Sakatlanan Türkiye


1) ABD’nin Irak’tan çekilmesiyle yeni çok daha kanlı bir dönem başladı. Yeni dönemin açılışı çok sert törenlerle kutlandı, şii-sünni çatışması, bir günde yetmiş ölü. Yeni dönem hepimize hayırlı olsun, adı beklenen büyük korku: Sünni-şii iç savaşı.

Barzani’ye gelince. bu çatışmada tek şansı Türkiye’ye sığınmak. ABD Irak’a girerken Barzani Efendi Türkiye’ye karşı kabadayı savaş naraları atıyordu. Yedi-sekiz yıl geçti geçmedi, gık’ı çıkmaz oldu, buradan Barzani Efendi’ye sesleniyorum, Barzani efendi özledik o savaş naralarınızı, hayrola, ABD babanız güvenliğinizin hamili senedini Türkiye’ye mi ‘ciro’ etti, ve bu yüzden mi özbeöz kardeşleriniz kendi topraklarınızda yok edilirken sessizliğe bürünüyorsunuz.

Tarihte örneği çoktur, yabancı, dışarıdan gelen ‘hami’lere sığınanlar bu topraklarda beş-on hatta yirmi-otuz yıl keyfini sürer, ancak birgün yabancılar ya mağlup olur ya yorulur gider, ve artık yapılacak tek şey kalır, ‘hamilerini’ kendi bölgenden seçmek zorunda kalırsın. Şurda Gürcistan örneği, hamileri uzaklardan gelip onları kurtarıncaya kadar ülkesi çoktan dağıldı.



Amerikalılar bir çok kültürel alışkanlıklarını da bırakıp gittiler, kovboy şapkası gibi, beyzbol gibi. Biz çocukken sporcuların dağlarda tepelerde uzun nefes açma koşularına ‘kros’ denirdi, İngilizce’den kalma. Son yıllarda da dilimize yerleşti halkın sabah koşusuna ‘jogging’ demesi ve nerdeyse ezberledik iple uçurumdan atlama sporuna ‘jumping’ demeyi..

Bu kısa açıklamayı şimdi anlatacağım fıkraya giriş olsun diye yaptım, Irak siyasetini anlatmak için, Kurt tepede, tilki derede, horoz ağaçta, birbirlerine sesleniyorlar. Kurt demiş ki ‘kardeşler gelin jogging’ yapalım, Horoz demiş ki ben aşağı inersem beni yersiniz, siz ağaca çıkın hep birlikte ‘jumping’ yapalım, tilki cevap vermiş, ‘bu gavur adetleri yüzünden birbirinizi yemeyin kardeşler’ ‘gelin hep birlikte cemaatle namaz kılalım.’

Sizce, dün Amerikalılarla kah jogging kah jumping yapıp şimdi ‘cemaatle’ namaza davet eden lider kim olabilir?

2) Ameliyat oldu olalı sayın Başbakanımız Suriye’ye savaş naraları atamaz oldu. Başbakanımızın gözünü karartmış Suriye’ye karşı savaş tamtamları çalması niyeyse birden kesiliverdi. Bence başbakanımız ‘karakışın’ geçmesini bekliyor olmalı, Rusya ve İran bizim meteoroloji haberlerini bizden çok merakla bekliyor, şöyle bir yarım metre kar yağdığında, sırf Türkiye’yi cezalandırmak için bir haftalığına doğalgaz’ı kesmek için. Keserler mi kesmezler mi bilemem ama bir güç gösterme Türkiye’ye haddini bildirme hesapları olduğu kesin.

Biz yine de tarihin savaşlarından ders çıkartıp Tayyip Erdoğan bey’e hak verelim, koskoca tarih karakışa teslim olmamış bir kahramanı daha doğurmadı. Cemre bir toprağa bir havaya düşsün, kuşlar civcivlesin yapraklar tomurcuklasın, siz o zaman görün büyük Türk dünya liderini.

3) Ortaçağlar boyunca zindanlar ve tımarhaneler ‘sosyal çöplük’ vazifesi görürdü, yani, uyumsuzluk gösteren herkes içeri tıkılırdı, hatta topluma yük olan körler topallar dahi zindana atılırdı. Ülkemizde Mamak Çöplüğü görevini artık Beşiktaş Adliyesi yapıyor, kendi siyasetlerine göre kim ‘uyumsuz’ içeri tıkıyorlar. Yazarlar çizerler askerler hatta sporcuları dahi çelik dişli öğütücü çöp kamyonlarına doldurup Silivri’ye Metris’e boşaltıyorlar. Bu yüzden Cübbeli Ahmet Hoca’nın içeri tıkılmasına hiç şaşırmadım, bu gidişat bir şekilde durdurulamazsa, siz asıl gelecek yılları düşünün. Ben kulaklarımla duydum tahminim de odur, birkaç yıla kalmaz başta Sezen Aksu, popçuların sülalesini öğütücü çöp kamyonlarına atmaya başlarlarsa şaşırmayın. Daha sonra da bugün adlarına ‘özgürlükçü liberaller’ denenler birkaç gün içinde adları ‘liberal kafirler’e dönüştürülüp öğütücü çöp kamyonlarına doldurulmaya başlanırsa sizleri bilmem bizler hiç şaşırmayacağız.

4) Avrupa Birliği diye bir bakanlığımız varmış başında Egemen Bağış varmış, bütçesi herhalde birkaç milyar dolardır, ayrıca yirmi-otuz yıldır ekmek elden su gölden hazır para yiyen danışmanları vakıfları saymayalım. Ne yapmış bu bakanlık, bir Leanardo espirisi patlatmış. Tarihimizin en pahalıya patlayan esprisi. Yirmi yıl onlarca vakıf yüzlerce danışman ve sonunda koskoca bir bakanlık örgütünün yaptığı tek şey, bir kötü espri. Espriyi bırakın bu esprinin ‘maliyetine’ bakın.

Bir de bizler siyasal iktidar ‘mizahtan’ korkuyor sansürlüyor diye korku çığlıkları atıyoruz, tam tersi, siyasal iktidar bir espri uğruna koskoca bir bakanlık kuruyor milyar dolarlar harcıyor.

5) Starbucks ismi Moby Dick romanında II. Kaptanın adı, çoktandır merkez cadde ve ana sokaklarımızda çoğaldılar, düşünün, son on yılda 54 ülkede 16 bin mağaza, 100 bin çalışan. Şaşırtıcı olan ‘büyüme hikayesi’ bize çok tanıdık, çünkü ‘cemaatin’ dershanelerle büyümesiyle aynı şekilde. Şöyle, bir şubesinde bir yıllık olsun tezgahtarlık tecrübesi olan gençleri yeni açılan şubeye müdür diye atıyorlar ve oraya alınan beş-altı tezgahtar yine bir yıl geçmeden yeni şubelere ‘müdür’ tayin ediliyor.

Çünkü ‘sistem kurulmuş’, tıpkı askerlikteki ‘çavuşluk’ gibi, askeri eğitim iki ayda çavuş yetiştirir ve çavuşlar bölükleri iki ayda yetiştirir ve bölüğün hepsi çavuş olur onlar da bölükleri yetiştirir böyle böyle ‘milyonları’ yönetecek bir ‘ağ’ oluşur.

İşte CHP, daha önce kendileriyle çokça konuşmuştuk nihayet yoksul çocuklara düşük ücretli dershane açacağını beyan etti, aynı şekilde bir çok sol eğilimli sendika da düşük ücretli dershaneler zinciri başlatmayı düşünüyor.

Malumunuz Starbucks gibi kahveler mağaza içinde mağaza gibi, şube içinde başka ürünlere tezgah açarlar (diyelim pasta çeşitleri, hediyelik eşyalar vs. gibi), tıpkı cemaatler gibi, dershaneye gelen çocukları kendi siyasetlerinin dergi ve gazeteleri ve örgütsel çalışmalarına yönlendirirler.

CHP ve sol sendikaların dershane içinde başka amaçlar için tezgah açmaları gerekmiyor, çünkü her insan evladına eğitim sürecinde ‘bağımsızlık’ ‘ülke sevgisi’ ‘birey olmayı’ öğretmek en temel meseledir.

Yine de dünyanın bütün en büyük şehirlerinin en büyük ana caddelerinde hızla çoğalan bu kahve şirketini takdir etmek gerekiyor, neden, düşünün şimdi bizler, dünyanın en büyük şehirlerinde geleneklerine tamı tamına uyarak birer Türk Hamamları zinciri açmaya başlasak, inanın harcayacağımız su miktarı, Starbucks kahvelerinden fazla olmaz.

İnsan aklının almadığı ticari mucize budur, bir kahve şubesi, hamam kadar su sarfiyatı yapabiliyor.

6) Eski toplumlar suçlunun cezasını halkın gözü önünde çekmesini istiyordu, biraz halkın gözünü korkutmak ama asıl önemlisi halkın suçun infazı konusunda ikna edilmesiydi.Darağaçları ya da teşhir direkleri halkın etrafında halkalanarak temaşa ettiği yerlerdi. Bugün teşhir direği görevini ‘medyamız’ yerine getiriyor.Bir farkla, henüz ‘yargı’ verilmeden yani hakimler bir nihai hüküm vermeden insanlar haber bültenlerinin teşhir direklerine asılıyor günlerce sallandırılıyor.

Çünkü halkın yargısı belgeli kanıtlı ispatlı olmak zorunda değil, halkın yargısı ‘göz kararı’dır, bu adam kadın tüccarlığını yapıyor diye bir iftira atarsınız yanına bir iki kamera görüntüsü, halkımız izler ve ‘haaa buymuş…’ diye göz kararı bir ‘yargı’ verir.

Mesleğinde zirveye çıkmış yüzlerce insan artık ülkemizde ‘göz kararı’ asılıp yok ediliyor.

7) Göz Kararı içeri atılmayan ekranlarda teşhir direğine bağlanıp asılmayan beş-on isim kaldı, bunun sebebi, yani hayatta kalmak için tek şansımız var: AYILAR’ın MİDELERİ DOLU… TRT’sinden HES’lere madenlere belediyelere kadar şu anda tıka basa yemek yiyorlar ve mideleri çok şişkin. Yeni bir operasyon dalgası artık sürpriz değil, sadece ‘sindirme’ için makul bir biyolojik zamana ihtiyaçları var.

Çok eskiden bir film miydi nerden kaldı aklımızda: Tanzanya Canavarı. Canavarlara ‘tapınılan’ canavarlara ‘biat edilip önünde diz çökülen’ bu siyasi arenayı kim kimler nasıl hazırladı?

8) Geçtiğimiz beş sene içinde adalet kurumlarına yerleştirilen yüksek yargı ve savcılar hayatlarında cemaat odalarından çıkmamış, TV seyretmeleri yasak, kitap roman okumaları yasak, cemaat dışı gazeteleri takip etmeleri yasak, 30-40 yaşlarında genç’lerden oluşuyor.

Adliye, yargı, hukuk, görgüsüz bilgisiz kültürsüz ve yüzde doksan sağlam kuşkuyla muhtemel ki sınav soruları çalınarak gözünüzün önünde bir cemaatin eline geçti.

Şimdi, sıra hastanelerde. Doktorluk ‘deneyimle’ gelişen bir şey, ne çok ameliyat ne çok teşhis ne çok hastalıkla karşılaşmışsan o denli uzmansın demektir.

Evet yeni yasayla bütün hastaneleriniz 30-40 yaşlarında yine muhtemel ki çalınmış sınav sorularıyla mezun olmuş ve bilgi ve becerileri çok zayıf deneyimsiz insanlara bırakılıyor.

Adliye dedik Hastaneler dedik, sırada, medya. Bakın devlet imkanlarıyla açılmış yüzlerce yandaş TV, raiting soruşturmaları doğrudur yanlışdır bilemeyiz, ama yapılmak istenen, işte deneyimsiz beceriksiz onbinlerce yandaş medya çalışanını besleyecek yeni parasal imkanlar bulmak.

En küçük bir TV’nin yıllık masrafı 4-5 milyondan aşağı değildir, ki onlarcasının maliyeti 50 milyon yüz milyon dolar.

Üniversitelerin işi zaten bitirilmişti, sonra adliye sonra hastane sonra medya, korkulacak bir şey yok, arkamız Amerika kadar sağlam.

9) Aman sıkılmayın diye arada küçük hikayeler de anlatmalıyım, ortaokulda din dersi vardı bilirsiniz, namaz kılma sözlü değil pratik şekilde uygulanırdı, şöyle, hoca, sabah namazı nasıl kılınır diye bizi tahtaya kaldırır yani kürsünün üstüne çıkar sınıfın huzurunda tek başımıza namazımızı kılardık.

Ancak ciddi sorunlar vardı, çoğu arkadaşın çorapları yamalıydı ve gülüşmeler olurdu, bilirsiniz ortaokul insan evladının en acımasız çağıdır, alaya alınırsınız. Benim çoraplar ise yamalıdan öte bayağı yırtık sökük patlamış ayak parmakları dal daşşak dışarıda. İçimizde baklavalı desenli çoraplar giyen şehirli çocuklar ya da yine motifli işlemeli yün çoraplar giyen köylü çocukları çoktu. Ve hoca hadi kürsüye dediklerinde namazı bilmedikleri için sıfır alırlardı.

Bense namazın sabahını da akşamını da ezanını da kunutunu da iyi biliyordum, hadi gel de bu pörtlemiş çoraplarla kürsüye çık, hoca kürsüye davet ettiğinde, ‘bilmiyorum hocam’ deyip sıfır alacaktım ki… Hoca, ‘Nihat evladım derslerde biliyordun sen, eksiksiz tam okuyordun’ deyince, arkadaşlar benim adıma biraz da alaylı cevap verdi hocaya: ‘hocam onun duaları tam da çorapları eksik’.

O gün bugün baklava desenli çoraplara karşı hep bir ezikliğim olmuştur, çok sonra ülkemizde tekstil gelişti, artık Amerikan kolej takımları gibi parlak ve tam teçhizat sportif giyiniyor herkes, ama içimde kaldı o baklava desenli çoraplar.

Ulan diyorum içimden, o yaşta o ortaokul ikide sınıfta kaldığım sene, bende olacaktı o çoraplar, sınıfın huzurunda huşuyla vecdle ne namaz kılardım, ve peşinden ne subhanakeli subhanallahlı dualar yuvarlardım, diye.

Bugün de durum değişmedi, namazı da duayı da iyi biliyorum ama yine çorap yok, baklava desenli çorap giyenlere, hadi siz kılın diyorum, yargıdan korkan hapisten korkan iktidardan korkan tırsıyor kaçıyor, bir edebiyatçı arıyorum ülkenin bu halinde ortaya çıkıp konuşacak, cesaretiyle düzgün Allah’ın tek kulu kılan yok.

Bu gerçeği kabul ettim artık, anlaşıldı ahir ömrümüzde o baklava desenli çorapları giyemeyeceğiz o kürsüye de çıkamayacağız.

Güzel Allah'ım sen gücüne göre isteyensin, benim gücüm bu kadar. Namazını kılamadım ama abdestim sağlamdır. Ey büyük Allah'ım, bu cümlelerimi namazdan duadan sayacak kadar büyüksün. Namazdan sınıfta kaldık cezasını çekeriz ama edebiyattan sınıfta kalmanın günahını kaldıramam.

10) Hadi buradan gidelim biraz, 16-17 yaşları rüzgarla fırtınayla sokak arasında top çeviriyor günde üç defa maç yapıyorduk. Küçücük eciş bücüş dar sahada ayaklarımdan topu kimse alamazdı. Ben olmadan takım kurulmaz, benim olmadığım takımın kazanma şansı yoktu. Havam çalımım mahallede dört dörtlük. Sonra büyük sahada top oynamaya başladık.

Büyük futbol sahasına ilk çıkışım, topu orta göbekten aldım hızla ceza sahasına indim, ki ne göreyim, dizlerim kendiliğinden kırıldı ve yere çöktüm, kaldım. Kalkayım istiyorum bir türlü doğrulacak gücü bulamıyorum.

Mahallede adam yerine koymadığım iri iri oğlanların hepsi ise sahayı dört dönüyor yorulmuyor. Benimse tek bir depar atmakla işim bitmişti. Rezil oldum alaya alındım, küçük sahaların çalım kralı büyük sahada maymun olmuştu.

Çok düşündüm, bu fizik güç eksikliğini.

Trabzon gibi etin yağın bol olduğu ülkede dayadılar bize Vita Yağı’nı dayadılar bize margarin Sana Yağını. Okulda Amerikan yardımı minicik balıkgözü gibi balıkyağı hapları içirirlerdi ve Amerikan Süt Toz’u yardımlarını çimento torbalarıyla verirlerdi.

Oysa arkadaşlarımın aileleri mühendis mimar ya da zengin çocukları, lukur lukur tek solukta içiyorlar meyve sularını, kıra kıra yiyorlar köy tavuklarını… Bize bakar mısın, vita yağı sana yağı, nereye kadar.

O yıllarda da bugün gibi yediğimiz içtiğimiz hepsi sahte hepsi yalanmış.

Sonra Ankara’ya geldim 19 yaşında, eksi otuz derece Ankara’nın soğuk taş evlerinde soğuk korkusundan odadan çıkıp helaya kadar gidemiyorsun. Açıyorum günlük gazetelerin spor sayfalarını… Arkadaşlarımdan biri bir milyon dolara transfer olmuş diğeri şöyle diğeri böyle. Ben ise yarım ekmek içi döner bulup yiyemiyorum, arkadaşlarımın milyon transferlerini görüp hırsımdan ağlıyorum…

Peki sonra bu kadar kitabı toplayıp yazarlığımın bugününe nasıl geldik. Ben de bilmiyorum.

Hikayenin hepsini anlatmadım, evet vita yağı sana yağı Amerikan balıkyağı hapları Amerikan süt tozları hepsi sahte. Ama bugün olmayan başka bir şey vardı.

Her maçtan sonra mahalle camisinin çeşmelerine koşardık, bir sıra bakır çeşme ve en baştaki ‘Baş Çeşme’. Yarışır gibi koşardık çünkü hepimiz neşeli cümbüşlü şarkılar gibi akan Baş Çeşme’ye ağzımızı dayamak isterdik. Baş Çeşme adı bile havalı: başçeşme, diğer çeşmelerin yüzüne bakan olmaz, arkadaşlar bir tespihe dizilir gibi arkamda sıra olurdu, çabuk oğlum çabuk biz de yüzümüzü başçeşme’den yıkayacağız, diye.

İçtiğimiz su muydu yoksa su renginde dualarla bize giydirilen o eski Anadolu hırkası mıydı?

İçtiğimiz su muydu yoksa Anadolu türbelerinde hala yanan mumların alevi miydi?

Yüzümüzü yıkadığımız çeşme suyu muydu yoksa edep meclisinin hayırlı uğurlu dilekleriyle duaları okunmuş dem suyu muydu?

Nasıl bir çeşme suyudur bu, rakibim aşık kalmadı.

İstediğiniz kadar büyük sahalarda topları oynayın oynatın, o sularla biz kırbamızı (deriden su torbası) daha çocukken doldurduk.

Başçeşmeden içtiğimiz kaynak suyuydu ama kim inanır bilmem, hepsi dağların taşların ağaçların gecelerin içinde okunmuş sulardı, Fatih’in annesi Gülbahar Hatun Camii şadırvanı ve çeşmeleri, bilmem sizler de HES’lerden nasibinizi aldınız mı?

Tereyağını tavuğunu kalkanını dil balıklarını yiyemedik ama suyu sağlamdı. Kana kana sarhoş olur gibi içerdik. O sular, melekleri emziren anne sütü gibiydi.

Çocukluğun bir saadeti çocukluğun da bir hazinesi varsa o da, koşturmalar sonrası içilen bu sulardı, hadi her şeyine isyan her şeyine gücenirsin ama bir şey vardır ‘canım dünya’ dersin, o sulardandı.

Öyle bir su içtik ki ömrü billah bir daha ne karın tokluğu ne huzur kaygısı, artık tek bir derdi kalıyor insanın bu alemde o da: aşk, onun da hatası günahı olmaz diyor erenler.

11) Cüneyt Özdemir bu zor günlerde ilaç gibi haber programları yapıyor. Çalışmasını gayretini takdirle tebrikle anıyorum. Rahatsızlık duyduğum şeyler varsa da bu günler sitem günleri değil.

Ancak geçen günlerde Şeb-i Aruz törenleri sebebiyle Mevlana Hazretleri’nin son kuşak ailesiyle Esin Çelebi’yle röportaj yaparken, hanımefendiye, Elif Şafak’ın Aşk romanını beğenip beğenmediğini sordu. Hanımefendi soylu nezaketiyle incitmeden kırmadan Aşk romanının cehalet ürünü olduğunu ve aydınların bu denli düzeysiz eserleri gündeme taşımaması mealinde bir görüş belirtti.

Ancak hiçbir medya kurumu ya da yazar Elif Şafak’a karşı yapılan bu ‘cahil’ tanımlamasını diline dolamadı, bahsetmedi, görmezden geldi. Cahil sözcüğünü büyütmeyen gizleyen bir isim de Cüneyt Özdemir’di. Mesela bizler için ya da başkası için ‘cahil’ tanımı kullanılmış olsaydı yandaş medya manşete çeker göbek atardı. Cüneyt’e şunu sormak istiyorum, mesela bu cahil lafı Fazıl Say’a söylenmiş olsaydı, herhalde döne döne flaş flaş göbek ata ata kullanılırdı.

Cüneyt’i yine de kınayamam ama cehaleti bu denli profesyonelce örtme girişimlerini de söylemesem kudururum, cehaleti bu incelikli gayretlerle saklama girişimleri cehaleti siyasette edebiyatta böyle böyle iktidar yapıverdi.

12) Aydın Menderes öldü, Allah rahmet eylesin. 12 Eylül’ün hemen sonrası Dergah kitabevi önce Onur Çarşısı’ndaydı sonra Sakarya mevkiinde Türk-İş pasajına taşındı ve uzun uzun yıllar her cumartesi Ankara’nın ileri gelen akademisyen ve aydınlarının sedirlerine dizilip gün boyu konuşup tartıştığı entelektüel bir mekanıydı.

Türk muhafazakar sağcı hayatının bütün isimleri eksiksiz tam kadro gelir sıkı münazaralara girişirlerdi. Tarihten felsefeye adını dünyanın dört bir tarafındaki konferanslarla duyurmuş onlarca yazarı bilim adamını burada tanıdım. Hatta istihbarat dahi Türk Sağı’ndaki gelişmeleri birebir izlediği canlı hareketli ve fikir olarak çok bereketli yerdi, dükkanın sahibi çayları ve güler yüzüyle tartışmalarımızı besleyen dünya iyisi Fatih ağbiydi.

Aydın Menderes’le işte bu mekanda yıllarca ve defalarca konuşma tanıma şansına sahip oldum, ben 25’li yaşları çoktan aşmış o 35’ini yeni deviriyordu. 90’lı yılların başında ‘değişim’ partisini kurduğunda etrafımdaki çok arkadaş partisine katıldı.

80’li yılların ortalarında benim tanıdığım tartıştığım yıllarda Aydın bey, bir tşört ve kot pantolon giyen, uzun boylu, yakışıklı, seri okuyan ve konuşması tatlı ve arkadaşça bir adamdı.

Bunları şimdi onu ekranlardan siyasetten tanıyan gençler için yazıyorum, benzetmek gibi olmasın o yıllarda Aydın Bey bugünkü bir sol partinin başkanlığına namzet biri gibi çok rahat çok geniş çok sosyal biriydi, sonra parti kurdu sonra Erbakan’ın partisine katıldı. Derken hayatın siyasetin değirmenine giriverdi, belki kitleler Aydın Menderes’i çok sevdi, ekranlardan ben de izledim devlet adamı makamından ağır, soğuk, kararlı konuşmaya başladı, belki muhafazakarlar onu başbakan adayı olarak bağrına bastı ama o otuzbeş yaşların Aydın Menderes’i değildi artık.

Nerden nereye, capcanlı diri bir gençlik karakterinden benim için kasvetli bir haleti ruhiyeye geçişine şahit odum, bir hayat tecrübesi işte, anladım ki bir insanın en hayırlı makamı otuzbeşli yaşlar olmalı, ya da otuzbeşli yaşlarını tozlandırmadan altmışına sürükleyenler olmalı.

Kader işte, insan idam edilmiş bir başbakanın oğlu olunca otuzbeş yaşının coşkusunu büsbütün kapatıp hayatını gözünü kırpmadan rehin bırakıyor.

Bir roman bir hikaye gibi yazmaya kalksam şu ana fikirden hareketle bir biyografi yazardım: ‘sağcılık, muhafazakarlık denen şeyde insanı çok genç yaşta ihtiyarlatan bir şeyler var.’

28 Şubat’ta (genel başkanı) Erbakan askerlerin teklifini kabul etmeli deyince, bir günde, evet bir günde siyasi hayatı sona erdi, kitleler onu ölüme mahküm etti, bir daha doğrulamadı.

13) I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı topraklarında büyük sayısal Ermeni ölümleri ‘tehçir’ sırasında nakil işlemlerinde yani nakliye tahliye sırasında yaşandı, I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı’nın sponsoru ve fişfişçisi Almanya’ydı, askerin üniformasından tren ray ve vagonlarına her türlü lojistik desteği hatta tepeden uçak göndermek gibi üstelik çok bol malzemeyle destekleyen Almanya’nın nakil işlemlerine hiç yardımcı olmadığı konusunda sessizliğini çok da dillendiren hala yok…

14) Bütün dünya ölen Kuzey Kore lideri ardından fazlasıyla abartılı ağlayan Kuzey Koreliler’in görüntülerine şaşkınlığını dillendiriyor. Burada şaşılacak bir şey yok, Kuzey Kore’de sivillerin kamera taşıması yasak, kamera demek ‘senaryo, kurgu’ demek ve kamera demek ‘propaganda’ için yapılan gösteri demek.

Mesela İran’da Türk Televizyonlarının ‘televole’ programları Türkiye’den daha çok izlenirdi, on yıl kadar önce İran Ankara Elçisi, biz Türkiye’yi ‘televole’ programlarından tanıyoruz, Türkiye’ye tayin olunca sokaklarda bütün kadınların ‘bikiniyle’ gezdiğini sanıyorduk, Ankara’ya geldiğimde ilk şaşırdığım bu oldu, sokakta caddede bikini giyen kadın göremedim.

15) Eski toplum yapısında engelli dediğimiz sakat yurttaşlarımız işini bir şekilde yapabilirdi, diyelim halı kilim tezgahını diyelim kuyumculuk mesleğini diyelim tarla ekim işini kendi organ eksikliğine rağmen düzenleyebilirdi, yani ‘engelli’ oluşunu bugünkü modern toplum kadar derinden ve acımasız hissetmezdi.

Bugün trafik, apartman, otomobil yani modernizmin bütün teknolojik hizmetleri insan organlarını eksiksiz tam bütün kabul edip düzenlemiş ve ‘engellilere’ toplumsal bir ‘dışlama’ uygulamıştır. Yani ‘engelliyi’ engelli yapan ilk büyük suçlu: modern teknolojidir.

Arabasını köprüsünü kaldırımını bütün yetileri yerinde insanlar için ayarlayan modern toplum ‘zulmün’ kendisidir.

Düşünün Üniversite birinci sınıfta ‘taylorizm’i okuyarak hayata başlıyorsunuz, nedir bu, seri üretim yapan fabrikaların ‘akan bant’ sistemi, bu sisteme göre çalışan bütün işçilerin her organı tam ve eksiksiz olmalı. Fabrikanın dişlileri yeti yitimi olan insanların arasına girmesini hem izin vermiyor hem de aşırı tehlikeli bir hale sokuyor.

‘Akan bant’ sistemi iş’in ‘standartlaştırılmasıdır’, bu standartlaşma modern dünyamızda hayatımızın her alanını ‘esir almıştır. Tipleştirme, kılıfına sokma, uydurma derken neye göre uydurma, şüphesiz bir ön örneğe ‘protip’e göre. Bunun adı ‘modelleştirme’ ve modelin kökü ‘kalıplaştırmadır’.

Giysiden kalıbını döktüğümüz modelini çıkarttığımız her şey tam bütün fiziksel kusuru hiç olmayan insanlar için ‘üretilen’ bir çağda yaşıyoruz.

Öyle ki arazı sakatı engeli yeti yitimi olan insanları artık ‘teknoloji ve ürünleri’nin yok sayması bireyden saymaması gibi, artık her birimiz insan denen varlığı, fiziksel eksikliği asla olmayanlar için düşünmeye başladık.

Yani sanayi toplumu hepimizin beynini yıkadı ve bizlere ‘fiziksel kusursuzluğu’ ‘estetik kusursuzluğu’ öğreterek fiziksel eksiklikleri olan insanlara bakışımızı değiştirdi. Eski toplumlarda olduğu gibi hala ya merhametle acıyarak bakıyoruz ya da onların toplumsal değerleri yükseltecek dehavari işler çıkartabileceğine inanmıyoruz.

Modern toplumun en acımasız yanı engelli insanları ‘insanlıktan çıkarıp atmasıdır’. Oysa teknoloji çok ama çok gelişti ve bu teknoloji tam tersine engelli insanları hem hayatın içine hem toplumsal ve bireysel kimliklerini sağlamlaştırmada kullanmalıydı.

Düşünün 19 yüzyıla kadar ‘epilepsi’ hastalığı dahi ecinli diye delilikten sayılmıştır. Bundan yüzyıl öncesine sakat çocuk doğuran kadınlar geçmiş günahları yüzünden sakat doğurduğu algısıyla sosyal bir cezalandırma olarak dışlanırdı. Beyinlerimizde yer etmiş bu zihniyetin kökü henüz değil hiç kazılmış değildir.

Tam beş sene Rehabilitasyon Hastanesi’nde çalıştım, deneyimim çoktur, engellilere hayatı zehir eden bu bela ‘insanlığın suçu’dur, düşünün, bir doktor ‘hastalığı’ denetim altına almakla görevlidir, ancak şimdi yapılan tıpkı ortaçağlarda yapılanın aynısı, doktor hastayı, hastalık bahanesiyle ‘karantina’ altına alıyor.

Modern toplum engellilere vahşi bir ‘karantina’ uyguluyor, dışarı çıkmasınlar, işe güce gitmesinler, sınırlı yetileriyle toplumsal üretimi ya da sanatsal üretimlere katkıda hiç bulunmasınlar gibi.

Arada bir, el ayak parmakları olmadığı için ağzıyla tuttuğu fırçayla resim yapan engelli bir yurttaşımızın hikayesini ekrandan bir ‘ucube’ seyreder gibi yani ‘sirk’ hevesimizi eğlendirir gibi izleriz, bu kadar.

Engellilere reva gördüğümüz, sanki onların ihtiyacı sadece tekerlekli sandalye ya da takma çıkartma ‘protez’lermiş gibi, protez yardımıyla işin bittiğini sanırız.

Asıl protez ihtiyacı beyinlerimizde, siyasetten belediyeye aileye sanata hepimiz beyinlerimizde yer etmiş ‘sakatlık’ imgesini çıkartıp atacak yepyeni bir eğitim hayatına ihtiyacımız var.

Çünkü bir engelli bu denli teknolojik zenginliğe rağmen hala dünyadan uzak yaşamak zorunda kalıyorsa, toplumsal bedenimiz beynimiz tam anlamıyla sakat demektir.

Belediyeler kaldırım çıkıntılarını engelliler için düzelttiğinde tamam yeter ne güzel diyor bitiriyoruz. Değil, soruyu şöyle soracaksın, becerileriyle zekasıyla ya da mesleğiyle dünya çapında ün yapmış kaç tane engellinin önünü açabildik, yardımseverlik ve merhamet ihtiyacımızı gidermek için birkaç kaldırım taşını düzelterek bu dışlamadan kurtulduğumuzu sanıyoruz.

Antik Yunan’da mesela Spartalılar sakat doğmuş çocukları öldürürdü, ilk çağ tapınaklarında insan kurbanları yoksa sakatlardan mı seçilip toplum güya temizleniyordu, bilinmiyor, çok kısa boylular tarih boyu hep eğlence amaçlı kullanılmıştır, akıl hastası kadınlara cadı teşhisi koyan ve yakarak infaz eden Batılılardı, ortaçağlar boyunca akıl hastalığı tedavisi olarak cinnet tedavisi hasta zincirlenip ağzından (mukus) bok gelinceye kadar dövülürdü, günümüzde değişen nedir?

Tüm ortaçağlar boyunca en makbul meslek ‘dilencilikti’, Dominiken ve Fransisken tarikatların müridleri çalışmadan dilenmeyi hayatın en ulvi amacı olarak görüyordu, değişen nedir? Ancak mesela 1700’li yıllardan itibaren Paris’te şehir sınırları içinde dilencilik yasaklandı( gerçi Türkiye’de sadece birkaç şehirde yasaklansa AKP iktidardan düşer), sebebi, çalışmadan yaşanılan hayat gözden toplumdan düştü ve çalışarak üretime katılan ‘birey’ batıda egemen olmaya başladı.

Engelliyi toplumdan üretimden dışlayıp aşağılamakla kalmıyoruz, sosyal alanda yeni ayrımcılık dışlama siyasetlerini üstelik akademisyen marifetleriyle sürdürüyoruz, modern toplumlar hala ‘etnik sayım’ yapıyor hala zeka testleri sınıflandırmaları anketleri yayınlıyor, ve bu çalışmaları bilim adamı kılıklı soytarı insanlar yapıyor, okullarımız bu zeka testlerine göre sınıflanıyor, ve yaptıkları bir marifetmiş gibi akşamları ekranlara geçip bir de ırkçı etnikçi sayımlarını döne döne tartışıyorlar. İşte bunlar toplumu insanlığı sakatlama girişimidir.

Irkın ana karnından temizlenip ayıklanması geçtiğimiz on yıllar boyunca mesela Fransa’da kadın doğum doktorlarının rezaletler içinde skandallarına konu oldu.

Sakatın ana karnında öldürülmesi hareketine ‘öjeni’ hareketi diyoruz, Nazizmin karakökü diye anlayın. Buna ana karnında devşirme usulü de diyebiliriz, delilik, akıl hastalığı, verem, yarık dudak, down sendromu, kalıtımsal olarak temizlenip güya sağlıklı bir ulus inşa etme amacı güdüyor.

Bir de şöyle düşünün sakatı ana karnında yok eden öjeni hareketi çok kısa sürede ‘çirkini’ ana karnında yok etmeye başlarsa ne diyeceksiniz, ya da ana karnında ‘esmer’i dışlamaya ‘sarışını’ tercih etmeye başlarsak.

Öjeni hareketi öyle ileri gitti ki bazı etnik grupları düşük zekalı kabul edip ana karnında kısırlaştırılmalarını dahi talep etti.

Ve mesela sakatların suç ilişkileri onların aslında kusurlu bir sınıftan gelmeleriyle irtibatlandırıldı. Batılılar batı dışı toplumları Afrikalılar’ı Uzak Doğulular’a ‘kusurlu sınıf’ diye gördü, bugün Arap, Türk ve Müslüman imgesindeki teröristtir ön yargısının altında yeni bir ‘kusurlu sınıf’ yaratma çabaları vardır.

Bu da gerçek, Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı sonrası Anadolu köylerine uğrayanlar bir cüce bir kambur bir de köyün dört güzel küçük kızını almış bir hocayla karşılaşıyorlardı, sebebi, askere alınmamış kambur, cüce ve hoca ayakta kalanlar olmuştu, bu Avrupa köylerinde de böyleydi ve ulusun fiziksel kaslı güçlü inşası gerekiyordu.

Bu yüzden fiziksel olarak sağlam beden çalışmaları ulus inşasında baş tacı edilmiştir. Bugünkü gençler bilmiyor olabilir, Selim Sırrı Tarcan’ın jimnastik egzersizleri, öyle ki bu egzersizlerden milli marşlar dahi bestelenmiştir, şöyle anlatayım, idman için topluca sıra oluyorsunuz ve kollarını yukarı aşağı yana uzatıp ‘Türk Yılmaz Türk Yılmaz Vatan da Yıkılsa Türk Yılmaz’ söylüyordunuz. Çok sonra Beden Dersleri komediye dönüştü ve mesela okullarda voleybol yakan top jimnastik gibi çalışmalar tüm okulun sporu olmaktan çıkarılıp bir ‘takım’ sporu yani beş on kişinin uğraşı haline getirildi ve o gün bugün bu derslere devam eden mesela Ukraynalı kızlara özenerek gıpta ederek bakmaya başladık.

ABD’ye göç edenler 19. yüzyılda Ellis Adası’nda karantinadan geçerdi ve Ellis Adası’nın doktorları neleri kusurlu eksik görüp Amerika’ya gelenleri neden geri çeviriyordu bugün üzerine onlarca kitap yazılmıştır. Ellis Adası’na gelenleri doktorlar bir otomobili inceler gibi kontrol ederdi, bir parmağı eksik mi, hatta dalgın bakışlı olanlar dahi ‘sakatlık’ kategorisine alınırdı. Dikkatinizi çeker mi bilmem mesela Kuzey Batı Avrupa’dan gelenlere torpil yapılırken Kuzey Doğu Avrupa’dan gelenlere giriş yasağı konulurdu.

Ve hatta üst başlarına tebeşirle arızaları işaretlenirdi ve sorgu üstüne sorgu yapılarak çok incelikli bir elemeye tabii tutulurlardı, tırnak yiyen, tik’i olan, sebepsiz gülen, hatta şaka yapanlar dahi deliliğin bir alt kategorisine sokulup eleniyordu.

Sakat ilan edilenlerin haysiyetini hiç düşünmeyenler iflah olmaz sakatlardır. Bugün dahi insanları zekalarıyla sınıflarıyla etnik yapılarıyla giyimleriyle biçimleriyle sosyal bir suçmuş gibi saymak toplamak anket yapmak suçlamak dışlamak capcanlı örnekleriyle ve çok yaygın bir ‘zihniyet’ ‘algı’ manyaklığı olarak yaşıyor.

Modern toplum farkında olmadan hepimizi ‘öjeni’ hareketinin militanları haline getirdi, kaşımızı gözümüzü yaptırmayanımız kalmadı, kameralar hep kaşı gözü güzellerde, yani fiziksel estetiği hepimiz kabullendik ve hayatlarımızı ‘fiziksel yani biçimsel’ güzellik üzerine inşa etmeye başladık, üstelik fiziksel güzelliğimiz ön modelleri hep batılı kalıplardan alınıyor.

Irkçılık ayrımcılık tarih boyu hep bir toplumsal temizleme faaliyeti olarak görüldü. Çağımız ırksal temizliği sadece parfüm koku makyaj ve moda dergileriyle baş tacı etmiyor, çağımız medya ve siyasetiyle hepimizi sosyal ve siyasi bir temizliğin militanı haline getiriyor. Batılılar bir zaman ilkel toplumları bir zaman Afrikalılar’ı bir zaman Çinliler’i bir zaman

Meksikalılar’ı yani her zaman kendileri dışında olanları eleyecek aşağılayacak bir siyasi dil bulmayı hayata geçirmeyi becerdi. Ve bu yüzden dünya kültürüyle asla göbekten kaynaşacak bir siyasi dil kuramadı. Bu yüzden insan hakları hep ‘siyasetin’ ‘diplomasının’ silahları olarak iş gördü.

Şöyle, ortaçağlardan beri günah ve suç da bir hastalık türü olarak zihinlerimizde varlığını koruyor, polisin dövdüğü öğrenci de toplumsal olarak sakat fikirler taşıdığı için dövülüyor. Miting kalabalığı da topluma ve iktidara aykırı kabul edilemez fikirler ileri sürüldüğü için toplumu sakatlayacak işleyemez hale getireceği düşünülüp gaz bombalarıyla bertaraf ediliyor.

Ortaçağlar boyunca insanlık kültürü utançla görüp yaşadı, siyasi iktidar dışında konuşup yazanlar asıldı kesildi yakıldı kafir ilan edildi çarmıha gerildi. Peki ‘suç’ sadece siyasi iktidarların ya da gaddar diktatörlerin mi?

Kralların ya da kilisenin binlerce insanı asması işkence etmesi için önce halkın zihniyetine bu ölüm ve işkenceleri ‘hak ediyor’ yargısını yerleştirmesi gerekiyordu. Ki ev ev kilise kilise okul okul yapılan propaganda buydu, bugün yandaş medyanın yetmiş kanalı da her gün her ana bülteni ve tartışmalarında işte bunu kendi işkencelerini halkın algısıyla oynayarak yapıyor.

Bugün ülkemizde yüzlerce aydın gazeteci yazar sorgusuz sualsiz içeri atılıp ekranlarda teşhir direklerine bağlanıp rezil rüsvay suçlamalarla mahvedilirken, halkımızın hala siyasi iktidara yüzde elli oy vermesi, işte bu ortaçağ kurumlarının yandaş medya marifetiyle halkımızın zihninde zırnık değişmeden yaşatılıyor olmasıdır.

Oysa asıl tedavi edilmesi gereken ‘halkın, hepimizin zihniyetidir’, tam tersine insan evladının çok eski çağlardan diliyle davranışıyla hurafeleriyle getirdiği bu sakat bakışı kökünden değiştirmemiz gerekiyor.

Hatta İslamcı yayınlara bakıyorum ‘oh olsun’ ‘ilahi adalet’ gibi bir ilahi cezalandırma dalgası vur patlasın çal oynasın rahatlığıyla cümbür cemaat sürüyor.

Bağımsızlığa inanmış ya da bir şekilde iktidarı cemaati eleştirenler herkes ya içeri tıkılıyor. ya da ‘zamanı doldu’ ‘çağ değişti’ ‘yeni Türkiye kuruldu’ denilerek yani hepimiz güya ‘malul’ hale getirilmeye ekrandan medyadan sokaktan üniversiteden teker teker uzaklaştırılıyoruz.

Yani önce fikirlerimiz iş göremez (dergilerimiz TV’lerimiz polis baskınlarına uğruyor, dinleme iftira korku tehdit.) sonra haksız hukuksuzca cezalandırılmamıza halk nezdinde meşruluk sağlanmaya çalışılıyor.

Bize yapılan işkenceleri haksızlıkları vahşi cezalandırma yöntemlerini biz yazar çizerler bir şekilde anlamaya çalışıyoruz, ama bu vahşeti Halkın Zihniyle Oynayıp Halkımızı Sakatlayarak Yapanlar yarın çok büyük şaşkınlıklar yaşayabilir, siz de hasta olursunuz, sizin de engelleriniz olur, tıpkı Ecevit’in hastalanıp merdiven çıkamaması gibi, yani yüzde yirmiden yüzde bir oranına düşmesi gibi, sakatladığınız bu halk, yirmi santimlik bağırsak ameliyatı sonrası size de ‘iş göremez’ raporu verebilir, oysa doğrusu, iki bacağı iki kolu olmasa da pekala başımızın tacı başbakanlarımız vekillerimiz cumhurbaşkanlarımız tabii ki olmalı.

Bir büyük siyasi temizlik için önce tarihimizi sonra halkımızın zihnini algısını yargılama sağduyusunu sakatlıyorsunuz.

İnsan evladı yanlışlar yapabilir insan evladı suç işleyebilir insan evladının doğuştan ya da sonradan eksikleri olabilir insan evladı aykırı fikirler sahibi olabilir insan evladı başka türlü düşünebilir…

Halkımızın zihninde ortaçağlardan kalma acımasızlıkları besleyerek, bu cümlede kullandığımız ‘yanlış’ ‘suçlu’ ‘kusurlu’ ‘eksik’ ‘aykırı’ ‘karşı’ her şey siyasal iktidar tarafından en acımasız cezalarla yargılanıyor, beş on yıl tutukluluk süreleri ya da bir şike davasında dahi yüzlerce yıl ceza.

Aykırı eksik kusurlu yanlış olan her şey kafirdir yok edilmelidir soyu sopu temizlenmelidir düşüncesini size kimler hangi din hangi medeniyet öğretti?

Müslümanım mevlanayım yunusum demeyin tam bir beyaz adam batılı olmuşsunuz. Ve batının takıp kesip çıkartıp kolajlayıp montajlayıp uydurup yarattığı Frankeştayn.

Nihat Genç
Odatv
Tags

Yorum Gönder

0Yorumlar
Yorum Gönder (0)