıkan tartışma bir fırsata dönüştürülebilir. Türkiye’nin çok ihtiyacı olan bir diyaloğun çıkış noktası bu olabilir.
Baştan tartışmada tavrımı ortaya koyayım: Ben de Alevi dostlarım gibi din derslerinin zorunlu olmasına karşıyım. Alevi olmadığım için onların gerekçeleriyle aynı gerekçeye sahip değilim ama onları anlıyorum ve ben de zorunlu din dersinin en temel insan hakkını ihlal edeceğini düşünüyorum.
İnanmaya karar veren her insan, inancını nasıl göstereceğine özgürce karar vermelidir. Kararını inanmamak yolunda veren insan da bunu özgürce hayata geçirebilmelidir. Din dersleri zorunlu hale getirildiğinde bu kararların hepsi, daha önceden başkaları tarafından sizin için alınmış oluyor.
Henüz inanmaya bile karar verip vermeyeceğini bilemeyecek yaştaki insanlara ibadetini nasıl yapacağı öğretildiğinde tercihler zincirinde birkaç adım birden atılmış oluyor. Bunun tercih hakkı ve özgürlüklerle alakası olmadığı açıktır.
EĞİTİM TAHAKKÜMDÜR
Teorik olarak her türlü eğitim bir anlamda birey üzerinde tahakkümdür. Eğitimde başkaları tarafından belirlenen değerler, tercihler, öğretilen kişiye onun iradesi dışında empoze edilir. Bu yüzden eğitime karşı çıkan görüşler de pratik olmasalar bile son derece saygın bir temele sahiptirler. (Pink Floyd’un “Brick in the Wall” şarkısını bu aşamada hatırlayalım). Öğretilen ders, din gibi insanın tüm yaşamını etkileyecek içeriğe sahipse, bunun zorunlu hale getirilip getirilmeyeceğine son derece dikkatli biçimde karar verilmelidir.
Ben şu alternatifin doğru olacağını düşünüyorum: Bütün okullarda mutlaka inanç dersi olmalıdır. Üstelik bu zorunlu da olmalıdır. İnancın oluşumu, evrimi ve anlamının ne olduğunu bilen gençler, daha sonra tercihlerini rahat yapabilirler.
Yani bir anlamda genç beyinler için ilahiyat dersi her okulda mutlaka okutulmalıdır. Bu dersi alan çocuklar, iyi bir felsefe eğitimine de giriş yapmış olacaklar; çünkü inancı felsefeye girmeden anlatabilmek bence imkânsızdır. İnanç dersi hem zorunlu olmalı hem de dört-beş yılda bir çeşitli düzeylerde içeriği daha da zenginleştirilerek tekrarlanmalı. 21’inci yüzyılda inancın hayattaki yeri çok önemli olacak. Modern insan, inanç olmadan yaşayamıyor. Teklif ettiğim türde eğitimden geçmemiş insanlar, inancın ne anlama geldiğini bilmeden ibadetin kurallarını öğrenmeye başlıyorlar. İbadet öğreniliyor tabii ama inancın sadece bazı yasaklar ve kurallardan oluştuğu sanılıyor. İnancın temelinde yatan zengin felsefi içerik ve farklı inanç türleri arasındaki diyalog anlaşılamıyor, bu yüzden birçok dindar insan eksik bilgi almış oluyor.
Okullarında zorunlu inanç dersini yukarıda vurguladığım türde zengin bir içerikle çocuklarına verebilecek Türkiye, dünyada birkaç adım öne geçecektir. İçerideki ilişkilerimiz de bu tür bir yönelimi zorunlu kılıyor, dışarıdaki ilişkilerimiz de öyle. Dolayısıyla “Din dersi zorunlu mu olsun yoksa tercihli mi olsun?” tartışmasını bir başlangıç olarak kabul edip inanç dersini konuşmaya başlarsak tartışmalarla başlayan bir süreci sonunda fırsata dönüştürmüş oluruz.
Yarışmacılar
TÜRK insanının canına kastettiğine inandığım bir gizli çevreden üretilip dağıtıldığını düşündüğüm bazı yarışma programları var televizyonda.
Sorun, yarışmanın içeriğinde değil. Sorun kullanılan üslupta, yaratılan yeni kültürde.
Her yarışma programında sorulan soru ve içerik ne kadar banal olursa olsun bir ölüm kalım meselesi haline gelmesi zorunlu olduğundan ve her program muhakkak belirli miktarda bir trajedi, dram içermesi gerektirdiğinden yarışmacıların işi çok zor.
Örneğin, diyelim ki iki kutu var; doğru cevap bunlardan birinde ve yarışmacı biraz düşünüp bir tanesini seçti. Ama asıl sorun ondan sonra başlıyor. Sunucunun doldurması gerektiği zaman var. Yani seçilen hemen açılıp iş bitiverse olmuyor bu programlarda, uzun düşünenler ve böylelikle aptal görünenler çok makbuller.
Zamanı doldurmak için kutunun açılmasının uzun süre ertelenmesi gerekiyor. Bu da anlamsız konuşmalar olması demek tabii ki. Türkiye'de konusunun uzmanı olduğu iddia edilen insanların katıldığı tartışma programlarında bile anlamlı konuşmalar yapılamadığına göre, bir yarışma programına katılan insanların anlamlı konuşma yapmasını beklemek gayet tabii ki imkânsız.
DUYGU SELİ
Bu programlarda düz konuşma da yetmiyor. Muhakkak acı ve gözyaşı da olmalı ki yarışmacı kazandığında hep beraber sevinebilelim, kaybederse hep birlikte üzülebilelim. Dolayısıyla yarışmacı bir saniye önce nasıl dolma pişirdiğini neşeyle anlatırken, hiç sekmeden, hiç ara vermeden birden aile sorunlarına geçebiliyor.
Hiçbir Türk insanı hayatta empatiyi başaramazken, bu programlarda müthiş empati yapılıyor. Stüdyodaki seyirciler, yarışmacıya hayatta acı veren kişi o an salonda olsa onu hiç tereddüt etmeden boğabilirler yani. İşin tuhafı, bu yarışmalarda diğer yarışmacı da rakibine sevgi ve sempati verebiliyor. Eğer siz sadece sonuçla ilgiliyseniz, yani parayı kimin kazanacağını merak ediyorsanız ve biraz da benim gibi sabırsızsanız, o konuşmaları zorunlu olarak dinlerken delirme noktasına gelebilirsiniz.
Benim birkaç kez televizyonu sokağa fırlatma teşebbüsüm Rana tarafından engellendi. Ödediğimiz fiyatı söyleyince hemen vazgeçtim fırlatmaktan, acılarımı içime attım.
Sonunda stüdyoda yaşanan büyük duygu fırtınası eşliğinde kutu açılıyor, kazansa da kaybetse de yarışmacı ağlıyor. Ağlamak zorunda galiba, "Eğer ağlamazsan sana paranı vermeyiz" denilmiş olmalı kendisine.
Bu anlattığım süreç hemen her yarışma programında aynen tekrarlanıyor. Bir de yarışma sonunda mecburen evlenenler de var ama şu anda artık ben bunları anlatabilecek durumda değilim, takatim kalmadı.
Yazarın bavulu
YİNE bavul topluyorum. Bunu ayda üç-dört kez yapmasam hayatımda büyük boşluk olacakmış gibi geliyor bana. Bavul toplarken iki temel ilkem var:
1- İşleri basit tut. Komplike olmayan bir bavul hazırla.
2- Küçük ve kolay taşınan bir bavul seç.
Taviz veremeyeceğim ilkelerim bu kadar ama ikisini de uygulayamıyorum tabii ki; çünkü hayatımda Rana var.
Dün toparlanırken yanıma geldi mesela ve bana "Şu bavulu al bence" dedi. Ben ilk önce bavula
baktım ve sonra ona, "10 yıllığına değil, üç günlüğüne gidiyorum" dedim. "Bu zaten üç günlük bir bavul" dedi. Ona göre o boyutta bir bavul ancak kısa seyahatler için uygun. Bir defasında bir yıl kalmak için New York'a gidiyorduk. Bavul miktarımızı görünce Amerikan gümrüğü memurları greve gittiler.
Ben itiraz edince o bavulu açıp içinden, birtakım küçük bavullar çıkarmaya başladı. Beni Amerika'ya o kadar fazla bavulla gönderseydi büyük ihtimalle bir kokain kartelinin kuryesi olmak şüphesiyle yakalanırdım. O bavulların hali, bana bir bavul matruşkasını hatırlattı. Sonunda büyük tartışmalardan sonra birkaç kez boşanma avukatlarını da aramamızın ardından ben sadece iki adet bavulla yola çıkmayı başardım. Ama yine de kimse fazla ümitlenmesin ve bavul matruşkasını unutmasın.
Serdar Turgut
Habertürk
Baştan tartışmada tavrımı ortaya koyayım: Ben de Alevi dostlarım gibi din derslerinin zorunlu olmasına karşıyım. Alevi olmadığım için onların gerekçeleriyle aynı gerekçeye sahip değilim ama onları anlıyorum ve ben de zorunlu din dersinin en temel insan hakkını ihlal edeceğini düşünüyorum.
İnanmaya karar veren her insan, inancını nasıl göstereceğine özgürce karar vermelidir. Kararını inanmamak yolunda veren insan da bunu özgürce hayata geçirebilmelidir. Din dersleri zorunlu hale getirildiğinde bu kararların hepsi, daha önceden başkaları tarafından sizin için alınmış oluyor.
Henüz inanmaya bile karar verip vermeyeceğini bilemeyecek yaştaki insanlara ibadetini nasıl yapacağı öğretildiğinde tercihler zincirinde birkaç adım birden atılmış oluyor. Bunun tercih hakkı ve özgürlüklerle alakası olmadığı açıktır.
EĞİTİM TAHAKKÜMDÜR
Teorik olarak her türlü eğitim bir anlamda birey üzerinde tahakkümdür. Eğitimde başkaları tarafından belirlenen değerler, tercihler, öğretilen kişiye onun iradesi dışında empoze edilir. Bu yüzden eğitime karşı çıkan görüşler de pratik olmasalar bile son derece saygın bir temele sahiptirler. (Pink Floyd’un “Brick in the Wall” şarkısını bu aşamada hatırlayalım). Öğretilen ders, din gibi insanın tüm yaşamını etkileyecek içeriğe sahipse, bunun zorunlu hale getirilip getirilmeyeceğine son derece dikkatli biçimde karar verilmelidir.
Ben şu alternatifin doğru olacağını düşünüyorum: Bütün okullarda mutlaka inanç dersi olmalıdır. Üstelik bu zorunlu da olmalıdır. İnancın oluşumu, evrimi ve anlamının ne olduğunu bilen gençler, daha sonra tercihlerini rahat yapabilirler.
Yani bir anlamda genç beyinler için ilahiyat dersi her okulda mutlaka okutulmalıdır. Bu dersi alan çocuklar, iyi bir felsefe eğitimine de giriş yapmış olacaklar; çünkü inancı felsefeye girmeden anlatabilmek bence imkânsızdır. İnanç dersi hem zorunlu olmalı hem de dört-beş yılda bir çeşitli düzeylerde içeriği daha da zenginleştirilerek tekrarlanmalı. 21’inci yüzyılda inancın hayattaki yeri çok önemli olacak. Modern insan, inanç olmadan yaşayamıyor. Teklif ettiğim türde eğitimden geçmemiş insanlar, inancın ne anlama geldiğini bilmeden ibadetin kurallarını öğrenmeye başlıyorlar. İbadet öğreniliyor tabii ama inancın sadece bazı yasaklar ve kurallardan oluştuğu sanılıyor. İnancın temelinde yatan zengin felsefi içerik ve farklı inanç türleri arasındaki diyalog anlaşılamıyor, bu yüzden birçok dindar insan eksik bilgi almış oluyor.
Okullarında zorunlu inanç dersini yukarıda vurguladığım türde zengin bir içerikle çocuklarına verebilecek Türkiye, dünyada birkaç adım öne geçecektir. İçerideki ilişkilerimiz de bu tür bir yönelimi zorunlu kılıyor, dışarıdaki ilişkilerimiz de öyle. Dolayısıyla “Din dersi zorunlu mu olsun yoksa tercihli mi olsun?” tartışmasını bir başlangıç olarak kabul edip inanç dersini konuşmaya başlarsak tartışmalarla başlayan bir süreci sonunda fırsata dönüştürmüş oluruz.
Yarışmacılar
TÜRK insanının canına kastettiğine inandığım bir gizli çevreden üretilip dağıtıldığını düşündüğüm bazı yarışma programları var televizyonda.
Sorun, yarışmanın içeriğinde değil. Sorun kullanılan üslupta, yaratılan yeni kültürde.
Her yarışma programında sorulan soru ve içerik ne kadar banal olursa olsun bir ölüm kalım meselesi haline gelmesi zorunlu olduğundan ve her program muhakkak belirli miktarda bir trajedi, dram içermesi gerektirdiğinden yarışmacıların işi çok zor.
Örneğin, diyelim ki iki kutu var; doğru cevap bunlardan birinde ve yarışmacı biraz düşünüp bir tanesini seçti. Ama asıl sorun ondan sonra başlıyor. Sunucunun doldurması gerektiği zaman var. Yani seçilen hemen açılıp iş bitiverse olmuyor bu programlarda, uzun düşünenler ve böylelikle aptal görünenler çok makbuller.
Zamanı doldurmak için kutunun açılmasının uzun süre ertelenmesi gerekiyor. Bu da anlamsız konuşmalar olması demek tabii ki. Türkiye'de konusunun uzmanı olduğu iddia edilen insanların katıldığı tartışma programlarında bile anlamlı konuşmalar yapılamadığına göre, bir yarışma programına katılan insanların anlamlı konuşma yapmasını beklemek gayet tabii ki imkânsız.
DUYGU SELİ
Bu programlarda düz konuşma da yetmiyor. Muhakkak acı ve gözyaşı da olmalı ki yarışmacı kazandığında hep beraber sevinebilelim, kaybederse hep birlikte üzülebilelim. Dolayısıyla yarışmacı bir saniye önce nasıl dolma pişirdiğini neşeyle anlatırken, hiç sekmeden, hiç ara vermeden birden aile sorunlarına geçebiliyor.
Hiçbir Türk insanı hayatta empatiyi başaramazken, bu programlarda müthiş empati yapılıyor. Stüdyodaki seyirciler, yarışmacıya hayatta acı veren kişi o an salonda olsa onu hiç tereddüt etmeden boğabilirler yani. İşin tuhafı, bu yarışmalarda diğer yarışmacı da rakibine sevgi ve sempati verebiliyor. Eğer siz sadece sonuçla ilgiliyseniz, yani parayı kimin kazanacağını merak ediyorsanız ve biraz da benim gibi sabırsızsanız, o konuşmaları zorunlu olarak dinlerken delirme noktasına gelebilirsiniz.
Benim birkaç kez televizyonu sokağa fırlatma teşebbüsüm Rana tarafından engellendi. Ödediğimiz fiyatı söyleyince hemen vazgeçtim fırlatmaktan, acılarımı içime attım.
Sonunda stüdyoda yaşanan büyük duygu fırtınası eşliğinde kutu açılıyor, kazansa da kaybetse de yarışmacı ağlıyor. Ağlamak zorunda galiba, "Eğer ağlamazsan sana paranı vermeyiz" denilmiş olmalı kendisine.
Bu anlattığım süreç hemen her yarışma programında aynen tekrarlanıyor. Bir de yarışma sonunda mecburen evlenenler de var ama şu anda artık ben bunları anlatabilecek durumda değilim, takatim kalmadı.
Yazarın bavulu
YİNE bavul topluyorum. Bunu ayda üç-dört kez yapmasam hayatımda büyük boşluk olacakmış gibi geliyor bana. Bavul toplarken iki temel ilkem var:
1- İşleri basit tut. Komplike olmayan bir bavul hazırla.
2- Küçük ve kolay taşınan bir bavul seç.
Taviz veremeyeceğim ilkelerim bu kadar ama ikisini de uygulayamıyorum tabii ki; çünkü hayatımda Rana var.
Dün toparlanırken yanıma geldi mesela ve bana "Şu bavulu al bence" dedi. Ben ilk önce bavula
baktım ve sonra ona, "10 yıllığına değil, üç günlüğüne gidiyorum" dedim. "Bu zaten üç günlük bir bavul" dedi. Ona göre o boyutta bir bavul ancak kısa seyahatler için uygun. Bir defasında bir yıl kalmak için New York'a gidiyorduk. Bavul miktarımızı görünce Amerikan gümrüğü memurları greve gittiler.
Ben itiraz edince o bavulu açıp içinden, birtakım küçük bavullar çıkarmaya başladı. Beni Amerika'ya o kadar fazla bavulla gönderseydi büyük ihtimalle bir kokain kartelinin kuryesi olmak şüphesiyle yakalanırdım. O bavulların hali, bana bir bavul matruşkasını hatırlattı. Sonunda büyük tartışmalardan sonra birkaç kez boşanma avukatlarını da aramamızın ardından ben sadece iki adet bavulla yola çıkmayı başardım. Ama yine de kimse fazla ümitlenmesin ve bavul matruşkasını unutmasın.
Serdar Turgut
Habertürk