Müşfik Kenter de öldü... Öldükten sonra biz onun ne kadar büyük bir aktör olduğunu ve insanlığını anlata anlata bitiremedik. Doğrudur söylenenler, ben de tanırdım kardeşimi. Ama acaba sağlığında kapısını çalıp, sıkıntılarını soran oldu mu? Türk Tiyatrosu hakkındaki düşüncelerini biliyor muydunuz? Bir dokun bin ah işit durumundaydı hoca. Yakınır dururdu kırgındı, üzgündü.
Bildiğim bir şeyi burada yinelemeyi faydalı buluyorum. Sanatınıza, sanatçınıza yok olmadan önce sahip çıkmalısınız. Hiç şüphesiz Müşfik Kenter her rolün aktörüydü. Neden böyle bir değeri her dakika ekranları işgal eden dizilerde izleyemedik? Aynı şey Yıldız Kenter içinde geçerli. Bir dönem, Sayın Yıldız Kenter “İşsizim, dizilerden rol bekliyorum” diye kendini hatırlatmak amacıyla gazeteye ilan vermişti. İnsanlar yadırgadılar, şaşırdılar ama Kenter kendi üslubuyla sanat âlemini eleştiriyor ve ibret dersi veriyordu. Keza merhum Müşfik Kenter’in eşi Kadriye Kenter ne kadar başarılı ve hanımefendi bir sanatçıdır. Neden onları para kazanacakları işlerde, filmlerde, dizilerde göremeyiz? TRT’de yayınlanan yandaş oyuncularla dolu diziler neden yalnızca taraftara hizmet verir? Ölünce arkadan konuşması kolay, sağlığında önünüzdeydi Müşfik Kenter, ne yaptınız onun için?
Heykellerin yıkıldığı, tiyatroların kapatıldığı bir dönemin talihsiz kültür bakanı konuştu durdu arkasından. Tiyatroları kapatma kararınız üzmedi mi zannediyorsunuz? Bence ilk o gün ölmüştü Müşfik Hoca. Böyle bir ustanın ardından bir o kanala bir bu kanala koştu durdu Ertuğrul Günay. Ben de arzu ederim ki, Cumhurbaşkanı da konuşsun, hatta Başbakan da, hatta bu vesileyle şu tiyatroları kapatma düşüncelerini tekrar gözden geçirsinler.
“Kenterler” Tiyatrosu, Türkiye’nin ilklerindendir. Kuruluşundan bu yana tanıklık ettim onların Türk Tiyatrosu’na katkısına. Türkiye’ye adeta, işte budur, dedi Kenter’ler. Sadece oyuncu yetiştirmediler seyirciyi de yetiştirdiler. Kenter tiyatro binasının Harbiye’de vücut bulması için ne kadar çabaladılar, ne çok üzüntüler yaşadılar o binayı ayakta tutabilmek için. Yıldız Kenter, tek başına oynadığı bir oyunda tek tek dile getiriyordu bu sıkıntıları. Sonuç hiçbir zaman “boş”a çıkmamalı; her şey boşmuş boşa uğraşmışız dememeli usta sanatçılar. Onlar bir şekilde taçlandırılmalı. Şimdi Müşfik Kenter’i ne kadar övmeye çalışsanız yetmeyecektir, klişe kalacaktır cümleleriniz. Önemli olan yaşarken kıymet bilmek...
Kenter tiyatrosunun salonunda biz de çok oynadık. Salonsuz tiyatroların sığınağı idi orası... Sık sık karşılaşırdık Müşfik abiyle. Hiç kulaklarımdan silinmiyor, biz seninle ikimiz bir orta oyunu oynamalıyız, derdi; hep dedi. Ama bir türlü kısmet olmadı. Allah rahmet eylesin, Türk tiyatrosunun duvarındaki taşlar birer ikişer dökülüyor. Duvarın kalanını da tiyatroları kapatarak siz yıkıyorsunuz. Türk tiyatrosunu yıkma gayreti içinde olanlar bakarsınız yarın bir gün bende ölürüm, sakın arkamdan konuşmayın, bir diyeceğiniz varsa yüzüme söyleyin.
Bir keresinde Sayın Yıldız Kenter’in evinin balkonunda toplanmıştık bu tür tiyatro sahipleri. Dönemin kültür başkanı Sn. Tınaz Titiz de vardı. O yıl özel tiyatrolara yardım dağılımında, şu anda koma derecesinde artık kimseyi tanımadan yatan Nejat Uygur ustaya, Kültür Bakanlığı kurulu yardım yapmama kararı almıştı. Hiç şüphesiz buna ilk karşı çıkanlardan biriydim. Nejat Uygur da balkondaki yerini aldı, ne kadar üzüldüğünü ifade etmeye çalışırken, gözünden yaşlar süzülüyordu. Tınaz Titiz, her şeyden önce önemli ve değerli bir insandır, dostluğumuz halen devam ediyor. Konuya hemen el koydu ve ek bir tahsisatta ödeme yapıldı Nejat Uygur’a. Henüz sağ Uygur; söyleyin bakalım ne yapıyorsunuz? Onun için Allah göstermesin öldüğünde, sekreterinizin hazırladığı metinleri mi okuyacaksınız ardından?
Ben “Azınlık” oyununun finalinde şöyle diyorum:
Bugünkü hükümetten kimse gelmesin cenazeme
Ben bir halkımı isterim
Birde Tanrıdan rahmet
Gerisini s.....et
Çelik Palas
Bursa’da Çelik Palas’ı bilmeyen yoktur. Ben daha ilkokulda okurken öğretmen annem Bahriye Kırca tutardı elimden, Çelik Palas’a kaplıcaya getirirdi beni. Her yıl en az iki kere gelirim Çelik Palas’a.
Atatürk’ün emriyle 1935’te inşa edilmiş Çelik Palas. Bunca yıl sonra taş koridorları çiğneyerek termal havuzuna giderken sanki birden bire bornozuyla Atatürk karşıma çıkacakmış gibi geliyor. Otelin bahçesinde Mustafa Kemal’in bir de köşkü var. Otelin sahibi Mustafa Kırcal, aslına sadık kalarak restore ettirip müze yapmış burasını, müzeyi gezerken bütünüyle kendimden geçtim. Her köşede ruhu yaşıyor. Eşkali, elbiseleri, oturduğu koltuk, rakı içtiği masa, yattığı yatak.
Bir süre beni Ata’nın hayalleriyle baş başa bıraktılar iyice yalnız olduğumdan emin olunca olup biteni bir bir anlattım paşaya. Ben anlatım o sessizce dinledi. Şikayetlerimi sundum kendisine, ses çıkartmadı, öylece dinledi. Adeta kendimden geçmişim. Sonra kalktım, sessizce terk ettim köşkü. Çay içtiği köşede çay bardağını gördüm, yanında da bir semaver. Semaver, yeni hatta elektrikli. Rahmetli annemin dedesinden kalma, mühürlü en az yüzelli yıllık antika bir Rus semaver var bende, dedim.
Annem de Atatürkçü bir öğretmendi. O semaveri, ben bu müzeye bağışlayayım, annemle Atatürk’ü biraraya getirelim. Otel sahibi Mustafa Bey kabul etti teklifimi, bende kısa zaman içinde getirdim semaveri koydum Atatürk’ün masasına. Şimdi Atatürk çayını annemin semaverinden içiyor. Çelik Palas oteli hayatının en güzel günlerini yaşıyor çünkü o emin ellerde...
Mustafa Kırcal beni iki gün ağırlamakla kalmadı, aynı zamanda da dostum oldu. Hükümet tarafından ıssız bırakılıp, itelenip, kakalandığım şu günlerde bana kendimi kral gibi hissettirdi. Bu yazıyı Çelik Palas’ın Kral Dairesi’nde kaleme aldım.
Tuncay Özkan
Tuncay Özkan, Mustafa Balbay, Doğu Perinçek daima feyz aldığım değerli dostlarım. Balbay’ı ve Özkan’ı sahnede oynuyorum. İnanır mısınız seyirci gözyaşlarını tutamıyor bu bölümde. Oyunun bir parçası oldukları için sanki her gün beraberiz gibi geliyor bana. Tuncay’ın doğum günüymüş iki gün önce, kızı Nazlıcan bir mektup yazmış babasına, okudum. Bu kez ağlama sırası bendeydi. Nazlıcan’ı aradım ve kutladım onu Tuncay’ın doğum günüyle birlikte.
Doğu Perinçek
Değişik aralıklarla iki kez mektup gönderdi bana. Bu mektuplar çok önemliydi benim için. İlkini çerçeveletip çalışma odamın duvarına astım. İkinci mektubunu Silivri’ye oyun oynamaya gittiğimiz gün verdiler.
Sel geldi, o gün oynayamadık “Azınlık”ı ve 26 Ağustos pazara erteledik. O gece orada on bin kişi bekleniyor. Bildiğiniz gibi “Azınlık”, Marmaris AKP İlçe Başkanlığı’nın soruşturma başlattığı bir oyun (bu benim için bir ödül, bir payedir).
Elimde Perinçek’in ikinci mektubu, gene çerçevelenecek ve duvara asılacak. Mektupların her ikisinin de özelliği şu; sanki Perinçek dışarıda, ben içerdeyim. Onun değil benim morale ihtiyacım var. İçerden benim ve benim gibileri sahiplenip moral veriyor ve bunu bana böyleymiş gibi hissettiriyor. Bence bu adam sihirbaz...
“Ya o dışarı benim yanıma girecek, ya da ben onun yanına içeri çıkacağım...”
Fatih Altaylı
Son zamanlarda artık kimin ne olduğunu adıyla sanıyla biliyoruz; kim döndü, kim dönecek... Bu bilinen zat-ı muhteremler, biraz da kendilerini aklayabilmek için kafa karıştıran programlar da yapıyorlar. Yani hesapta, biz her yana eşit duruyoruz, hesabı... Yesinler seni...
Bursa’da, yattığım yerden Fatih Bey’in Teke Tek’ini izliyorum, konuğu Kamer Genç. Kamer Genç veryansın ediyor. Doğru ve güzel de konuşuyor Allah için, ben de imzamı atarım konuştuklarına... Fatih Bey, gözünde siyah gözlükleri, kaşını kaldırıyor, gözünü kırpıştırıyor. Kesemiyor Kamer Genç’in konuşmasını ama hükümetten biri izliyorsa “ben de hoşnut değilim bu konulmalardan” gibi, ağzını burnunu yamultuyor. Elinde değil, bunu içgüdüsel olarak yapıyor. Hatta farkında bile değil ama benim işim oyunculuk olduğu için, onu anlıyorum mimiklerinden...
Kamer Genç Atatürk’ü övdükçe, Fatih yeşeriyor, morarıyor. Kamer övüyor, Fatih sövdü sövecek... Herhalde “hay ben böyle mesleğin içine” diyecek... Kamer Genç bir ara çaktırmadan araya girip bir kafa golü attı; sen yandaşsın demeye getirdi. Yan evlerden ve sokaktan “goool” tezahüratı duyar gibi oldum. Fatih köpürdü... Öyle olmadığını, yani yandaş olmadığını, eşit mesafede durduğunu söyledi.
Biz de inandık...
Milletvekilini kim kaçırdı?
Milletvekili kaçırılıyor, hükümetin umurunda değil. Hükümette ses yok. Muhalefet birbiriyle Karagöz oynatıyor; sen bu hükümete daha çok yanaştın, ben daha çok yanaştım, diyor. Usta da ellerini ovuşturup kıs kıs gülüyor...
Milletvekilinin neden kaçırıldığını anlamamışlar, yorumlamaya çalışıyorlar. Ne gaflet... Türkiye’de böyle bir şey ilk kez oluyor.
Adamlar size; “Biz bu konuya öylesine vakıfız ki, yarın sizin muhalefet liderinizi, başbakanınızı, hatta cumhurbaşkanınızı bile kaçırırız” demeye getiriyor... Ben de ne diyorum; “Bu yazdıklarım kurgudan ibarettir, hayal ürünüdür” diyorum. Başka ne yapayım?..
İyi bayramlar...