Bakın, kim öldü?
Çarşamba, Aralık 28, 2011
Albay, görevli subaya seslendi:
“Sadece biyografiyi oku. Konuşma yok.”
“Emredersiniz.”
Subay okudu: “Doğdu, önce uzman erbaş, sonra şehit oldu.”
***
Biyografide bu kadar hızlı yaşayıp çabuk ölen Mehmet Bostanoğlu 35 yaşındaydı.
Valinin, paşanın, albayın; bayrağa sarılı tabutu okşayan sevecen eşinin, vakur biçimde duran iki
evladının, anasının, arkadaşlarının, cemaatin huzurunda okunan biyografide şu yoktu:
Küçük yaşta kaybettiği babası sağır ve dilsizdi.
Erkek kardeşi cenazede değildi; çünkü o da engelliydi.
Annesi, evladının tabutu başında ağıt bile yakamıyor, ancak “Meeeebeeet!” diye feryat
edebiliyordu; “Ana” diyen sesini hiç duyamadığı evladına, sağır ve dilsiz bedeninin yürekten
kopan son çığlıklarını yolluyordu.
***
Arkadaşları diyor ki…
“Biyografiden sonra, konuşma yapılsaydı, herhalde denecekti ki:
Silah arkadaşımızdı. Ölüsü de dirisi de. Orduevlerine alır aynı masada çay içerdik. Hasta olunca
atmazdık. 30 gün dinlenme alır da atılır diye bir korkusu olmazdı. Geçmiş olsuna giderdik tam
tersine. En küçük hatasında oda hapsi filan vermez, olur da cezası 30 günü bulursa, kapı önüne
koymazdık!”
***
Cenaze töreninde, CHP’nin “yemin direnişçisi” Milletvekili İsa Gök yanındaki Albay’a sordu:
“Sözleşmeli er alınıyordu; şehit onlardan mı?”
Albay, tabuta asılı vesikalık resme ve üstünde yazan unvana baktı, baktı:
“Yok yok, muvazzaf bu.”
Milletvekili yine sordu:
“Sözleşmeli mi?”
Albay yine resme baktı:
“Yok yok. Bunun özlük haklarında sorun yok.”
Sonra “Helal” ettiler hep birlik.
Sanki tabut dile geldi ya da son yolculuğundaki uzman çavuşun arkadaşları fısıldadı:
Albay’ın emrinde yüzlerce böyle Mehmet bulunmuştur, bulunuyor. Onlarcası da atılmıştır. Ama
Jandarma’da emrindeki personeli ayırt edemiyor. Kadrolu uzman jandarma ile Mehmet gibi
sözleşmeli uzman erbaşı karıştırıyor. Gerçi ikisinin de özlük hakları sorunlu, ikisi de orta
seviyesinden muamele görüyor, o ayrı. Keke Mehmet’in anası gibi duymasaydık biz de bunu!”
***
İşte öyle.
Mehmet Uzman; Şipşak özet biyografisi ile sorunsuz özlük haklarını iki evladına miras bırakıp babası
gibi sessizce gitti.
Yağmurlu bir günde, sırılsıklam toprağa karışarak, Silifke Kalesi eteğinde.
Konuşma yapmaya gerek yoktu; anası hep sessiz, kendi zaten sessizdi!
Her yandaki sıvasız evlerin boyasız analarından bir evlat daha eksildi!
***
Diyeceksiniz ki, “Mehmet’i kim vurdu?”.
Diyorlar ki, “iki kadın terörist idi”.
Diyeceksiniz ki, “onlar ne oldu?”
Diyorlar ki, “Mehmet’in silah arkadaşları da onları vurdu.”
Öyle işte.
Cudi Dağı’nda, isimsiz iki kız, yoksulluğa, itilmişliğe ve sessizliğe doğmuş bir Mehmet’i vurdu.
Başka Mehmetler de, yine yoksulluğa, itilmişliğe doğmuş iki kızı “etkisiz hale getirdi.”
Sessizliğe vurulmuş evlatların anaları; vicdanı sağır ve dilsiz bir tarih huzurunda tam 50 bin
çığlık attı!
Biri yakalar, biri tutar
İçişleri Bakanı’nın “sanatsever” tarifiyle, yemyeşil çayırlarda dikenli eleştiri yaptığında “biçilmeden
kalmak” zaten çok zor!
Tuval, resim, şiir, edebiyat, makale, üniversite kürsüsü, dernek, sivil toplum kuruluşu, üç
arkıdan biri… diyor.
Hepsi “arka bahçede terörist” sayılabilir! Bakan öyle buyurabilir.
Bırakın kanunların buna müsait kılınmasını, ortada hüküm yokken dahi, ortada şiddet yokken dahi,
Bakan peşin mahkum ediyor: “Ayrık otu ile tereler karışıyor. Hepsi yeşil görünüyor”.
O vakit; bütün otları yolacaksın, bütün yeşillikleri toplayacaksın!
Adalet Bakanı da, “tutukluluk süresi uzun değil” buyuracak, “bütün otları” uzun uzun sarartmak
için.
Çünkü İçişleri’ne göre, “Hangi otun faydalı, hangisinin zehirli olduğunu ancak yiyince
anlıyorsunuz”.
Anlamak için… Hepsini tutmanız, hepsini yutmanız art!
Suçluluk karinesi böyle işte.
Buna demokratik hukuk devleti deniyor!
“İç”in acıyor önce; sonra “İç”in kalkıyor!
Umur Talu
Habertürk
Tags